1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Vesayet Sistemini Aşma Çabasını Baltalayan Tüm Siyasi Niyetlere Veyl Olsun!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Vesayet Sistemini Aşma Çabasını Baltalayan Tüm Siyasi Niyetlere Veyl Olsun!

Temmuz 2011A+A-

Seçimler oldu bitti. CHP'yi bir ölçüde dışarıda bırakırsak hemen her oluşum (AKP-BDP-MHP) istediğini aldı. Gücünü tahkim etti. Siyasi arenada etkili olabilecek kozları elde etti. Gelgelelim 12 Haziran'dan bu yana YSK ve yargının aldığı kararların yarattığı kaos ortamıyla yatıp kalkmaktayız. Demek ki vesayet, kurumlar vasıtasıyla devam ediyor, elindeki gücü olanca kabalığıyla sürdürme azminde. O halde ne yapılmak zorunda? Öncelikle öyle ya da böyle bu vesayet sistemini aşıcı niyetleri ortaya koymak lazım. Mademki bütün bu kaotizmin sorumlusu 12 Eylül anayasası, darbeci anayasanın tahkim ettiği kurumlar ve TMY gibi ayak bağı olan yasalar; o halde işe buradan başlamak gerekiyor.

Fırsatçılık Ne AKP'nin Ne de BDP'nin Lüksü

Ortalık toza dumana bulanmışken YSK'nın aldığı kararı sırf verili yasalara uygundur diyerek -tıpkı Bekir Bozdağ'ın yaptığı gibi- küçük fırsatların pragmatik getirisi olarak görmek de vesayet kurumlarının bilinçli tavrının faturasını AKP'ye kesmeye çalışıp Meclis’in -bürokratik oligarşi tarafından zaten arzulanan- çalışamaması durumunu yaratmak da çıkış yolu olarak görülemez. Aksine egemen yapının ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlam ifade etmez.

AKP (daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan) hem Hatip Dicle hem de Ergenekon sanıkları meselesini bu düzlemde ivedi olarak aşmanın yolunu tutmak zorunda. Mademki bir oyun oynanıyor, o halde bu oyun halkların genelinin maslahatına uygun bir biçimde geri tepilmeli; kazanımlar öncelenmeli, vesayet sistemini geriletmede ele geçen fırsat iyi değerlendirilmeli.

Binlerce kişinin oyunu almış ve Meclis’e seçilmiş olanların hakkı olan bir durumdan bahsetmiyoruz sadece; kanunlar ve birkaç ay içerisinde kökten değiştirilmesi toplumun yüzde yetmişinden fazla bir kesimince arzulanan anayasa bahane kılınarak yaratılan kaos topunun, üretenlerinin eline bırakılıp yola devam edilmesinden söz ediyoruz.

Bu söylediklerimize TMY mağduru KCK tutukluları ve genel siyasi af konusu da dâhil. Vesayet sisteminin elinin kolunun bağlanması arzulanıyor, siyaset üzerindeki tüm etkilerinin silinmesi hedefleniyorsa, o halde açtığı yaralar kapanmadan, mağdurlara yönelik 'devlet bakışı' onarılmadan bir arpa yol alabilmek mümkün değil. Milliyetçi söylemlerin vesayete yarayan etkileri de ancak bu yolla aşılabilir.

BDP'ye gelince... BDP-PKK hattı artık iyiden iyiye Kürt halkının gasp edilen haklarının iadesi zemininden “tek devlet-iki ulus” formuna sıçramış durumda. Adeta “Seçimler öncesi sıraladığımız 7 maddelik deklarasyon hayata geçmeyecekse yeni anayasanın da kendisinden şikâyet edilen vesayetçi sistemin de canı cehenneme!” dercesine tutulan yolun kime ne fayda getireceği sorgulanmalıdır. BDP’liler, sanki seçim zaferi sayesinde eli güçlenmiş ve böylelikle Kürt halkının asimilasyon, inkâr, tehcir edildiği dönemlerin kalıntılarını daha fazla temizleyebilecek bir siyasal oluşum gibi değil de 22 milletvekili ile 36’sının arasında bir fark yokmuş mantığıyla hareket eden KCK’nın bir kolu gibi; Meclis’teki uzantısı rolünü oynamayı sürdürüyor adeta. Altan Tan gibi “ver coşkuyu” misali hareket edip yangına körükle gidenlerin de bu geç-uluslaşmanın getirdiği sabırsızlık iklimine mazot dökmeleri anlaşılır gibi değil. Coşkun genç kitlelere yaptığı konuşmalarda sanırsınız ki AKP dize getirilince Tan’ın bahsettiği Süryanilerin de Alevilerin de “vatandaşlık verilsin” dediği sürgündeki Ermenilerin de sorunları bir çırpıda çözülüverecek. AKP’nin açtığı açılım yolu sayesinde “Kaos, kaosla pekâlâ aşılabilir!” düşüncesi kendisine daha fazla güzergâh bulmuş gibi.

Körüklenen sosyo-psikoloji şu: Kürt sorununun gerçek müsebbibi, kulak-burun kesen vesayetçi militer yapı değil de AKP ve İslami-muhafazakâr yapılar; AKP ve ona bölgede destek veren kitleler olmasa yükselen taleplerin önündeki engeller kalkar; bunun için tüm gemiler gerekirse yakılabilir, tüm kazanımlardan gün gelip vazgeçilebilir. Bölgenin bu psikolojisinin oluşmasında yılların biriktirdiği haklı sebepler olduğunu düşünelim bir an için. O halde Kemalist zorbalıklardan yeterince çekmiş bölgedeki ve bölge dışındaki insanlara, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkeziyle “madem öyle elinizden geleni ardınıza koymayın!” dedirtmemek için BDP ve kurmaylarının daha akıllı, daha basiretli, ele geçen fırsatları daha az can yakarak ve o meşhur “Barış” kelimesini, bu kelimeden nasibini almamış olanlara öğreterek siyaset etmeleri gerekmez mi?

Evet, AKP ak sütten çıkmış ak kaşık değil ama sütü sürekli bulandıran bir BDP'nin varlığı da -takipçilerinin ikna oldukları konular ne olursa olsun- şu gerçeği değiştirmiyor: BDP adeta -geçmişte 'serok'larının 28 Şubat'a düzdüğü övgülerle birlikte düşünüldüğünde- vesayetçi yapının demokles kılıcı gibi geniş halk kesimleri ve İslami-muhafazakâr yapıların üzerinde sallanmasının devamını ister bir görüntü arz ediyor; "Ben zaten yolumu tuttum, ne haliniz varsa görün!" dercesine. Görünen o ki, militer yapının bölgede bıraktığı boşluğu adeta BDP-PKK çizgisi hevesle doldurma yarışında.

BDP, "demokratik özerklik"in önündeki şu anki engelin AKP olduğunu destekçilerine propaganda ederek sanki AKP ortadan kalksa BDP'nin ve Kürt milliyetçilerinin önündeki buzdağı eriyecekmişçesine hareket etmekte. "Yirmi sene öncesine göre çok yol kat edilmedi mi; o halde minnet duyulması gerekir!" demiyoruz elbette ama Türk ulusalcılığının yüz yıl önce tuttuğu yolu tekrarlayarak AKP düşmanlığı üzerinden besletilen İslam düşmanlığı ve İslami-muhafazakâr yapılara yönelik "Ya bendensin ya terk edersin!" tavrının da bir ulus yaratmada belki etkili ama kitlelerin kadim problemlerini çözmede bayağı ve hüsrana uğramaya mahkûm bir zihniyet ve yöntem olduğu da görülebilmeli. Belki diyebiliriz ki, "Ulusalcı mantık bunu nasıl görebilir?" Doğrudur, ulusalcı mantığın varlık sebebi olarak görülen konularda geri adım atması kendisini inkâr anlamına gelebilir. O halde "barış" ve "demokrasi" kelimelerine gerçekten ne anlam yükledikleri anlaşılmak isteniyorsa, AKP (Tayyip Erdoğan), milliyetçi dürtü ve yaklaşımları ivedilikle terk edip olabildiğince kuşatıcı bir dil ve yaklaşımla hedefi yeni anayasa üzerine kilitlemeli. Tüm kesimlerin taleplerinin yansıdığı ortak bir zeminde yürümeli. Hiç kimseyi dışarıda bırakmayacak çözümler silsilesi birbiri ardınca gelmeli ki Kürt ulusalcılarının "Bizim taleplerimiz bir yana, tüm halk kesimleri için oluşabilecek özgürlük ortamları bir yana" tavrı geriletilebilsin. Bu tavrın iğretiliği ortaya konsun. Zaten AKP bunu ortaya koyamazsa, belki bir dönem daha kitlelerin sağlık, yol, su, elektrik taleplerini karşılayabilir ama "Beraber yürüdük biz bu yollarda" mısralarına "Tarih tekerrürden ibarettir!" galat-ı meşhurunu da eklemek zorunda kalabilir.

Yeni Anayasa ve 28 Şubatçı Yapının Yargı İçindeki Uzantıları 

Bir yandan yeni anayasadan, yepyeni umutlardan, aşılması gereken zihniyet ve kurumlardan bahsederken, diğer yandan manidar bir biçimde İslami kişi ve kurumlar haksız, pervasız müeyyidelerle dize getirilmeye çalışılıyor.

Bu gidişat iki farklı tanımlamaya konu oluyor:

İlki, "Bakın işte her ne kadar açılım şu bu dense de bu, seküler kesimlere yönelik bir açılım; İslami kesimler açılımın nesnesi olarak bile görülmüyor. Hatta açılımı da destekleyen kesimler, muhafazakâr yapılarla radikal olanların ayrışmasını istiyor. Birileri güçlenirken, diğerleri zayıflatılmaya, halkın gözünde şüpheli kılınmaya çalışılıyor. Bu da aslında açılımcıların da işine geliyor."

Diğeri ise şu: "İşte bakın yargı hâlâ vesayet mantığıyla işliyor, dolayısıyla açılıma destek verilmeli ki, bu yapı geriletilebilsin."

Her iki görüşte de haklılık payları olmakla beraber, bu bizim ikincisine daha yakın durmamızın önünde engel değil.

Elazığ İhya-Der'in başkan ve yöneticileri dâhil olmak üzere 19 mensubuna kesilen ve onanan toplamda 150 yıllık cezalar; El-Kaide operasyonları adı altında mağdur edilen kesimler; Hizb-ut Tahrir'in faaliyetlerine yönelik adaletsiz engelleme ve operasyonlar; Mustazaf-Der'in mağdur edildiği gelişmeler zinciri; Özgür-Der'e açılan davalar; Mehmet Pamak, Ahmet Kalkan gibi Usame b. Laden'in katli hakkında sırf düşüncelerin ortaya konduğu bir metne imza attıkları için hedefe konan isimler, yargıdaki yuvalanmaları halen devam eden vesayetçi zihniyetin önünün kesilmesinin; hukuksuz kararlara imza atmalarının engellenmesinin önemini bir kez daha göstermekte.

Bu noktada sol-sosyalist gazete, dergi, dernek vb. kurum, kuruluş ve kişilerin mağduriyetleri de bir o kadar can yakıcı, adalet duygularını yaralayıcı mahiyetler içermekte. Ergenekon sanığı gazeteciler için koparılan vaveylalarla karşılaştırıldığında siyasi bir sürecin, merkez medya, yargı, bürokrasi, siyasiler eliyle olabildiğince kararlı bir biçimde sürdürüldüğünün açık örneklerini oluşturmakta.

Öte yandan Ergenekon davasıyla ilgili haber yapan gazete ve köşe yazarları hakkında açılan davaların beş yüzü bulduğu ifade edilmekte. Bunun yüz kadarı sadece Yeni Akit gazetesiyle alakalı.

Bu noktada bir karar alınmak durumunda. Gerçekten toplumun geniş kesimleri evrensel normlara refere edilecek bir anayasa vesilesiyle bütün bu siyasi mağduriyetlere bir son mu verilecek, yoksa liberal-seküler talep ve oluşumların dışındaki kesimlerin ehlileştirilmesine yönelik tavır, tutum, kanun ve anayasa maddelerinin devamlılığı korunacak mı? Eğer anayasaya bir toplumsal sözleşme rolü verilecekse bu, vesayetçi yapının gasp ettiği tüm hakların iadesiyle başlatılıp sürdürülmesi gereken bir süreç olmalıdır.  Yok, eğer anayasa ve yasalar "sivrilen uçların törpülenmesi" rolünü idame ettirecekse o halde hem geçmişten gereken dersler çıkarılmamış olur hem de her kesimin fikrini ve taleplerini iletebilmesinin önünde engel olan yüz yıllık zihniyet ve yapı aşılamaz demektir.

İslami Kesimler de Vesayetçi Yapının Tüm Mirasının Silinip Süpürülebilmesi İçin Elini Taşın Altına Koymalı!

Bu noktaya kadar vurguladıklarımızdan yeni anayasaya tüm sorunları çözücü mutlak bir rol atfettiğimiz anlaşılmamalı. Ancak insanların doğuştan gelen haklarını koruma altına alan, hakların gasp edilebilmesi süreçlerini egemen ideoloji mensuplarının elinden, dilinden kurtaran bir ilk adımın oluşturulması önemlidir. Bunu savunmak da dinî, etnik, ideolojik her kesim açısından bir sorumluluktur. Halkın geniş kesimlerinin maslahatına, halkın düşünen, sorgulayan, üreten kesimlerinin avantajına olacak ortamların oluşmasını talep etmemek sorunlu bir bakış açısıdır.

Bu durum istenir ve buna ilişkin emekler ortaya koyarken, geniş İslami kesimler açısından sınav devam etmektedir. İslam'ın öngördüğü, değiştirip dönüştürmek istediği hususlar hakkında örgütlü, kararlı, istekli, bilinçli bir mücadelenin devamı izahtan varestedir. Öte yandan eğitimin içeriğinden kurumsal yapılanmasına; halkların aleyhine militer yapı ve uygulamalardan yargıdaki ideolojik konumlanmaya kadar hayatımıza yön veren, bizleri baskılayan, nesillerimizi ifsat eden uygulamaların engellenmesi ve dönüştürülmesi yolunda yeni bir anayasayı bir adım, bir safha olarak görmek de hem doğal hem de zorunludur.

Bu minvalde siyasi irade mensubu kesimleri bu konularda baskılamak; bunu yapabilmek için hazırlıklar yapmak, kamuoyu oluşturmaya çalışmak öncü yapı, kurum ve kesimlerden başka kimlerden beklenebilir ki? Gerek maruz kaldığımız hukuksuzluklar karşısında tavır almak, gerek faaliyetlerimizi daha özgür ortamlarda gerçekleştirmek, gerekse kitlelerin ahiretini kurtarma yolunda şahitlik görevimizi reel siyasete vahyin ikliminden cevaplar üreterek katılmak boynumuzun borcu, kulluğumuzun gereğidir.

Yüz yıldır ekonomik tekelcilik, bürokratik oligarşi, darbeci gelenek ve kaostan beslenenlerin ellerinin kollarının bağlanabileceği fırsatlar bu derece önümüze gelmişken bu konularda pasif kalmak, kendimizi sadece seyirci pozisyonunda görmek ve gelişmelerin içinde ne kadar yer alsak da bunun hiçbir konuda sadra şifa olmayacağı zannıyla hareket etmek ya da gücümüzü hafifsemek toplumun geniş kesimlerine umut olma potansiyelini ellerinde tutan Müslümanlardan beklenen mümince bir tutum olamaz.

Bu, siyasi irade sahiplerini yönlendirme çabalarımızla, tevhid ve adalet ehline yaraşır biçimde mücadele çabalarımız pekâlâ atbaşı gidebilir, gitmelidir. Sol, liberal, muhafazakâr kesimlerin sesi ve soluğunun olabildiğince çıktığı böylesi dönemlerden gereken dersleri çıkarıp tecrübî birikimlerimiz ve ilkelerimizle sürece müdahil olmalıyız. Bugün sesimizi işitmek istemeyenler; fikirlerimize ihtiyaçları yokmuş gibi yapanlar gün gelip tevhid ve adalet ehlinin sesine ya kulak vermek zorunda kalacaklar ya da üretegeldikleri (ya da kimlikleri ve duruşları yüzünden aşamadıkları) sorunlar batağına saplanıp kalacaklardır. O günleri beklemeden, o günler gelmezden evvel de yapacaklarımız olduğuna inanalım yeter.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR