1. YAZARLAR

  2. Özlem Hicran Özyurt

  3. Varoşların Dramı ve Beklentileri

Özlem Hicran Özyurt

Yazarın Tüm Yazıları >

Varoşların Dramı ve Beklentileri

Haziran 2004A+A-

Bu dosya; 8 Temmuz 2003'te elim bir trafik kazasında Rabb'e uğurladığımız Özlem Hicran Özyurt'un son şeklini vermek üzere hazırladığı metinlerden oluşmaktadır. Ancak Özlem kardeşimizin numaralandırarak yapmış olduğu alıntıların referansları net olarak tespit edilemediğinden bu numaraların kaynakları belirtilememiştir. Ancak yazının sonunda, dipnotlara dair tek tek eser adı vermeden yararlanılan kaynaklar topluca belirtilmiştir. Yazı üzerinde düzeltiler Günay Bulut tarafından yapılmıştır. Bu vesileyle, aynı kazada aramızdan ayrılan Macide Göç ve Özlem kardeşlerimizi bir kez daha hayırla yad ediyor, Allah'tan rahmet diliyoruz.

GİRİŞ

Varoş kavramı; Ortaçağda Macaristan'da surların dışında kalan küçük semt ve mahalleleri ifade eden Macarca bir sözcükten türemiştir.

Türkçe'de büyük yerleşimlerin girişinde bulunan yöreler, çevre anlamında kullanılmaktadır. Ve politik literatüre Özdemir Sabancı'nın öldürülmesinden (9 Ocak 1996) sonra bir işverenin "Bir gün varoşlardan gelip, bizi boğacaklar!" ifadesiyle giren, büyük metropollere yoksulluk, savaş, doğal felaketler- çevre tahribatları ve güvenlik gibi nedenlerle göçmüş insanların yaşama tutunuş öykülerinin adıdır varoşlar.

Kent yoksullarını, emekçilerini, çilekeşlerini ağırlayan mekanlardır varoşlar. Açlığı, sefaleti bir parça ekmek için kavgaya dönüştürüp her gün harmanlayan insanların yurdudur. Kırdan kente göç etmek zorunda kalmış aileleri barındıran, briket ve tuğladan yapılmış, çoğu sıvasız derme çatma konutların diğer adı varoşlar. Bu insanlar şehrin içinde ama şehrin nimetlerinden yoksun ve "öteki" addedilerek yaşam mücadelesi verir. Sömürdükçe azgınlaşan, yedikçe doymayan ve her yeni gün yeni bir talana hazırlanan kapitalist dünya kitlesel yoksulluklara yol açmaya devam ederken, yaşadığımız ülkenin ve yaşadığımız şehrin yoksulları da tüm yoksullarla birlikte bu varoşlarda var olmaya çabalıyor.

Varoşlar toplumsal açmazların ve bunalımların yaşandığı yoksulluk merkezleri olmasının yanı sıra, dışındaki insanlar ve kurumlar tarafından da bir yok sayılma ve dışlanmayı yaşıyor. Yanlış devlet politikaları sonucu oluşan bu yerleşim alanları hem sistem hem de sistemin sözcülüğünü yapan çevrelerin gözünde bir veba gibi görülüyor. Pek çok akademik araştırmada varoşlar kent topraklarının işgal edildiği alanlar olarak tanımlanıyor. Bu bölgeler ve bölge insanı siyasi, ekonomik, toplumsal ve idari anlamda yasadışı ilan ediliyor. Göçe zorlanan ve bir lokma ekmek için kentlere sığınmayı son çare olarak gören bu insanların sürdürdüğü yaşam mücadelesi ve sıkıntıları ne çözüm sunan bilimsel araştırmalara ne de devletin çözmesi gereken öncelikli meseleler arasına sokulmuyor.

Yıllardır televizyon ekranlarından kaçak yapı olduğu gerekçesiyle yıkılan gecekondulara ve buralarda yaşayan insanların çaresiz çırpınışlarına tanık oluyor ülke insanı. Bir göz odaya sığmaya, bir yuvaya sığınmaya çalışan 7-8 nüfuslu ailelerin dramı sadece bir kaç dakikalık görüntüler şeklinde yansıyor televizyon ekranlarına. Ama yine aynı ekranlar hazine arazisine kurulduğu için yıkılan bu evlerin yerine bir kaç yıl sonra lüks villaların kondurulmasından habersizmiş gibi programlar yapmaya devam ediyor umarsızca. Ormanlık araziler içinde, boğaza nazır, İstanbul'un en mutena yerlerinde konuşlanmış malikaneler yada Sarıyer sırtlarında gözlerden uzak ormanla iç içe villalar sahiplerinin sistemle olan yakınlığı ve karşılıklı çıkar ilişkileri neticesinde kolayca ruhsatlı yapılara dönüşebilirken varoşların büyük dramı süregelen bu çifte standartla çoğalıyor.

Varoşların Ortaya Çıkışı

Varoşlar modern çağın bir yapılaşma türü olarak karşımıza çıkıyor. Batı'da sanayileşme sürecine bağlı olarak 1800'lerden itibaren Batı Avrupa, Latin Amerika ve Birleşik Devletler'de ortaya çıkan bu bölgeler kapitalist yörüngede yol alan sanayileşmenin dünya geneline yayılmasının ardından hemen her ülkede görülmeye başlıyor. 1850'li yıllarda Batı'da iyice belirginleşen bu yoksulluk mekanları Türkiye'de de 1950'lerden itibaren görülmektedir.

1948'lerde yurda giren çok sayıda traktör köylerdeki tarımsal işgücünü atıl hale getirmiş, öncelikle toprağı olmayan gündelikçi, maraba, ortakçı gibi vasıfsız işçiler göçmek zorunda kalmıştır.

Geçim sıkıntısı nedeniyle tarlasını, tapanını, eş, dost, akrabasını hatta ailesini bırakıp büyük şehirlere göç eden bu insanlar, iş buldukları fabrikaların çevrelerinde toplanmaya ve buralarda derme-çatma mekanlarda yaşamaya başlıyor. Tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru yaşanan bu hızlı dönüşüm kente göçleri besleyen en önemli sebep hiç kuşkusuz. Toplumsal yapıları alt üst eden sanayileşme, kırsalda yaşayan ve ekmeğini toprağından kazanan insanların iş sahalarını değiştiren ve bu insanları memleketlerinde açlıkla yoğrulmaya mahkum eden bir fenomen olarak insanlar arası kutuplaşmalara ve derin yaralara yol açmaya devam ediyor. Topraktan kazanamayan, ekip biçtiğiyle ne kendini ne de çoluk çocuğunu doyuramayan insanlar çareyi iş bulup para kazanabilecekleri büyük şehirlere göç etmekte buluyor. Kentlerde açılan fabrikalar ve sanayi kuruluşları ucuz iş gücüne, köyünde açlıkla boğuşan insanlar da bir ekmek kapısına muhtaç olduğu için kırsaldan kente doğru başlayan (başlatılan) yığılmalar kentte bir buluşma noktası meydana getiriyor ve bugün adına varoş denen bu yerleşim alanlarının ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Varoşların ortaya çıkışında başat unsur göçler olmakla beraber bu göçlerin tamamen sanayi toplumuna geçişle sınırlı olmadığının da altını çizmek gerekiyor. 50'li yıllarda göçün ana sebebi bu iken, 90'lı yıllardan sonra göçler özellikle Güneydoğu'da köyleri boşaltılan, yakılan, yıkılan insanlar tarafından yapılır olmuştur. Köylerindeyken tarım ve hayvancılıkla rahat bir yaşam sürebilen bu insanlar, terör nedeniyle tüm varlığını geride bırakarak kentlerdeki bu sefalet yuvalarında yaşama savaşı vermeye çabalamaktadır. Tüm bunların asıl sebebi elbette köklü bir devlet geleneği şeklinde temayüz eden devlet politikalarında yatıyor. Halkından kopuk, elit tabakayla hemhal ve yaşanan sorunlara bigane devlet yapısından.

Varoşlar ve Yoksulluk

Varoşların yoksulluğu aslında dünya genelinde hakim olan dengesiz dağılımla ilişkili. Bu dengesiz dağılımın ana sebebi olan sömürgecilik dünyayı talan etmeye ahdetmiş bir grubun eliyle oluyor. Birileri ceplerini ve kursaklarını tepeleme doldururken diğerleri açlıktan ölmeye mahkum ediliyor. Kalkınmakta olan ülkelerin nüfusunun 1.3 milyarı tam anlamıyla yoksulluk içinde. 12 Eylül 1996 UNDP verilerine göre "Dünyanın en zengin 350 milyarderi dünyanın %45'inin sahip olduğu meblağı elinde bulunduruyor."

Bu anlamda BM Tarım ve Gıda Örgütü'nün İtalya'da düzenlediği Dünya Gıda Zirvesi'nde ortaya konan rakamlar da insanın kanını donduruyor. Rapora göre dünya üzerinde 815 milyon insan açlık çekiyor aynı zamanda 300 milyon insanda da obezite (şişmanlık; çok ve dengesiz yemeye bağlı olarak meydana gelen hastalık) sorunu var. Yine aynı rapora göre her 4 saniyede bir kişi yetersiz beslenmeye bağlı olarak ölüyor. Bu da her gün 24 bin kişinin açlıktan ölmesi demek. Her yıl ölen 12 milyon çocuğun da %55'i yetersiz beslenme sonucu hayata gözlerini kapıyor. Ve dünya nüfusunun altıda biri (1 milyardan fazla kişi) temiz suya ulaşamıyor. Yaşadığımız ülkenin varoşları tek kutuplu kapitalist dünyanın yol açtığı insanlık dramından sadece küçük bir kesiti yansıtıyor. Kapitalist globalleşme süreci bir yandan dengesiz dağılımları arttırıp ve hegemonyaları güçlendirirken diğer yandan kitlesel ölümlere yol açıyor.

Tüm dünyada sayıları her geçen gün artan yoksullar ordusuna yaşadığımız ülkede de metropollerin kıyılarında, sağlıklı olmayan konutlarda, alt yapıdan yoksun, gün bulup gün yiyerek yaşamaya çalışan bu insanlar dahil oluyor. Ülkede her geçen yıl daha da büyüyen geçim sıkıntısı 1990'lardan itibaren en yüksek seviyelere tırmanmış durumda. Geçim sıkıntısının en önemli sebeplerinden biri olan dengesiz gelir dağılımı son 20 yılda yoksul ve zengin arasında onulmaz uçurumlar yaratırken yoksul bölgelerin sayısının da hızla artmasına neden olmakta. 1990'lardan itibaren kent nüfuslarının yaklaşık %65-70'ini oluşturan varoşlar ülke gerçeğini de en açık şekilde yansıtıyor. Türkiye'de 1960'da kent nüfusu %24.3 iken kır nüfusu %75.72'dir. 1990'da ise ülkede kent nüfusunun %60, kırsal nüfusun %40 olduğu gözlenmektedir. Yüzde 60'lik kent nüfusunun yüzde 70'inin varoşlardan oluştuğu göz önüne alınırsa ülkede yoksulluğun bir kangren gibi hızla yayıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Yine Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı'nın yapmış olduğu araştırmaya göre 20 ilimizdeki hayat seviyesi Afrika'nın en geri kalmış ülkeleriyle aynı düzeyde.

Türkiye genelinde bir çok büyük şehir varoş yada gecekondu adı verilen bölgelerle dolmuş durumda. İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Antalya, Bursa ve Mersin gibi büyük şehirlerin sahip olduğu nüfusun yarıdan fazlası gecekondu bölgelerinde yaşamaktadır. Bu yaygın yapılaşma ve yaşam türünün tüm ülkedeki görüntüsünü vermek sayfalar dolduracağı için varoşların en yoğun bulunduğu il olan İstanbul üzerinden bu insanların çilelerini, dramlarını ve beklentilerini anlatmaya çalışacağız.

İstanbul Varoşları ve Varoşlarda Yaşam

Varoşların Türkiye genelinde en yoğun bulunduğu şehir İstanbul. İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü'nün 1997 yılı tespitlerine göre İstanbul'daki gecekondu alanları toplam yerleşim alanlarının %55'inden fazla. Yılda 500 bin göçmen alan İstanbul'da 51.760 hektarlık alan varoşlara ait. Bu rakamların önümüzdeki yıllarda daha da artacağı biliniyor. Devlet İstatistik Enstitüsünün 1994 yılı için açıklanan hane halkı gelir dağılımı bu ilin nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan yoksul kesim ile (varoşlar) en zengin üst tabaka arasındaki farkı çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.

Bu ankete göre, en yoksul yüzde 20'lik ailenin milli gelirden aldığı pay %4.9, en zengin %20'lik ailenin ki ise %54.9'dur. En yoksul ile en zengin tabaka arasındaki gelir farkı yaklaşık 13 kat kadardır. Bu rakam resmi bir rakam olduğu için gerçekçi de durmuyor. Çünkü son yıllarda bozulan ekonomik durum, IMF destekli projelerin verimsizliği, kara paranın aklanması, bankaların içlerinin boşaltılması, yer altı yerüstü kaynaklarının talan edilmesi, ülkenin kalkınma tablosunu büyük ölçüde karartmıştır.

1999 verilerine göre İstanbul'da iki gelir grubu arasındaki fark 322 kata çıkarken, Türkiye'de bu oran 236 kat düzeyindedir. İstanbul bu rakamlarla bir ülke olsaydı, gelirin en adaletsiz dağıldığı ülkeler sıralamasında 6. sırada yer alabilirdi. Ve de İstanbul; 43 milyar dolarlık bir hasıla meydana getirirken bir ülke olarak dünyanın hasıla sıralamasında 52.sırada yer alması gerekirdi.

İstanbul, 1997 sayımına göre Türkiye nüfusunun %14.69'unu barındırıyor. En fazla göç alan şehir de İstanbul. Bu yoğun göçler sonucu 1985'te 19 ilçesi bulunan İstanbul'un 1995'te 32 ilçeye çıktığını görüyoruz. Şehrin yarıdan fazlasını oluşturan varoşlar da İstanbul'un özellikle bazı ilçelerinde yığılmış durumda. En fazla gecekondu Ümraniye, Kağıthane, Gaziosmanpaşa, Beykoz ve Eyüp ilçelerinde bulunuyor. İstanbul bir yakasında Beyaz'ların diğer bir yakasında Zenci'lerin yaşadığı bir kent görünümünde. E-5'in kuzeyinde kalan Habipler, Gaziosmanpaşa, Eyüp, Kağıthane, Ümraniye, Başıbüyük, Sarıgazi, Dudullu gibi yerleşim alanları işsiz hane reislerinin ve yoksulların oluşturduğu kuşakları temsil ederken güneyindeki Yeşilköy-Ataköy, Beyoğlu, Moda-Bostancı, Kadıköy-Üsküdar, Bakırköy gibi semtler de büyük-küçük toptancı, üst düzey yönetici ile küçük işletme sahipleri ve perakendecilerin yoğunlaştığı alanlar olmuştur. İstanbul'da Mart 1991'de yapılan araştırma bu farkı tüketilen ürünler bazında ilginç bir biçimde ortaya koymaktadır. Üst gelir grubunun yaşadığı semt olan Kızıltoprak ile alt ve orta tabakanın birleştiği semt olan Zeytinburnu'nda en çok satılan ürünler sırayla; Kızıltoprak: 1- Portakal, 2- İthal muz, 3- Lüks beyaz peynir, 4- Süt kuzu, 5- Domates, 6- Elma, 7- Lüks kaşar peyniri, 8- Salatalık, 9- Piliç, 10-Yağsız kıyma

Zeytinburnu: 1- Halk ekmek, 2- Toz şeker, 3-Dana kıyma, 4- Normal beyaz peynir, 5- Margarin, 6-Yumurta, 7- Lüks beyaz peynir, 8- İthal muz, 9-Marlboro, 10- Domates.

İstanbul'un varoşlarında 548 denekle yapılmış bir araştırmada göç nedenleri şöyle sınıflandırılmıştır:

İstanbul'a Göç Nedenleri

Kişi sayısı

%

Geçim Sıkıntısı

294

54

Çocukların Eğitim Durumu

40

7

Şehir Hayatının Çekiciliği

68

12

Yeni Meslek Edinmek

45

8

Terör

21

4

Kan Davası

8

2

Başka Nedenler

72

13

Toplam

548

100

İstanbul varoşlarına göçün en önemli nedeni %54'lük bir payla geçim sıkıntısı olmuştur. Geçim sıkıntısı yüzünden şehre göç eden insanların durumu çok fazla değişmemiştir. 1997-2000 yılları arasında yapılan araştırmanın sonuçlarına göre bu bölgelerde yaşayan insanların aylık gelir seviyesi oldukça düşüktür. %11'i 0-50 milyon; %35'i 51-100 milyon; %26'sı101-150 milyon; %18'i 151-200 milyon; %20'si de 201-250 milyon arası gelire sahiptir.8 Yine aynı araştırmaya göre yoksulluk ve yoksunlukla mücadele eden bu insanlar arasında suç işleme oranı oldukça düşüktür. %89'unun hiçbir suç işlemediği sadece %10'luk bir kesimin karakola gittiği gözlenmiştir. Bu insanların % 76'sı çalışarak zengin olmak istediklerini söylerken, %8' piyangodan, %1'i de kumardan medet ummaktadır.

Siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerle köylerinden göç ederek İstanbul'a gelen bu insanlar sağlık, barınma, beslenme ve eğitim gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bir hayat sürüyor. Büyük bir bölümünün hiçbir sosyal güvencesi yok. Aslında sosyal güvencesi olmadan bile çalışabilenler şanslı sayılıyor. Genellikle simitçilik, işportacılık, hamallık yapan yada inşaat işçisi olarak çalışan kesim işsizlerle kıyaslandığında avantajlı olduklarını düşünüyorlar.

Gecekondu olarak tanımlanan varoş insanlarının barınakları çoğunlukla hazine arazileri üzerine kurulmuş durumda. Arazi mafyalarına yüklü paralar ödeyerek satın aldıkları arsalar üzerinde kondurdukları evler bu yoksulluk denizinde tek sığınacak liman onlar için. Birçoğu yıllardır İstanbul'da yaşamasına rağmen İstanbul'un tarihi ve doğal güzelliklerine yabancı. Çünkü onlar için varoşun dışına çıkmak ve İstanbul'da bir gezinti yapmak bir haftalık açlıkla eş anlamlı. "Önce karnımızı doyuralım, oraları görmeden de yaşarız ama yemeden yaşayamayız" diyor Gazi Mahallesi'nde ikamet eden Musa Asrak ve günde 15-16 saat çalıştığını ekliyor.

Varoşlarda çocuk olmak yetişkin olmaktan çok daha zor. Yaşları henüz 7 ila 12 arasındaki oyun çağı çocuklarının başka bir yaşamı var buralarda. Onlar 7-8 kişilik hanelerin küçük reisleri gibi. Çoğunlukla işsiz olan babalarına yardımcı olmak ve eve bir lokma ekmek getirebilmek için selpak, su, çöpten toplanan artıkları satarak çırpınan çocuklar onlar. İşsiz olmasa da kazandıkları paralarla evi geçindiremeyen babaların da umudu bu çocuklar. Mesela yedi nüfuslu Mardinli ailenin geçimini 12 yaşındaki kız ve 13 yaşındaki erkek çocukları sağlıyor. Eşinin uzun zamandır işsiz olduğunu söyleyen evin hanımı sabahları oğlunu ve kızını uykudan uyandırarak işe gönderiyor. Bu ailenin öyküsü şehrin göbeğinde sokak arasına sıkışmış bir varoştan. İstanbul Samatya İç Kalpakçı Çıkmazı'ndan. Sokaktaki hane reisi erkeklerin beşte biri uzun süredir işsiz. Yüzde %65'inin sosyal güvencesi yok ve çoğunlukla temizlik, pazarlama ve pazarcılık gibi işlerde çalışıyorlar. Kadınların çoğu ev hanımı, küçük çocukları var. Çalışanlar ise evlere temizliğe gidiyor. Babaları işsiz olan 11-17 yaşlarındaki çocuklar Mardinli ailenin çocukları gibi civardaki konfeksiyon, kundura ve deri atölyelerinde haftalık 20-30 milyon liraya çalışıyor. Çalışma saatleri de oldukça fazla, günde 10 saat. Sokaktakilerin %38'i yakacak alamayacak durumda. %14'ünün evine giren düzenli aylık gelir 100 milyondan az. En yüksek gelirli %17'lik kesimin aylık kazancı ise 300-400 milyon arasında değişiyor. Yarısından fazlası kiracı ve oturdukları evler 30m2 civarında, 1 oda, mutfak ve tuvaletten ibaret. Kadınların büyük bir bölümü sadece akraba ziyareti için semt dışına çıkıyor. İstanbul'da en çok bildikleri mekanlar Samatya Parkı, Sağlık Ocağı ve Samatya Eğitim Hastanesi. %27'si yıllardır hiç giysi alamıyor. Çevreden gelen yardımlarla bu ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Yine megapolün göbeğinden başka bir manzara. Bağcılar ilçesinin 40 bin nüfusa sahip Evren Mahallesi. Mahallelinin %46.2'si Doğu ve Güneydoğu, %22'si Karadeniz'den göç etmiş. Hanelerin %23.3'nde en az bir çocuk 0-6 yas arası hastalık ya da yetersiz beslenme sonucu hayatını kaybetmiş. Yine bu çocukların %22'si en fazla 6 ay yaşayabilmiş. Kaloriferle tanışan evler yalnızca %4'lük bir dilim.

Dördü zihinsel özürlü 8 çocuğu olan Fatma Çetal'in eşi 270 milyon lira maaş alıyor. İstanbul'a geliş sebeplerinin zihinsel özürlü çocuklarının tedavisini yaptırabilmek olduğunu söylüyor Fatma Hanım. Ancak yiyecek ihtiyaçlarını bile karşılayamayan aile tedaviye henüz para ayırabilmiş değil.

Yeter Çoban da İstanbul'un bir başka yoksulluk mekanından, Esenyurt'tan. 5 çocukları olan Yeter ve Mehmet Çoban çifti beldenin Örnektepe Mahallesinde derme çatma bir gecekonduda yaşıyor. Aile reisi uzunca bir süredir iş bulamamış. İşsizlik ve beraberinde gelen açlık işi Yeter Çoban'ın çöpleri karıştırarak, buralardan bulduğu yiyeceklerle çocuklarını doyurmaya çalışmasına kadar vardırmış. Ancak çöpten yiyecek toplama işinin son durağı tüm aile fertleri için hastane olmuş. Yeter hanım Esenyurt'ta bir fabrikanın çöplüğünde bulduğu pişmiş pirzolaları eve getirdikten sonra 7 kişilik aile topluca hastanelik olmuş. Etten zehirlenen ailenin tedavisi Bakırköy Devlet Hastanesi'nde yapılmış. Ancak hastane masraflarını karşılayamayan ailenin 5 çocuğu ve annesi hastanede rehin kalmış.

İki yıl önce Gaziantep'ten gelen 4 çocuklu Güngören ailesi de bir başka dramı yansıtıyor. Selden evi yıkılana kadar barakayı andıran küçük bir gecekonduda yaşayan aile şimdi eski bir kamyon kasasında yaşamaya çalışıyor. Evinin geçimini kağıt satarak karşılayan Müslüm Cankaplan günde 2-3 milyon kazanarak ailesine bakmaya çalışıyor. Üstelik ailenin bir de 2 haftalık bebekleri var.

Kadıköy Fikirtepe Mahallesinde yaşayan Emine Özer 3 yıl önce eşini kaybetmiş. Tansiyon hastası ve ikisi bel fıtığı olmak üzere 8 önemli ameliyat geçirmiş. Zihinsel özürlü oğlu Yücel çalışamayacak durumda. Yeşil kartlarından başka akrabalarının verdiği 100 milyon aylıkları var. Emine Hanım ayrıca ayda 30 milyon liraya bir tanıdığının bebeğine bakıyor. Mahalle muhtarlığından yemek yardımı alan 350 kişiden biri. Fikirtepe Mahallesi muhtarı 30 bin kişi yaşayan mahallede yemek yardımı almak için başvuranların 650 kişi olduğunu ama Büyükşehir Belediyesi Gezici Aşevi'nin sadece 350 kişiye yardım yapabildiğini söylüyor.

Varoşlarda yaşayan insanların temel sorunu olan yoksulluk beraberinde bir dizi açmazı ve sıkıntıyı da getiriyor. Yalnız karnını doyuracak ekmeği bulma derdiyle tanımlanamayacak bu sorunsal hayatta kalmayı başarabilenler için başka dertlere ve çilelere kapı aralıyor. Yetersiz beslenmenin sebep olduğu pek çok hastalık yüzünden yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelen bu insanlar içinde en fazla yarayı da çocuklar alıyor. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Şükrü Hatun'un "Yoksulluk ve Çocuklar Üzerine Etkileri" adlı çalışması bu gerçekleri ortaya koyarken, yoksulluğun sağlık için çok büyük bir risk olduğuna dikkat çekiyor. Kronik açlık, gelişmekte olan beyin dokusunu etkilediği için yoksul çocukların merkezi sinir sistemi, toksik maddeler karşısında daha çaresiz. Güney Afrika'da yapılan MR taramalarında beslenme yetersizliği çeken çocukların beyin dokularında küçülme görüldüğü, sadece 90 günlük beslenme sonrasında ise dokularda belirgin iyileşme tespit edildiği biliniyor. Yoksul çocuklarda sık görülen demir eksikliği, uzun sürmesi halinde zihinsel gelişmeyi etkiliyor. Ağır demir eksikliğiyse hafif derecede mental (zihinsel) geriliğe neden oluyor. Uzun süreli beslenme yetersizliğinin en önemli etkisi ise savunma sistemini bozması. Türkiye'de resmi verilere göre nüfusun %80'i sağlık güvencesi kapsamında. Oysa varoşlarda ve doğuda bu oran %50'nin altına düşüyor. Ancak bu oran resmi rakamlar olduğu için gerçekleri de tam anlamıyla yansıtmıyor. Sağlık güvencesi olsa da varoş insanı bulduğu parayla karnını doyurmayı düşündüğü için sağlık sorunlarını sürekli erteliyor. Tüm bunların neticesinde yaşanan yoksulluğun yol açtığı en önemli sorunlardan biri olarak bebek ve çocuklarda yetersiz beslenmeye bağlı zihinsel ve bedensel gerilik, menenjit, zatürree kronik diyare ve daha pek çok hastalık ve bunların bir sonucu olarak da bebek ve çocuk ölümleri meydana geliyor.

Örgütsüz, sendikasız, sigortasız, ezilen, sömürülen bu insanlar herşeye rağmen çocuklarının bu şehrin imkanlarından pay almasını, en azından eğitimlerini tamamlama şansını yakalamalarını istiyorlar. Ancak okul ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz hanelerin sağlıksız koşulları ve çocukların aile geçimine katkı gerekliliği bu mekanlarda eğitimi hep yarıda sonlandırıyor. Yarına dair projeler üretemeyen, çocuklarının geleceğini güvence altına alma adına hiçbir imkan bulunamayan bu mekanlarda yükselme, statü değiştirme, kendini aşma, atılım yapma, örgütlenme, sosyal direnç oluşturma gibi eğitimin açacağı ufukları görmek elbette hayal olacaktır. İçinde yaşadığı büyük topluma iğreti bir şekilde tutunmuş, onunla asla bütünleşemeyen, geçmişiyle yada köyüyle bağını sürdürmeye çalışan bu insanların bir başka kültür olan yoksulluk kültürünü yaşattıkları bir gerçektir. Sayıları azda olsa buralardan apartkondulara terfi etmiş ve ekonomisini kısmen de olsa düzeltmiş insanların köylerindeki yaşantılarını aynen sürdürmeleri de bu eğitimsizlik sürecinin bir sonucudur. Yapılan anketlerde kitap, gazete yada başka bir kaynak okuyan insan sayısı yok denecek kadar azdır. Buralardaki insanların bir çoğunun dine bakışları da okuma, araştırma ve sorgulama yoksunluklarıyla orantılıdır. Çoğunlukla sahih din anlayışından uzak, çaresizliklerine kader diye boyun eğişten öteye geçemeyen, gelenekten devralınmış bir bakış açısı görülmektedir.

İstanbul Kuştepe'yi aktaran gazete haberi varoş gençliğinin bunalımını konu etmiş. Kuştepe'de yapılan ankete göre gençlerin %35'i istediği eğitimi göremediğini, %27'si işsizliği, %16'sı da parasızlığı karşılaştıkları en önemli güçlükler olarak görüyor. Bu bölgedeki gençlerin %40'ı işsiz ve hane halkının %50'sinin aylık ortalama geliri 100 milyon ila 300 milyon lira arasında, durumu iyi olan %27'lik grubun ise aylık ortalama geliri 300 ila 500 milyon arasında. Kuştepe'de gençler dertlerinden kurtulmak için futbol oynadıklarını ve tuttukları takımı destekleyerek umutsuzluklarını gidermeye çalıştıklarını söylüyor.

Sultanbeyli de Türkiye kentlerinde ve özellikle de İstanbul'da yaşanan varoşların dramını yansıtan önemli bir örnek. 1980'den sonra yapılaşmaya başlayan Sultanbeyli'de 1985'ten itibaren nüfus tam elli kat artmış ve bu artışın başlıca sebebi de Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan yapılan göçler olmuş. Yaşayan nüfusun çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Nüfusun %91'i 45 yaşın altında. Birçok kadın ev geçimine katkı sağlayabilmek için çeşitli meslek edindirme kurslarına (biçki-dikiş vb.) gidiyor.19 Sultanbeyli İstanbul varoşları içinde belki de en kötü durumda olanı. Merkez dışındaki mahallelerde ikamet eden ailelerin yaşam standardı çok düşük. Yevmiye usulü inşaatlarda çalışan aile reisleri çoğu zaman boş gezdiklerini söylüyor. 12-65 yaş arası işgücü arzı sadece %37. Her sabah kurulan amele pazarlarına giderek inşaatta çalışmak üzere seçilenler kendilerini şanslı görüyor. Hemen pek çoğunun sosyal güvencesi yok. En çok yoğunlaştıkları iş sahaları inşaat sektörü ve konfeksiyon atölyelerinin bulunduğu tekstil sektörü. Kadınların %34'ü ev içi fason işler yapıyor (çeşitli örgüler, basketbol fileleri ve kutu içine kurşun kalem yerleştirme vb.). Sultanbeyli diğer varoşlarda görülmeyen bir ilke de imza atmış. Kuruluş aşamasında İstanbul dışından göç alan Sultanbeyli 1983 sonrası İstanbul'un içinden göç almaya başlıyor. İstanbul'un ağır yaşam koşulları altında ezilen insanlar hayatta kalabilmek ve tutunabilmek için Sultanbeyli'ye geldiklerini söylüyorlar.20 İstanbul'un en vasat semtinde bile kiraların hane reislerinin maaşlarına eş ya da daha yüksek olduğu göz önüne alındığında bu iç göçün izahı da mümkün oluyor. Sultanbeyli üzerine araştırma yapan yazarların en ilginç bulduğu verilerden biri de burada suç işleme oranının oldukça düşük olması. Sultanbeyli'nin mevcudiyetindeki İslami hassasiyetler bu insanların açlık ve yoklukla pençeleşmek zorunda kalsa da suça yönelmemesindeki en önemli etken şüphesiz. Sultanbeyli'de alkollü içki satan hiçbir lokantaya rastlanmıyor. Bunun yanı sıra eğlence merkezleri, sinema salonları vb. yerler yok. Çünkü burada yaşayan insanların öncelikli hedefi hayatını idame ettirebilecek asgari şartları oluşturmak. İnsanlar başlarını sokabilecekleri bir ev, geçimlerini sağlayabilecekleri ekmek parasının peşindeler. Kültürel etkinlikler ve eğlence kültürü bu yüzden onlar için önemli değil.

Yukarıda aktardığımız örnekler varoşların dramını yansıtabilecek bir kaç küçük kesit sadece. Varoşların dramı kent nüfusu düşünüldüğünde çok vahim boyutlarda. Nüfusu yaklaşık 11 milyon olan İstanbul'da nüfusun %70'ini varoşların oluşturduğunu düşünürsek bu örneklerden 7.700.000 adet bulmak mümkün. Varın gerisini siz düşünün.

Türkiye'de yaşanan varoş gerçeği bir devlet politikasının ürünü olarak varlığını daha uzun süre devam ettirecek şüphesiz. Yoksul vatandaşının ihtiyaçlarını karşılama gibi bir lüksü olmayan devletin 1950'lerden sonra başlattığı konut projeleri de vaadedilenin gerçekleşmediği hizmetler olarak duruyor. Aslında Emlak ve Kredi Bankasının konut projesi tamamlanmış. Ancak bu konutlar dar gelirli ya da yoksul vatandaştan çok üst gelir grupları ya da banka çalışanlarının yatırım yaptığı yerlere dönüşmüş. Varoşlar yoksulluk mekanları olarak büyük çileleri çekmeye devam ediyor. Her yağmurda sel sularının bastığı bol rutubetli, az ışıklı sağlıksız mekanlar (sözü geçen nedenlerden dolayı) mantar gibi çoğalmaya devam ediyor. Bu durum yoksulluğun küçük ve marjinal bölgelerle sınırlı kalmayan bir toplumsal gerçeklik olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Varoş insanı sistem tarafından unutulmuş ve ölümüne yalnızlığa terk edilmiş durumda. Buralarda yaşayan insanların artık sistemden beklentisi de neredeyse kalmamış. Sorunlarını ve sıkıntılarını kendi başlarına çözmeye çalışan bu insanlar kendi dünyalarını ve alternatif yaşam tarzlarını da ortaya koymaya başlamışlar. Varoş insanı kendi kabuğunda dayanışma ağlarıyla yaşamaya çalışırken hem şehre hem de sisteme yoğun bir öfke duyuyor. Bu ülkenin vatandaşı olduğu varsayılan ama sürekli üvey evlat muamelesi gören bu insanların yönetici elit tabakayla ilgili görüşleri netleşmiş durumda. Nitekim, 1996 1 Mayısında Kadıköy meydanında kent yoksullarının tepkisi kitlesel bir gösteriye dönüştüğünde sistemin sözcüleri varoşların terörist yuvaları olduğunu gündeme taşırken, bu insanların beslenme, eğitim, sağlık, barınma sorunlarının çözümü için devletin bir şeyler yapması gereğini fazlaca sorgula(t)mıyorlar.

Devlet erkanından tanıdık yüzleri ya da tanınacak yüzleri sadece seçim zamanlarında gördüklerini söyleyen bu insanlar oy toplama uğruna ziyaret edildiklerini ve seçim sonrasında durumlarının hiç değişmediğini biliyorlar.

Devlete ait bir kurum kaçak yapı diye tanımlanan bu yerlere elektrik yada su hizmeti götürürken, ilişkili bir başka kuruluş yıkım kararı yazısını ellerine tutuşturduğu yoksulların barınaklarını kepçe ve dozerlerle başlarına geçirebiliyor. Dönecek başka yeri olmayan bu insanlar, yıkılan konduların yıkıntıları üstünde, çoğu zaman çöplerden, inşaat artıklarından topladıkları tahta parçaları yağ tenekeleri, kimyasal madde ambalajları ile yeniden yaşama kavgasına başlıyorlar. Yıkılan kondunun yerine yenisi dikilebiliyor.

Pendik - Şeyhli gecekondularının hemen yanı başında Büyükşehir Belediyesi modern bir site kurmuş durumda. Çoğu Güneydoğu ve Alevi kökenli gecekondu sakinleri bu konutlarda yaşayanlara kendi haklarını gasp edenler olarak bakıyor. Konutlarda yaşayanlar ise bu gecekondu kirliliğinin bir an önce buradan kaldırılmasını istiyorlar. Gecekondulardaki davul zurnalı mahalle düğünlerinden, sokak kavgalarından, çocukların eğitimsiz ve ağzı bozuk olması gerekçesiyle kendi çocuklarına zarar vereceği endişelerinden şikayetçiler. Bu konutlara her türlü hizmet ve altyapı götürülmüş durumda iken, gecekonduların hazine arazisi üzerine kurulduğu gerekçesiyle yıkım kararı var. Çoğu hanede su tesisatı yok. Hala varillerle su taşıyorlar. Bundan birkaç dönem önce belediye seçimleri için gelen başkan kendilerine tapu verilmesini sağlayacağını vaadetmiş. Buna güvenerek pek çok kişi köylerinden akrabalarının da buralardan arsa almasını sağlamış. Bundan faydalanan oy alan partiler ve de arazi mafyaları olmuş. Belediye su deposu ve başka projeleri nedeniyle, gecekonduları kaldırmak istiyor. Ve gecekondululara arsa istimlak parası ödenmiyor. Sadece bu derme çatma evlere ödeme yapılıyor ki bununla yeniden bir yere yerleşmek imkansız. Hane reislerinin çoğunun düzenli bir işi yok. Yapılan söyleşilerde asgari ücretle bile olsa düzenli bir işi olan ve SSK'sı olan aileler zengin olarak tanımlanabiliyor. Bu da bize kent yoksulları ile modern şehrin yaşamıyla barışık insanların birbirleriyle uzlaşamayacak bakış açılarını yansıtan küçük bir dipnot olsa gerek.

Sonuç

Bu konuda söylenecek sözler bu kadarla sınırlı değil şüphesiz. Son yıllarda medyatik ve akademik pek çok araştırmaya konu olan varoş gerçeği, kapitalist dünyanın çıkarcı ve sömürücü mantığının bir ürünüdür. İnsan işgücünün yapacağı üretimi makinelerle sağlayan teknolojik gelişmeler, bu makineleri kullanacak teknik donanıma sahip insan işgücünü de rekabete sokarak en düşük ücretle çalışmayı kabul edene belirli imkanlar dahilinde iş olanağı sunarak, milyonları işsiz bırakmakta bir beis görmemekte, sonsuz üretim ve çılgınca tüketimle sınırsız sermaye birikimini öngörmektedir. Kitlesel tepkiler verebilme ihtimallerine karşın pek çok büyük işletme, kendi çıkarlarını güvence altına almadan sendikal haklara dahi izin vermemekte. Bu tarz hak aramalarında işletme dışındaki sayısız işsizin iş için sırada olduğu gerçeğiyle insanların haklı talep ve tepkileri sindirilmektedir. Bu nedenle de az ücrete ve az sosyal imkanlara rağmen, en ağır koşullarda çalışan işçiler hayatlarını idame ettirebilecekleri sağlıksız mekanlarda yaşamaya mecbur bırakılmakta.

Bu acımasız tarihi gerçeği, pek çok edebiyat ödülüne layık görülmüş İngiliz Yazar Steinbeck'in Gazap Üzümleri adlı romanında da en yalın yüzüyle okumaktayız. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte yaşanılan bu buhranın, her geçen gün daha da çoğalıyor olması kapitalist zihniyet adına utanılası bir durum olsa gerek. Romanda çağdaş adı altında bizlere övgüyle tanıtılan Avrupa ve Birleşik Amerika'da insanların alınterlerinin acımasızca sömürülüş hikayesini, çıkarlarını güvenceye almadan emekçilere hiçbir hakkı vermediğini de görmekteyiz.

1850'lerde Batı'da ve Latin Amerika'da iyice belirginleşen Slum ve Ghetto'ların, yaşadığımız ülkedeki karşılığı gecekondular olmuştur.

Bu gün kabaca resmini çizdiğimiz bu durum, sadece bu güne ait olmayan, birkaç yüzyıldır yapılmış haksızlıkların ve çarpıklıkların bir sonucudur. Osmanlı'dan başlayan yönetim, askeri ve bürokrasi alanlarına Devşirme ve Enderun'luların layık görülmesi kendi öz halkına toprağı ekip-biçen vergi veren Reaya (sürü) muamelesi, cumhuriyet döneminde de pek değişmemiştir. Ülkeyi yönetenlerle çıkarsal ilişkisi olanların sayısız imkanlara ve eğitim koşullarına sahip olmasına karşılık, bu ülkenin bağrında büyümüş insanlar öz yurtlarında vasıfsız ve işsiz durumuna getirilmiştir. Ülkede yatırımlar yalnızca belirli bölgelere yapılırken, belirli bölgeler hala daha bırakın sanayi kuruluşlarını içme suyunu dahi bulamamaktadır. Yine bu ülkenin kaynaklarından sömürülerek kazanılan paralar yurt dışında menkul ve gayrı menkullere dönüştürülerek, bu ülke insanlarının hakları çalınmaktadır.

Sosyal devlet yapısında vatandaşın asgari bir takım güvenceleri olmalıdır. Sağlık, barınma ve eğitim ise bunların başında gelmektedir. Oysa bir kısım insanlar estetik operasyonlar için uluslararası tedavi merkezlerini bir mahalle ziyareti gibi ziyaret edebilirken, bu ülkenin kaynaklarında hak sahibi olması gereken bebekler açlıktan, gıda yada ilaç eksikliğinden ölebilmektedir. Yine bir kısım insanların çocukları, en lüks eğitim yuvalarında özel eğitime tabi tutulurken, her gün km.'lerce yolu lastik pabuçlarla kar-kış yürüyerek öğretmensiz veya eğitim malzemesiz okullarda eğitim almaya çalışan çocuklarla aynı sınavlara (ki bu konu apayrı bir dosya konusudur) tabi tutulmaktadır. Bin bir güçlükle kazanılan okullarda binlerce prosedür ve yasaklarla, gencecik beyinlerin hayal dünyaları daraltılmakta, korku, baskı gibi unsurlarla hayata dair yeni atılımlar yapabilme becerilerine engel olunmaktadır.

Peki müslümanlar olarak bu konuda bizlerin tavrı ne olmalıdır?. Dünya nüfusunun hızla arttığı ve dünyadaki kaynakların her geçen gün tüketildiği bu dünyada kafaları allak bullak edecek ölçüde hızla dönen bu çarka karşı duruşumuz ne olacaktır?.

Her şeyden önce Allah'ın sınırsız arzında üretime dönüştürülecek pek çok nimetin bulunduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekmektedir. Dışarıdan zorlamalar ve haksız tecavüzler olmadığı durumda, her insanın yaşadığı mekanda barınma ve geçinme şansı vardır.

Yaşadığımız ülkedeki bu yoksulluk dramlarının sorumlusu bizim inandığımız inanç sistemi değildir. Çünkü bizim iman ettiğimiz Kuran, 'öksüzü itip-kakan, yoksulu doyurmaya ön-ayak olmayan, en ufak yardımı esirgeyen, kendine nimet olarak verilen kazancında yoksulların rızkının da bulunduğuna inanarak Allah'a güzel bir borç(infak, zekat, sadaka) vermeyen, mal yığıp sayarak malının kendisini ebediyen yaşatacağına inanıp oyalanan kişilerin pek yakında yakin gözüyle cehennemi göreceklerini, tüm yaptıklarının dünya ve ahirette boşa gideceğini vurgulamaktadır.

Bizlere de; Rızkın Allah'tan olduğuna inanıp, O'nun arzında sonsuz kereminden nasibimizi aramayı ve insanca yaşamak için hicret etmeyi, miskinlikten uzak durmayı, çalışarak tevekkül etmeyi, kanaat etmeyi, saçıp-savurmamayı, kazançlarımızı vererek (paylaşarak) temizlemeyi, ölçüde ve tartıda hile yapmamayı, adaletle davranmayı, emeği sömürmemeyi-her türlü emek sömürüsü ve haksızlıklar karşısında inananlarla tek yumruk onurluca karşı çıkmayı, dil- din- ırk ayırmaksızın mazlumun yanında, zalimin karşısında durmayı sorumluluk olarak yüklemektedir.

Öyleyse ne zaman, ne şekilde sonlanacağını bilemediğimiz hayatımızı, ekini ve nesli bozguna uğratan zulmü ifşa etmek, bize dayatılan zorbalıkların, yoksunluk ve yoksullukların Rabbimizin bizim için tayin ettiği boyun eğilesi kaderimiz olmadığını her şartta haykırmak ve inandığımız erdemli bir yaşamın örnekliğini, Fırat'ın kenarında kurdun kapacağı kuzunun hesabını ver(eme)mek kaygısıyla gösterebilmek ve umutsuzlara bir umut ışığı olmak tek amacımız olmalıdır.

 

Kaynaklar:

1- Türkdoğan, Orhan, Gecekondu İnsan ve Kültür, GENAR Araştırma-Eğit.Danışmanlık, 2002.

2- Türkiye'de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri, Demokrasi Kitaplığı Yayınevi, Ağustos 2002.

3- 75 yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Tarih Vakfı Yayınları.

4- Sosyalist Barikat, Ekim 2002.

5- Ayçiçek, Metin; Özgür Politika, Mayıs 2001.

6- Kent Yönetimi İnsan ve Çevre Sorunları Sempozyumu,17-19 Şubat 1999, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları

7- Dirlik, Sinan; Milliyet Yazı Dizisi, Ocak 1997.

8- Onat, Ümit, Gecekondu Kadınının Kente Özgü Düşünce ve Davranış Geliştirme Süreci, Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı,1993.

9- Karataş, Kasım, Gecekondu Ailelelerinin Kentle Bütünleşmesini Engelleyen Nedenler, Milliyet,12 Temmuz 1991.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR