1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Ülkenin Kıyısındakiler ve Referandum

Ülkenin Kıyısındakiler ve Referandum

Ekim 2010A+A-

Referandum sonuçlarının ortaya çıkarttığı haritada, Karadeniz bölgesi hariç, diğer sahil kentlerinin tercihlerinin büyük oranda ‘hayır’ şeklinde sandığa yansıması, ilginç ve manidar yorumlamalara kapı aralamaktadır. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin, referandumu; esas konusu olan anayasa tartışmalarından ziyade, hükümet icraatlarına endekslemeleri ve bu eksende yolsuzluk ve yoksulluk propagandalarına ağırlık vermeleri, beklenilen sonucu getirmedi. Ülkenin görece daha yoksul bölgeleri anayasa değişikliğini olumlarken, varsıl kesimlerin ve kısımların itirazları; dikkatleri, söz konusu propagandanın etkisizliğinin yanı sıra daha başka noktalara da çekti.

Buna göre denilebilir ki, referandumun muhatapları, meseleyi ekonomik değil, sosyal ve siyasal temelde ele aldılar. Sosyal dejenerasyonun, “çağdaş yaşam” adı altında nispeten daha yoğun gözlemlendiği “kıyı” bölgelerinde, tercihin statükodan yana ortaya konması da söylediklerimizi destekler mahiyettedir. Bu açıdan bakıldığında, “çağdaş”lığın teminatını alkol tüketimine ve gayri İslami yaşam tarzına bağlı gören Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve familyasının icraatları da (‘cerahatleri’ der gibi oldu ya, neyse) daha bir anlaşılır olmaktadır.

Elbette maksadımız, alkol gibi son derece “faydalı” bir nesneye karşı çıkarak “irticai” bir kalkışmaya (Tophane’deki gibi!!) tevessül etmek değildir. Hem biz biliriz ki, mezkûr nesneyi “Gazi” de kullanmıştır. Şimdi birdenbire, bu “örnek”e nasıl ve niye geldiğimiz sorulabilir. Açıklayalım: Efendim bu memlekette halen birileri M. Kemal’in, handiyse her davranışını kutsal addedip, onun en sıradan konularda bile “taklit” edilesi bir varlık olduğunu düşünmekteler. (“Düşünmenin” buraya gidip gitmediğine siz karar verin.)

Sözlerimizin doğruluğunun en son karinesi yine “kıyı”lardan, yine Antalya’dan… Rivayet o ki, bu ilimize bağlı Lara ilçesinde “Feyziefe” adını kendisine uygun görmüş bir “site” tesis edilmiş ve bura sakinleri kendilerini: “Atatürkçü, çağdaş ve laik” olarak nitelemişler. Asansör talimatlarında bile “Asansöre dört Atatürkçüden gayrisi binmesin!” denilip bir de 320 kilogram şerhi düşülmüş. Böylelikle bir Atatürkçünün kaç kilo olması icap ettiği sorusu ve sorunu da neredeyse halledilmiş. Elbette asansör için hâlâ normal sayılabilecek bu “ağır”lığın memleket sathı söz konusu olduğunda giderek kıymetsizleştiği de gün gibi aşikarmış. Yine bu güzide sitede denilmekteymiş ki; “Gazi çimlere basmazdı, siz de basmayın!” Tabi bu örneklemelerin ve tarzın, İslami literatürde “siyer, hadis ve sünnet” olarak bilinen ve peygamber rehberliğini gerekli kılan “tavsiye ve özendirmelerle” benzerliği de dikkatlerden kaçmıyormuş.

Böylesi basit edim ve eylemleri bile M. Kemal’e refere etmekten çekinmeyenlerin nahifliğini konuşmak ne yazık ki, hâlâ gerekli olabiliyor. Bu zihniyetin mensupları, neredeyse her seferinde, (Antalya ve Tophane örneklerinde de olduğu üzere) zararlarını dünya âlemin bildiği içki/alkol tüketimini; “çağdaş yaşam” adı altında Atatürkçülük ile irtibatlandırıp, gerçekleştirmekte beis görmüyorlar. İşte son kez referandum vesilesi ile ortaya çıkan “kıyı”ların ahvali de bu korelasyonun devamı ve neticesi olarak okunsa gerektir.

“Çağdaş”lığı bu tür çocuksu girişimlerde arayanların ve tanımlayanların, “dar şerit”lere ya da “fildişi site”lere mahkûm olmaları kaçınılmaz gibidir. Görünen o ki, elitistlerin, halkı ve onun değerlerini küçümseyenlerin bütün umutları ve seçenekleri hızlıca tükenmekte; onlar da kendilerini “içki”ye vermektedirler. (Öyle ya, onlar içmesin de kim içsin?) Hal böyle olunca da her seferinde “geç” kal(k)maktadırlar. İşin ezcümle hülasası budur.

CHP liderinin teşkilatlara gönderdiği talimatlarda, Ramazan ayında partililerin içki içerken görülmemeleri/yakalanmamaları, belki de bu yüzden önemli bir hatırlatmaya dönüşmüş idi. Zaten o sıralarda, CHP’de “yakalanmak/basılmak” sendromu da kendisini hissettiriyordu. Oysa CHP söz konusu olduğunda her seferinde olayların yönü değişiyor, ayıp ve rezillikler bile vaka-i adiyyeden addedilip siyasi ranta dönüştürülebiliyordu. Neredeyse kelimenin bütün çağrışımları ile “sahip” olmak, CHP’nin siyasal duruşunun en belirgin alamet-i farikasıydı. Sanki “Vizontele” filminde köyün tek televizyonuna (onların tabiri ile vizontelesine) sahip olan köylünün dediği gibi; “Vizontele de onlarındı, -dizi oyuncusu- Lusi de!” Bu yüzden olsa gerek, duyulması halinde bir başka kişi ya da partiyi yer ile yeksan edecek fiiller, -28 Şubat’ta ki Müslüm Gündüz tertibini hatırlayalım- bırakın yıkıcı olmayı, CHP için anında kabuk değişikliğine ve taze kan arayışına tahvil edilebiliyordu.

Deniz Baykal ile Nesrin Baytok birlikteliğinin, CHP’de yeni bir liderlik doğurması, beklenen bir şeydi. Bu sürecin neticesinde görevlendirilen kişi de serdettiği sözler ve sergilediği tutumlar ile şimdiden siyasi tarihimizdeki hak ettiği yeri aldı. Burada bu “vecize”lerin bir dökümünü yapacak değiliz. Fakat birkaç husus var ki onlara değinmeden geçmek olmaz. Bunların kuşkusuz en önemlileri “rolünü arayan adam” nitelendirmesini haklı çıkartacak derecede Kılıçdaroğlu imzası taşıyordu. Özellikle de “Gandi selamı” verirken ortaya çıkan/konan fotoğraf çok büyük önem arz etmektedir. Aslında mezkûr fotoğraf, hiçbir hazırlığı ve alt yapısı olmayıp, birilerinin iteklemesinden güç devşirmeye çalışanların hazin şaşkınlığını yansıtıyordu.

Ayakları hiçbir zaman bu topraklara değmemiş bir siyasi geleneğin liderliğinin, kendisine bu ülkede hiçbir karşılığı olmayan Gandi’yi örnek alması, hele bunun da malum medyanın (fiziksel benzerlikten kalkarak) yakıştırması ile gerçekleşmesi, tam bir trajikomedidir. Kaçıranlar için söyleyelim CHP liderinin, partililerine, iki elinin ayalarını göğüs hizasında birleştirip eğilerek verdiği selam tarihî önemi haizdir. Bu tarihî olaya şahit olmak isteyenler, ne yapıp etsinler bu görüntülere ulaşsınlar. Ulaşsınlar da hiçbir sosyal, siyasal ya da kültürel karşılığı olmayan arayışların akıbetini görsünler. Bundan mıdır bilinmez, bir müddet sonra aynı kişiyi daha “yerli” arayışlar içinde de gördük. Bu sefer karşımızdaki “Ecevit kasketi” ile arz-ı endam ediyordu. Ama yine siyasi karşılığı kalmamış; öyle ki kendi partisine bile hayrı dokunmayan, fikirleri de şahsı da “mevta” olmuş yanlış bir imaja sarılınıyordu. Tam günler böyle geçip giderken, referandum geldi çattı. Rol/yol bulmakta epey zorlanan ve bu esnada pek çok ilke imza atan kahramanımız bu sefer de oy kullanamayarak bir başka ilke imza attı. Neyse ki “Burası Türkiye”ydi ve bir şeycikler olmadı. Kılıçdaroğlu da yerinde kaldı. Yalnız “Recep Bey” örneğinde olduğu gibi, başkaları ile dalga geçme alışkanlıkları da birden yok oldu. Ama kendileri daha şimdiden mizah dünyasına sağladıkları katkılarla, uzun yıllar anılmaya hak kazandılar.

Aslında bu öykü mizahi olmaktan ziyade, iddialarını ve inançlarını salt bir iki kıytırık şekle, içi boş söyleme ve eyleme hapsedenlerin, arkalarına silahlı-külahlı güçleri almaları durumunda dahi başaramayacaklarının öyküsüdür. Yine bu durum, özde/esasta bir değişiklik olmadığında, medya parlatmalarının ve pazarlamalarının da işe yaramadığının ibretamiz hikâyesidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR