1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Türk ve Kürt Sorununa Karşı Bilinçli Müslümanların Tavrı

Türk ve Kürt Sorununa Karşı Bilinçli Müslümanların Tavrı

Ocak 2016A+A-

İster Kürt Sorunu ister Kürt Meselesi diyelim. İslami kimliğini, bağlayıcı ve üst kimlik olarak yaşatan bütün muslih, şahid, muttakî, sâbikûn olmaya çalışan bilinçli Müslümanlar için problem, Avrupa kökenli seküler uluslaşma süreciyle alakalıdır. Bilad-ı Rum ve El Cezire denilen Ön Asya’da problemin ilk faili de Türk uluslaşmasıdır.

Avrupa, Batı-dışı toplumlara ve ümmet coğrafyasına ulusçuluk adlı ilerlemeci ve seküler toplumsal projeyi,  kimlikleri devşirme ve imkânlarımızı sömürme planı olarak hazırlamış ve sunmuştur.

Coğrafyamıza yönelik ulusçulukların tarihi ve stratejisi 18.-19. yüzyıl Avrupası’nda yapılan Türkoloji, Araboloji, Kürdoloji, Farsoloji çalışmaları ve açılan enstitüleri ile müsteşrikler tarafından başlatılmış bize intihalen gelmiştir. Sadece Türkçülüğün Avrupalı kökenlerini görmek için Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabının ilk 30-40 sayfasını okumak bile yeterli olacaktır.

Churchill ve Lawrens başkanlığında 40 Avrupalı harita mühendisiyle 1921’de Mısır’da yapılan Kahire Toplantısı’nda coğrafyamızıulus sınırlara bölen masabaşı mühendislik çalışmasında, yeni kurulan SSCB’nin komünist yayılma tehlikesi olmasaydı belki de El Cezire bölgesinde Kürdistan adlı bir ulus devletin kurulmasına da ön açılacaktı.

Avrupa merkezli kapitalist yayılmanın saldırısı karşısında İslam ümmeti olarak îtikâdî ve siyasî alanda vahiy nimetinden uzaklaşmanın sonucunda sünnetullah gereğince düşmüştük ve zayıf bir haldeydik.

Kur’an nimetinden uzaklaşmamız ve düşkünlüğümüz sonucunda Avrupalıların Anatolia veya Turkia dedikleri bölgede Atatürk ve Türkçü kadro tarafından tepeden inmeci bir Türk devleti kuruldu ve Oğuz kavmine de zulmedilerek, bu topraklar üzerinde Anasır-ı İslam’a seküler Türk ulusçuluğu kuralları dayatıldı. Ümmet coğrafyasında yeni biçimlendirilen ulus devletlere örnek oluşturulan ve Türk ulusunun kuruluşu ile ilgili Mustafa Kemal’in sözü belirleyici idi: “Ümmetten bir millet/’ulus’ yarattık.” Tabii ki “millet” galat-ı meşhur bir kullanımdı.

Türk uluslaşmasında “Saptırılmış İslam Telakkisi” ve “Ulusal Diyanet Yapısı” heterojen yeni ulusal yapı için yapıştırıcı bir unsur olarak kullanılmaya çalışıldı.

Müslümanların tümü ve Türkleştirilen veya Türkleştirilmeye çalışılan Anasır-ı İslam çok acılar çekti. Geleneksel yapısı ve İslami bağları nedeniyle Türkleştirme politikaları karşısında en az çözülen Müslüman Kürt kavmi oldu.

Yasaklar ve keskin zulüm dönemlerinden sonra Türkiye’de Kürt sorunu sosyalist TİP’in 1970’deki 4. Kongresi’nde ilk defa kamuoyunda açık olarak tartışıldı.

Türk Sorunu’ndan neşet eden Kürt Sorunu’na Lenin’in icat ettiği çizgide sosyalist-ulusçuluk diyalektiğinde yaklaşan PKK öncü zihniyeti, 1970’li yılların sonundan itibaren la-dini ve sosyalist bir kurguyla örgütlendi.

Abdullah Öcalan 1999 İmralı Savunması’nda Kürt halkını “feodal bağlar”dan kurtarıp 15 yıl içinde uluslaştırdığından bahsediyordu. Yeni söylem “Tek devlet, tek bayrak ve iki ulus” noktasına evrilmişti. Amaç çağdaş medeniyet seviyesi doğrultusunda Batılılaşmaktı. Bu noktada Kemalizm ile Apoizm aynı ilerlemeci hedeflerde buluşuyordu.

PKK çizgisiyle paralel tüm Kürt ulusalcıları dini feodal döneme ait görmeye başladılar. Tüm liberaller, bütün din ve ideolojileri güya kendi tarafsız-“özgürlükçü” şemsiyeleri altında toplamaya çalışırlar ve liberalizmi üst ve bağlayıcı değer olarak görürler. Kürt ulusalcıları da Kürt ulusunu tek bağlayıcı ve üst değer olarak algılamaktadırlar. “Bir Türk dünyaya bedel” sapkın metaforunu, tepkiyle Kürt kardeşlerimiz üzerinden canlandırmaya çalışmaktadırlar.  Türk ulusalcıları gibi, sosyalist kökenli Kürt ulusalcılarına göre de “ulus kimlik” en üst değerdir. Türk ulusalcıları gibi, onlara göre de din ve ideolojiler ancak Kürtlük şemsiyesinin altında hayat bulabilir. Kürtlük ideolojisi İslam’ın da, Süryaniliğin de, ateistliğin de dindarlığın da üstündedir.

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyen Firavun gibi iddialara sahip olan tüm bu tür kendi idealini mutlak ve “üst değer” gören bakış açıları, Kur’an bağlamında tam bir sapma ve ifsat hali içindedir.

İster Şafii ve Nakşi çizgide olan, ister mezhepçi ve batini din algısından ıslah temelinde arınmaya çalışan ve tevhidi uyanıştan yana olan Müslüman Kürtler, dışarıdan nitelemeyle “Kürt İslamcılar”, kendi çizgilerinde samimi iseler asla seküler ve la-dini Kürt ulus kimliğini üst değer olarak kabul etmezler. Kürt kavmi kimliğini ve ana dilini Allah’ın kevni ayetlerinden sayarlar; ama ilerlemeciliği ve Batılı yabancılaşmayı ifade eden Kürt uluslaşmasını onaylamazlar.

Bu noktada Kürtlük meselesi ile İslamcılık karşı karşıya getiriliyor. İslamcılık ifadesi de ulusçuluk ekseninde bölünüyor. “Türk İslamcı”, “Kürt İslamcı” ifadesi kullanılıyor. Ve sonra da İslamcılık, “Siyasal İslam” ifadesiyle Batılıların itham terkibi olarak ele alınıyor.

Siyasal İslam, onlara göre kurgusal bir proje. Gelenekçi İslam ise yerli ve organik…

ABD’nin özgürlükçü İslami hareketler yerine “Ilımlı İslam”ı istemesi gibi, ilerlemeci Kürt ulusçuluğu da Batılı paradigma eksenli yürüyüşüne yeterli cevap veremeyen, mezhepçi ve batini bir tıkanıklık içinde kullanabileceği bir İslam algısına razı oluyor.

Norşin Medresesi’nin Müderrisi Nurettin Mutlu ile Nakşi postunu on yıllarca önce bırakan Ferudiddin Aydın hocam ile 2012’de yaptığımız mülakatta Mutlu şöyle diyordu:

Doğudaki medreselerimiz müfredat ve usul olarak kendini yenileyemedi; bölgedeki meselelere cevap üretemediği için alan, gayri İslami güçlere kaldı. Biz 15 seneden beri daha çok batıdaki alimlerin, ilahiyatçıların üretiminden yararlanıyoruz. Bu böyle gitmez. Medrese müfredatında ve usulünde bir ıslaha, bir yenilenmeye ihtiyacımız var...”

İslam adına konuşanlar, birbirlerini anlayabilmeleri için öncelikle  “millet”, “ümmet”, “kavim”, “şa’b”, “muslih” gibi Kur’ani; ayrıca “ulus”, “vatan”, “bayrak”, “devrimci”, “İslamcı” gibi modern dönemde icat edilen veya icat süreci ile anlamları değişmiş modern kavramlar hakkında ne anladıklarını ortaya koymalıdırlar.

Uluslaşma süreciyle ve modern toplumla ilgili kullanılan Kur’ani ve modern kavramların, karşılıklı olarak hangi bağlamda kullanıldığı taraflarca doğru bilinemeyen bir diyalog, körler ve sağırlar diyalogundan kurtulamaz.

Kürt Sorunu ve İslam(cılık)

Kürt meselesinin çözümünde Müslümanların veya ödünç bir kullanımla İslamcıların ne yapıp yapmadığına bakacak olursak...

Türkiye’deki iktidar cephesinden deKürt ulusalcılarından da “açılım politikaları” ve “çözüm süreci” denilen süreçlerde İslamcılar yeterli ilgiyi göstermedi denilebildi. Bu konu “Kürt Sorunu ve İslam(cılık)” başlığının ana ekseni olduğu için öncelikle “Hangi İslamcılar?” sorusu kaçınılmaz. O zaman kısaca İslamcılık kavramı üzerinde durmalıyız.

Osmanlı topraklarında ve Osmanlı sonrası Bilad-ı Rum ve El Cezire topraklarında İslamcılık ifadesi yüz yıl içinde üç farklı anlamda kullanılmıştır:

İlk olarak kullanılan İslamcılık, İttihad-ı Terakki’ye aittir. Osmanlıyı kurtarmada takip edilecek üç stratejiden birisiydi. İttihad-ı İslam hedefinin gücünden yararlanmaya çalışan pragmatik bir söylemdi.

İkinci olarak kullanılan İslamcılık, Kemalist devrimlerle, İstiklal Mahkemeleri ile, sürgünlerle, suikast ve katliamlarla yapılan tüm sindirmelere rağmen, Osmanlıdan zaaflarla devralınan İslami aidiyetleri devam ettirebilmek için aktif veya pasif olarak direnmek demekti. Savunmacıydı.

Başta Tarık Zafer Tunaya gibi Kemalist akademisyenler, karşıtına sığınarak da olsa var kalmaya çalışan, İslam’ın tatbikatını istemekle beraber, uzlaşma yolunu tutmak zorunda kaldıkları için kimliklerine “millilik”/ulusallık sıçrayan ve süreç içinde “milli”/ulusal dindarlar haline gelen bu kesime de İslamcı dediler. Ancak bu çizgi bugünkü bazı dindarlar gibi makam, mevki ve ihale peşinde olduğu için değil; İslami aidiyetlerini yaşatabilmek için çaresizlik içinde karşıtına sığınarak var olmaya çalışan büyüklerimizdi.

Üçüncü olarakda 1970’li yılların ortalarından itibaren başlayan İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme sürecine de İslamcılık dendi. Aslında bu dönem yeniden İslamlaşma süreciydi. Bu süreçte “milli”/ulusal, sağcı, devletçi aidiyetler reddedilmeye başlandı. Islah ve inşa ideali öncelikliydi.

Bu üçüncü tarz İslamcılık; yaniİslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme süreci, öncelikle Müslümanları Türk veya Kürt ulusalcılığına iten resmi ideolojiye, Türklük ideolojisine karşıbir başkaldırıydı.

Kürt sorunu, Hz. Ömer döneminde İslam’la şereflenmeye başlayan El Cezire ve Diyar-ı Rum toprakları üzerindeki ortak paydalarımızın tasfiyesi ve ismi yeni üretilen Türkiye’de Türk resmi ideolojinin dayatmaları neticesinde oluşmuştur. Bu resmi ideoloji dayatmasına ve Lozan Antlaşması’nın şer’i hukuku beş yıl içinde kaldırıp Avrupa kanunlarını yürürlüğe koyma dayatmasına da ilk defa Şeyh Said’le birlikte bu ülkenin 60 il ve ilçesinde Müslümanlar kalan güçleriyle ayaklandılar, karşı çıkmaya çalıştılar. İdamlar, katliamlar, yasaklar ve sürgünlerle sindirilen bu direniş ruhu; 1970’li yılların ortalarından sonra yeniden yükselen İslami duyarlılık ve tevhidi bilinçlenme süreçleriyle sağcı, devletçi, ulusalcı kirlerden arınmayla başladı. Ve tedricen Frenkleşmeye, ulusalcılığa, batılılaşmaya, iç ve dış vesayete, sömürgecilere karşı ümmet tedricen uyandırılmaya çalışıldı.

Kürt sorunu hakkında Müslümanların aktif olmadıkları yaklaşımı ya yakın tarihimizi bilmemekten, ya da ideolojik saptırmaların etkisinde kalmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü Müslümanların Türk sorununa ve dayatmasına karşı çıkmaları tarihi, Kürt sorunuyla da doğrudan ilgilidir.

1970-80 dönemi Türkiye’sinde İslami uyanış ve bilinçlenme sürecinin taşıyıcıları kendilerine İslamcı demedi. Onlar İslam’ı, itikadından siyasetine kadar dareyn hidayetini kazandıracak, adalet ve fıtri özgürlüğe ulaştıracak bütünsel bir dünya görüşü olarak idrak etmeye çalıştılar. Çünkü bu uyanış ve bilinç, Kur’an’la insanları karanlıktan aydınlığa, her türlü zulümattan nura çıkartmayı hedefliyordu.

Biz Osmanlı bakiyesi Müslümanların, T.C. kurulurken Kemalistler tarafından tasfiye edilen İskilipli Atıf, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi Yazır, Birinci Dönem Said Nursi gibi ıslah çizgisine yönelen, Anasır-ı İslam’ı yeniden uyandırmaya ve inşa etmeye çalışan ilk öncülerimiz tamamen tasfiye edilmişti. Tasfiye edilen ıslah öncülerimizin takip ettiği izle, görece 1962 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamından yararlanarak ancak 1960’lı, 70’li yıllarda bağ kurabildik. Ümmet coğrafyasındaki İslami hareketlerin takip ettiği ıslah çabalarının hattıyla buluştuk. Ve ancak 1970’li yılların ortaları ve 1980’lerde Kur’an’ı ve onun örnek uygulaması olan Muhammedi Sünneti kavrama ve vahyi bilinçlenme sürecine adım atabildik. Ancak o yılların konjonktürünün de etkisiyle daha kendi temellerimizi oluşturamadan, aceleci hevesler ve atılımlar peşine düştük. Ümmeti uyandıracak ve pratik mücadelenin içinde bir şüheda nesli oluşturacak öncelik yerine, iktidar olup toplumu yukarıdan aşağıya değiştirme aceleciliği veya acemiliği içine girdik.

Bu çizgideki İslami uyanışta bir kısmımız seçim ve parti yolunu, bir kısmımız devrim ve illegal örgütlenme yolunu seçti. Kur’an ve hadis taramaları, Kur’ani kavram çalışmaları, “Fi Zilal-Elmalı” ile iç içe tefsir okumaları, “Kur’an’a Göre Dört Terim”, “Yoldaki İşaretler”, “İslam Davası” gibi çalışma ve kitaplar İslami uyanışın bu iki farklı yöntemini seçenlerin kütüphanelerindeki hala ortak kitapları oluşturmaktadır. Ama Kemalist baskı ve yasaklardan gelen rehbersizlik ve deneyimsizlik en önemli zaafımızdı.

Rehbersiz kalışımızın İslami uyanış sürecine yaşattığı en önemli zaaf, toplumu gereği gibi bilgilendirecek etkin öncü bir nesil oluşturmadan veya temel ölçü ve adabımızı biriktirmeden, seçim veya devrim yoluyla iktidar hedefine kilitlenmekti. Bu yanlış öncelikli hedefe göre seçim veya devrim yoluyla iktidara gelinecek, Kemalist sistem tasfiye edilecek ve toplum yukarıdan aşağıya biçimlendirilecekti.

Bu sünnetullah’a uymayan bir ütopyaydı. O yılların konjonktürünün de etkisiyle kendi fikri ve sosyal temellerini sağlama almadan, genelde aceleci hevesler ve atılımlar peşine düşüldü. Bu aceleci heyecanı taşıyan İslami mücadele kadroları, hayatın gerçekleriyle tanıştıkça, öncelikli hedef bildikleri aceleci amaçlarına ulaşamayacaklarını büyük bir moral bozukluğu içinde anlamaya başladılar. Bu moral bozukluğu İslamcı veya Siyasal İslamcı denilen kadroların önemli kısmında sağ ve sol sapmalar, Türkçülüğe veya Kürtçülüğe kaymalar, batini gelenekçiliğe ya da liberalizme veya tarihselci modernizme yönelimi artırdı.

1970-80’lerde İslami uyanışımız, partili-seçimli ve partisiz-devrimci çizgi içinde gelişmişti.

Devrimci çizgi, ıslah ve inşa çizgisini, sünnetullah’ı algılamak konusundaki zayıflığını ve zaaflarını büyük ölçüde aşamadı.

Partisel çizgisi iseKemalist Anayasa çerçevesinde İslami veya İslamcı particilik yapılamayacağını çok geç anladı.

Özellikle 28 Şubat 1997 darbe sürecine gelindiğinde, sonuçta özeleştiri ve şura geleneğini oluşturma olgunluğunu henüz yakalayamayan birikimimizde önemli kırılmalar, savrulmalar yaşandı.

Şimdi Kürt sorunu karşısında İslamcılar zayıf kaldı veya tutarsız tavırlar izledi yaklaşımı vakıamıza uymayan bir genellemeciliktir.

Hayır. Kastedilen İslamcılar, öncelikli hedeflerinin yanlışlığınatoslayıp hat değiştiren, temeli oluşmamış eski İslamcılar’dır. Nasıl ki öncelikli hedef travması yaşayan Kürtçü olmayan İsmet Özel, Dücane Cündioğlu, İhsan Eliaçık, Mehmet Bekaroğlu gibi eski İslamcılar Türkçülüğe, enel hakçılığa, tarihselci solculuğa veya Kemalist dindarlığa saptılar ise; öncelikli hedef yanılgısı yaşayan Müslüman Kürtlerden Kur’an ile nefislerini ıslah edemeyenler (eski İslamcı Kürtler) de seküler Kürt ulusçuluğuna saptılar.

Onarıcı Özeleştiri ve Islah Dili

Bugün Kürt meselesinin çözümü konusunda Kürt ulusalcıları, küresel kapitalist baronların desteğini alarak inisiyatif sahibi olmuş gözükmektedirler.

Ancak bu konuyla da ilgili olarak İslami uyanışın birikim yetersizliğinden ve bu yetersizlik içinde rehberlik modeli oluşturamamasından kaynaklanan travmalar geçicidir. Çünkü 1970’li 80’li yıllara göre bugünkü İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme süreci çok daha imkânlıdır. İhtiyacımız olan, istişari diyalog ve birlikte iş yapabilme ortam ve güvenini yeniden kazanabilmektir. Özeleştirimiz yıkmaya değil onarmaya, ıslah ve inşaya yöneldikçe bugünkü ve orta vadeli çabalarımızın istikameti de belirginleşecektir.

Bugün modernizm kuşatması karşısında mevcut durum Müslümanların aleyhinde gözükmektedir. Kürt meselesinin çözümü konusunda bir Batılılaşma projesi olan Kürt ulusalcılığı küresel kapitalizmin desteği ile de inisiyatifi ele geçirmiş durumdadır. Oysa tarihin akışını ve sünnetullaha uygun davranışları üstlenme azmine bakıp vakıamızı iyi tespit etmeli, tedrici yani safha safha ilerleyen iyileştirme hamleleri içinde bulunmalıyız.

Kendi İslami gerçekliğimize ve ıslah temelli birikimimize dayanıp güvenmeli, konjonktürel olan vakıanın seyyâliyetine aldanmamalıyız. Zira Kur’an, sosyal vakıalarla belirlenmek için değil, sosyal vakıaları ve karanlığı aydınlığa çıkartmak için inzal olmuş bir kitaptır. Kitabımızın talebeliğini “insanları karanlıktan aydınlığa çıkartmak” istikametine doğru bir yönelimle yapmalıyız.

Kemalist vesayet, Gezi kalkışmasının izleri, Fethullahçı örgütlenmenin komploları,  Türkçü asabiye ve ordu içinde derin devletin bakiyesi varlığını halen hissettirirken sürmekte olan Çözüm Süreci’nin sağladığı imkânlara ve iyileştirmelere rağmen Kandil merkezli PKK ve KCK’nin, 11 Temmuz 2015’te “ateş kes bitmiştir” çağrısının, büyük ölçüde Abdullah Öcalan’ı ve HDP içindeki barışçı eğilimi tasifiyeye yönelik olduğu söylenebilir.2015 Temmuz ayından bu yana Kandil’de ve Suriye Kürdistan’ında İran’la, bazı AB ülkeleriyle, Esed Rejimiyle, ABD ve Rusya ile fiili görüşmeler, PKK ve PYD’nin silahlarını Türkiye’de savaşa yöneltmesi bölge halkı açısından da Türkiye toplumu açısından da ciddi bir güvenlik sorunu oluşturdu.

Çözüm Süreci içinde 2013’ten beri bölgede YDG-H’yi oluşturan ve silah yığınağı yapan, bölge halkını gayr-i nizami ve hukuki olarak vergiye bağlayan ve mafya yöntemlerini halka dayatan PKK, bölgede Yasin Börü ile sembolleşen HÜDAPAR’lı olsun, AK Partili olsun, Özgür-Der’li olsun, Ensar Vakfı veya Davet ve Kardeşlik Vakfı mensubu olsun İslami aidiyetli çalışmaları da tehdit etmektedir.

İstihbarat bilgilerine göre Diyarıbekir başta olmak üzere bölgede İslami kimliği ile temayüz eden aktivist Müslümanların evleri tespit edilmiş ve PKK mensuplarınca takibata alınmıştır. Kürt ulusalcılarının dağ kadrosu, bölgede korku ve baskı ile hâkimiyet ve sevgi oluşturmayı denemektedir.

Ayrıca hendek strateji ile meskûn bölgelerde sivil halk kalkan olarak kullanılmış, göç dalgasına ve yoksulluğa yol açılmıştır. Örgüt, Kürt halkını temsil ettiği iddiası ve dayatmasıyla Müslim, gar-ı Müslim bütün Kürt halkına korku salarak sindirilmiş bir sevgi üretmeye çalışmaktadır. Örgüt ütopik bir kurguyla, Rojava’nın ABD ve İran desteği ile özerkleşmesi gibi, bölge il ve ilçelerini de şiddet temelli olarak kendi egemenliğinde özgürleştirmek istemektedir.

PKK, bölgede kurduğu baskı ve psikolojik savaş taktikleri içinde Kemalist vesayet sisteminin geçmişte yaptığı zulüm ve katliamları, bugün normalleşme sürecinin kapısını aralamaya çalışan AK Parti hükümeti ile aynılaştırmakta; ayrılıkçı projeler, tehdit, şantaj ve gerektiğinde suikast ile bölgenin güvenlik ve geçim şartlarını tarumar etmektedir.

Bölgede İslami kimliği ve etkinliği yüksek kesimler adeta Suriye’deki Baasçı Esed Rejimi’nin karşısındaki Müslüman Araplar, Kürtler, Türkmenler konumuna düşmüşlerdir.

Bugünkü gerçeğimiz şudur:

HDP’ye sığınan eski İslamcılarve gelenekçi bazı sığınmacı dindarlar dışında bölge Müslümanları faaliyetlerini tedbirle yürütmektedirler. Hedef haline getirilen kişiler ya kendini silahla korumak ya da bölgeden hicret etmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu konuda Yasin Börü vakıası gibi birçok örnek vardır. Hükümet kanadı da halkın zaaflarını tartışacağına, öncelikle bölge insanının ve Müslümanların güvenliği hakkında ne düşündüklerini ortaya koymalıdırlar. Bölgedeki en acil durum budur.

Bölgedeki acil durum “Devlet de örgüt de silah bıraksın”demekle yatışmıyor. Barış görüşmeleri içinde Marksistlerin “Bir adım geri iki adım ileri” taktiğini uygulayan örgütün bölge halkını geçim ve güvenlik açısından bezdiren hendek politikasından vazgeçmeden vesilahsızlanmayı gerçekleştirmeden olayın çözüleceği yoktur. Örgüt bu politika ve taktiklerini terk edip siyasal görüşmelere başlama iradesini izhar etmeden, devlete silah bırakma çağrısının karşılığı da yoktur.

Ancak devlet de asayişi sağlamada eski ırkçı ve tahakkümcü devlet reflekslerini terk etmeli; kendi mekanizması içinde kural dışı davranan eski ırkçı alışkanlıkları acilen cezalandırmalı ve tasfiye etmelidir.

Örgüt silah bırakıp siyasi görüşmelere geçmeden barış süreci de; adalet, fıtri haklar ve kazanımlarda eşitlik ilkesi de fazla anlam ifade etmeyecektir.

Ancak zaruret-i hamse bağlamındaki şartları elde edebildikten sonra, normalleşme sürecine adım atılabilir ve bu sürecin gerekleri tartışılabilir.

Başta Kürtler olmak üzere Oğuzlar veya Yörükler/Türkmenler, Araplar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Boşnaklar ve diğer farklı Müslüman kavimler için öncelikle Kureyş Sûresi’nde zikredildiği gibi güvenlik ve geçim meselesi önemlidir.

Kürdistan denilen bölgede ve Türkiye halkları arasında en önemli ortak payda İslam’ın üst değer ve ilkeleridir. Osmanlı sonrasında adına Türkiye denilen bu coğrafyada bütün sorunlar içte İslam’dan uzaklaşmamız, dışta bize İslam dışı batılı ve Frenkleştirici devrimlerin dayatılması ile oluşmuştur.

Bölge halkının ve Türkiye toplumunun yeniden adil, eşitlikçi ve kardeşçe bir düzeye ulaşması ancak kimliksel olarak Batılı yabancılaşmadan uzaklaşıp, kendi fıtri ve İslami özüne geri dönmesiyle sağlanacaktır. Çözüme, İslamlaşma sürecimizi ve fıtri değerlerimizi arka plana atarak; benmerkezci, pozitivist, laik ve ilerlemeci Batılı paradigmaya ve küresel emperyal güçlere hoş görünerek ulaşılamaz.

Gen mühendisliğinin ortaya koyduğu Genom çalışmalarına göre ırk kökenli tüm teoriler çökmüştür. Hem Kur’an vahyinin hem fen bilimlerinin ortaya koyduğu gerçeklerden kalkarak söylemeliyiz ki Türk ırkçılığı da, Arap ırkçılığı da, Fars ırkçılığı da, Kürt ırkçılığı da ayaklarımızın altında olmalıdır. Zaten uyduruk ırk anlayışı 19. yüzyıl köhnemiş Avrupa ideolojisidir.

Çözümü, Türkiye’de ortak değerlere sahip Müslüman halkların bilinçli öncüleri ısrarla istemektedir.

Çözüm, devlet tarafı için de örgüt tarafı için de ABD’ye, Rusya’ya, yani küresel emperyalizme dayanarak değil, Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz mektubunda değindiği tarihi derinliğimizdeki ortak değerleri, yani İslami değerleri öne çıkartmakla gelecektir. Gerçek çözümü getirecek tek camia da Müslümanlardır.

Önemli olan insanlığımızı ve Yaratıcımıza karşı kulluk görevlerimizi, yani fıtri özgürlüğümüzü yeniden keşfetmektir. Güvenlik, geçim ve ana dille eğitim başta olmak üzere zaruret-i hamse şartlarını sağlamak ilk adımdır. Bu meselenin köklü çözümü ise orta vadede Seyyid Kutub’un dediği gibi yeniden oluşturacağımız “Kur’an Nesli”ne düşmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR