1. YAZARLAR

  2. Mustafa Akman

  3. Osmanlı Düşüncesinde İbn-i Arabî’nin İzleri

Osmanlı Düşüncesinde İbn-i Arabî’nin İzleri

Ocak 2016A+A-

Muhyiddin İbn-i Arabî'nin (v.638/1240), TRT’nin Diriliş dizisinde yansıtıldığı gibi Osmanlı’nın kuruluş döneminde kendileriyle şahsî bir temasının olup olmadığı bilinmemekle beraber Osmanlı inanç ve felsefî düşüncesine ilk dönemden itibaren büyük birtesiri olduğu malumdur. O, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Malatya-Konya ekseninde bir süre ikamet etmiş, buralarda felsefî tasavvuf(irfân) meclisleri düzenlemiş dolayısıyla çok sayıda talebe yetiştirmiş ve görüşleriyle sanat ve mimarileri üzerinde büyük etkide bulunmuştur.

Bu arada Selçuklu sultanlarına nasîhatlerde bulunan ve onlardan hüsnükabul gören İbn-i Arabî'den, Selçuklulardan sonra kurulacak olan Osmanlı Devleti'nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair aktarılan kurgusal rivayet de büyük ilgi görmüştür. Nitekim bu konuda kendisine ilm-i cifre dair eş-Şeceret'un-Nu'mâniyye adlı bir eser izafe edilerek bu devletle mistik bir irtibatı da sağlanmıştır.

Dahası devletin kurucu aklı Şeyh Edebâli'nin (v.727/1326) Dımaşk'ta öğrenim görürken İbn-i Arabî'nin sohbetlerine katılarak müridi olduğu rivayetiyle bu durum fizikî olarak da perçinlenmiştir. Diğer taraftan Füsûs’ul-hikem şârihi Dâvûd-ı Kayserî'nin(v.751/1350) devletin ilk resmî başmüderrisi ve onun talebesi Molla Fenârî'nin(v.834/1431) ilk şeyhülislâm olması, Ekberîyye mektebi ile Osmanlı Devleti arasındaki irtibatın önemli delilleridir. Keza Yavuz Sultan Selim'in (v.926/1520) onun kabri olduğu bilinen yere bir külliye yaptırması da bu irtibatın önemli tezahürlerindendir. Öte yandan Füsûs’ul-Hikem'i bizzat Sultan III. Murad (v.1003/1595) tercüme ettirmiş ve tercümenin adını dahi kendisi koymuştur. Yine sultanların emriyle bazı âlimlere onu müdafaa eden risâleler yazdırılmıştır.

VIII-IX/XIV-XV. yüzyıllarda İslâm Dünyasındaki diğer merkezlere göre ilmîdurumunun zayıf olması nedeniyle Anadolu medreselerinden birçok ilim adamı ve öğrencinin İran, Orta Asya, Mısır ve Suriye'ye gittikleri görülmektedir. Bunlardan, Kahire'ye giden Kayserili Dâvûd, İbn-i Arabî'nin varlığın birliği (vahdet-i vücûd) düşüncesini ilk defa felsefî bir şekilde açıklayıp savunması ve bunu Osmanlı topraklarında yayması sebebiyle önemlidir. Böylece XII. ve XIII. yüzyıllarda İbn-i Arabî gibi sûfî filozoflar elinde felsefî bir nitelik kazanmış olan tasavvuf, İbn-i Arabî’nin öğrenci silsilesi vasıtasıyla Osmanlı bilim dünyasına taşınmış olmaktadır.

İlk dönem Osmanlı medreselerinde, dışarıdan gelen ilim adamlarının zihniyetleri ve eğitim-öğretim gelenekleri tesirini göstermiştir. Medreselerde tercih edilen eserlerin birçoğu, genellikle Osmanlı toprakları dışında ve daha önce yaşamış âlimler tarafından kaleme alınmıştır. Bu çerçevede İbn-i Arabî’nin öğretisi, Molla Fenârî’den sonra öğrencisi Kutbuddinzâde İznikî (v.885/1480), Mehmed Bîcân (v.853/1450), Ahmet Bîcân (v.870/1466?), Şeyh Akşemseddin (v.863/1459), Eşrefoğlu Rûmî (v.874/1470?), Molla Abdullah-ı İlâhî (v.896/1491), Sofyalı Balî Efendi (v.960/1552), Aziz Mahmud Hüdayî (v.1038/1629), İsmail Ankaravî (v.1041/1631),Abdullah Bosnevî (v.1046/ 1636), Niyazi-i Mısrî (v.1105/1693), İsmail Hakkı Bursevî (v.1137/1724) ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (v.1311/1893) gibi ileri gelen mutasavvıflar tarafından belli ölçülerde benimsenerek daha sonraki dönemlere taşınmıştır.

Osmanlılarda ilk kurulan medrese, Orhan Bey (v.764/1362) tarafından XIV. yüzyılın ilk yarısında, 731/1330 tarihinde İznik’te yapılan İznik Medresesi’dir. Bu medreseye tayin olunan ilk müderris ise, eğitimini Mısır’da yapmış Dâvûdu’l-Kayserî’dir (v.751/1350). İbn-i Arabî’nin öğretisi, kendi öğrencisi Sadreddin Konevî (v.672/1274) ve onun öğrencisi Abdurrezzak Kâşânî’nin (v.736/1335) Azerbeycan Save’de yetiştirdiği bahsi geçen bu Dâvûd-ı Kayserî es-Savî vasıtasıyla Osmanlı bilim dünyasına aktarılmıştır. O, bu medresede dersleri ve eserleriyle İbn-i Arabî felsefesinin Osmanlı Devleti’nde yayılmasına ve bu anlayışın meşrûîyet kazanmasına yol açmıştır. Dâvûd, kendisiyle başlayıp Molla Fenârî (v.834/1431) ile yerleşen "kelâmî-irfânî" çizgiyi medrese diliyle yeniden inşa etmiş ve bu arada birçok eser kaleme almıştır. Onun en önemli eserlerinden biri Mukaddimât’dır. O, bu eserini İbn-i Arabî’nin Füsûs’ul-Hikem adlı meşhur eseri üzerine yaptığı Matla’u Husûsi’l-Kilem fî Ma’an-i Füsûsi’l-Hikem adlı şerhin girişi olarak kaleme almıştır. Bu bakımdan Dâvûd el-Kayserî, Osmanlı düşüncesinde vahdet-i vücûd felsefesinin sergilenmesinde de önemli bir yere sahiptir.

Osmanlıların duraklama dönemine gelinceye kadar devlet ricâli ve ilmiye sınıfı katında kendisinden hep hürmetle bahsedilen İbn-i Arabî'nin bu konumunun duraklama dönemiyle beraber bozulmaya başlaması, bir karşılıklı sebep-sonuç ilişkisinden kaynaklansa gerektir. Bu dönemde İbn-i Teymiyye'nin (v.728/1328) fikirlerinin yayılmasıyla ulemâ tipinde bir değişiklik baş göstermiştir. Kadızâdeliler ve Çivizâdeliler tarzı bir âlim tipini doğuran bu fikirlerin, İbn-i Arabî felsefesi ile anlaşmazlığa düşmesi ve mücadeleye girişmesi kaçınılmazdı.

Bloklar arası tartışma konularından birisi de Firavun’un imânı meselesi idi. Nitekim İbn-i Arabî’nin görüşlerinin tartışıldığı ortamda, XVII. yüzyılda Kadızâdeliler ile Ebu'l-Hayr Abdulmecid Sivasî (v.1049/1639) arasındaki önemli tartışma konularından biri de bu mesele idi. Osmanlı şeyhül islâmı Hasan Fehmi Efendi (v.1298/1881) ve ‘ilm-i tasavvuf vahdet-i vücuttan ibarettir’ diyen Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Süleyman Şeyhî’nin (v.1235/1819) de bu konuda İbn-i Arabî’yi destekleyen bloğa mensup âlimler olarak bilinmesi bu tartışmaların geç dönemlere kadar sürdüğünü göstermektedir.

Bu bağlamda I. Selim’in Mısır’da konakladığı sırada adı belirtilmeyen bir müftü tarafından yazılıp daha sonra Şeyhülislâm İbn-i Kemâl (Kemâlpaşazâde) (v.940/1534) tarafından onaylanan tezkiye fetvâsı da, siyasî kaosa dönüşen bu tartışma ortamını bir nebze frenlemeye yönelik bir tedbir olarak ortaya çıkmıştır. Bahsi geçen azınlıktaki ulemânın takındığı aleyhte tavra rağmen İbn-i Arabî genel Osmanlı zihin dünyasında övgüyle anılan bir şahsiyet olmaya devam etmiştir. Birçok Osmanlı şairi kendisine methiyeler yazmıştır. Onun görüşlerinin başta din olmak üzere edebiyat, mûsiki, sanat, mimari, psikoloji ve pozitif bilim üzerinde tesirli olduğu görülmektedir. Aslında onun tesirleri sadece İslâm hinterlandı ile de sınırlı kalmamıştır. Nitekim Marshall G. S. Hodgson (1922-1968), R. Keiner ve Paul Fenton gibi yazarlar, yahudi mistisizminin ve özellikle de Kabbalizm'in doğuşunda İbn-i Arabî'nin tesirlerinin bariz olduğunu savunmuşlardır.

İbn-i Arabî cifir/cifr/cefr hesap sistemiyle geçmiş ve gelecek bilgisine sahip olunacağını iddia etmiş ve -kendisine nispeti sorunlu olan söz ve risalelerinde- Osmanlı ve padişahlarına ilişkin kehanetlerini bu bilgi sistemiyle kurgulamıştı. Havas ilmi de denilen cifr, İslam kültürüne dışarıdan girmiş ve önceleri gulat-ı Şîâ gibi aşırı gruplar tarafından kullanılmış; daha sonra bazı mutasavvıflar da onlardan alarak Ehl-i Sünnet arasında yaymışlardır. Kelâmcıların çoğunluğu konuyu daha çok bir bilgi problemi olarak ele almış ve bu yolla bilgi edinilemeyeceğini, ayrıca bu yöntemi kullanan kişilerin insanların mucizeler hakkındaki inançlarını sarsacaklarını dile getirerek başvurdukları usullere karşı çıkmıştır. İbn Haldûn da başlangıçta Müslümanlar arasında böyle bir ilmin mevcut olmadığını, daha sonraki yıllarda Şîâ ve Bâtınîliğe yönelen sûfiler tarafından Sünnî kültüre sokulduğunu kaydetmektedir.

Hurûfî anlayış ve yorumlar başta bazı mutasavvıflar olmak üzere çeşitli gruplar arasında ilgi görmüş, özellikle İbn-i Arabî'nin katkılarıyla bu ilgi daha da artmış ve birçok zevatın yanı sıra mesela Kâtib Çelebi (v.1067/1658) ve geç dönemlerde Said Nûrsî (v.1379/1960) gibi âlimler bu anlayışın etkisine fazlasıyla kapılmışlardır. Osmanlıda Sultan Murad zamanında başlayan Hurûfî etki Fatih Sultan Mehmed (v.886/1481) döneminde saraya kadar ulaşmıştır. Taşköprülüzâde'nin (v.968/1561) ifadesine göre genç padişah bile bir ara bu harekete meyletmiştir. Anlaşılacağı üzere Osmanlı kültürü, sanatı, içtimaî ve siyasî hayatı üzerinde Hurûfîler'in önemli tesiri olmuştur. Hurûfîlik inançları bir yandan Bektaşîler aracılığıyla yeniçeriler üzerinde etkili olmuş, öte yandan Kalenderiler ve Bektaşiler aracılığıyla halk arasında yayılmıştır.

Beri tarafta Gazzâlî’nin (v.505/1111) Tehâfüt’ünde yönelttiği eleştirilerin etkisiyle -İslâm düşüncesinde- akıl-nakil yerine keşf- nakil uzlaşı zeminine geçilmiştir. Bu ise keşf merkezli felsefe anlayışlarının doğmasına neden olmuştur. Mişkâtu’l-Envâr (Nurlar Feneri) adlı eserinde varlık ve bilgi sorunlarına İşrâkî çözümler öneren Gazzâlî bu düşüncesiyle, Şahabeddin Sühreverdî (v.587/1191) ve İbn-i Arabî ile oluşan yeni bir felsefî oluşuma ön ayak olmuş ve bu anlayış Osmanlı düşünce hayatına önemli ölçüde etki etmiştir. Bunun en canlı yansımasını, Osmanlı mütefekkirlerinin tamamına yakınının önemli ölçüde İşrâkî anlayışı benimsemiş olmasında görmek mümkündür. Yeniden ifade edecek olursak Gazzâlî hakîkati, bâtınî keşfe (manevî sezgi) dayalı tasavvufi bir yaklaşım içinde ele alarak onların teorik zeminini hazırlamış ve Osmanlı düşüncesinde İşrâkî anlayışın şekillenmesinde önemli ölçüde etkin olmuş ve böylelikle, Sühreverdî ve İbn-i Arabî sonrası dönemde, İşrâkî felsefe, felsefeleşmiş tasavvuf ve kelâm kültürüyle oluşan Osmanlı düşünce geleneği, sentezci bir tavır içinde olmuştur.

İbn-i Arabî, irfânî bilginin kesinlik arz ettiğini, hatta bu bilginin gerçekleşmesi için aklî melekelerin devre dışı kalması gerektiğini, bu bilginin kaynağının ilâhî olduğunu belirtmektedir. Bu yaklaşım tek başına irfânî bilginin aklî ve naklî bilgilerin tamamını yok saydığını ve onları dikkate almadığını göstermektedir. İbn-i Arabî zaman zaman başka konularda yaptığı gibi bu konuda da “Bâtınî bilginin açıklanabilir olmadığını, ancak vasıtasız ve tecrübe ile bilinebileceğini” ileri sürerek bu bilgiye dokunulmazlık zırhını giydirmektedir. Böylece doğrulanabilirlik, test edilebilirlik imkânı ortadan kalkmaktadır. Bu anlayışla aklî ve naklî bilgi sahibi olan ulemâ zaman zaman rüsûmulemâsı- zahir âlimleri gibi istihza ve tahfif içeren bir kısım nitelemelerle değerlendirilerek, aklî ve naklî ilimlerin kıymet ifade etmedikleri tezi ileri sürülebilmiştir.

XIII. asırdan itibaren İbn-i Arabî’ye karşı yazılmış eserlerin tedkiki, ona ve etkilediğinden bahsedilen hemen herkese yöneltilen alışılmış suçlamanın zındıklık ve ibahiliğin yanı sıra, daima Kur’an’ın manasını saptırmak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu suçlama en somut haliyle, İbn-i Arabî karşıtı polemiğin fiili kurucusu olan ve sonraki bütün reddiyelerin ana hatlarını tayin eden İbn-i Teymiyye’de (v.728/1328) tezahür etmektedir. İbn-i Teymiyye mektebinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki temsilcisi ve devamı, Birgivî mektebiydi. XVI. yüzyılın ikinci yarısının başlarında, Osmanlı topraklarında eskiden beri etkili olan Fahreddin er-Râzî (v.606/1210) mektebinden farklı ve hatta Osmanlı zihniyet tarihi boyunca sanıldığından daha önemli olan, Birgivî Mehmed Efendi (v.981/1573) tarafından tesis edilenbu mektebin, Osmanlı tarihinde devletin temsil ettiği İslâm anlayışına ilk karşı çıkış hareketi olmasıdır.

Bilindiği gibi Osmanlı düşünce geleneği, felsefe, kelâm ve tasavvufun bir terkibi niteliği taşımaktadır. Gazzâlî’nin tesiriyle oluşan bu zihniyetin düşünce alanında etkili olduğu ve bu oluşumun siyasî otoritenin de yakın desteğini alarak hâkim bir konuma geldiği görülmektedir. Yeniden formüle edecek olursak Osmanlı düşüncesi, felsefeleşmiş kelâm ve tasavvuf kültüründen oluşmaktadır. Nitekim Sühreverdî ve İbn-i Arabî kanalıyla geliştirilmiş olan vahdet-i vücûd felsefî anlayışı, Osmanlı Devleti’nin yönetim mekanizmalarından medreselerine kadar hemen her alanda hâkim bir konuma gelmiştir. İznik’te açılan bu ilk medreseyi, Osmanlı’nın büyüyüp gelişmesine paralel yeni medreseler takip etmiştir. Bu medreseler mahiyet itibarıyla bahsi geçenmirası büyük ölçüde devam ettirmiş ve etkinliklerini giderek artırmışlardır.

Nihayet şu notu ilave ederek bitirelim. 1730'lu yıllardaki Osmanlı-İran harbinden sonra İstanbul'da yapılan resmî sulh görüşmelerinde, Osmanlı delegesi, görüşmelerin başlangıcında, Osmanlı devletinin, İbn-i Arabî'nin Şeceret'u Nu'maniyye adlı eserinde haber verilmiş olmak gibi bir hususiyeti bulunduğunu ve diğer iki hususiyetle birlikte İran karşısında böyle bir imtiyaza sahip olduğunu söylemişlerdir.Bundan da anlaşılıyor ki, Osmanlı ilim ve siyaset adamları 18. asrın başında da, İbn-i Arabî'yi din, fikir, ilim ve siyaset anlayışının temel taşlarından biri olarak görmekte, bunu özellikle İran’anispetle bir imtiyaz ve üstünlük olarak değerlendirmektedirler. Nedeni basitti çünkü İran’daki dinî düşünce de onu kutsamaktaydı ve Osmanlı, İbn-i Arabî üzerinden mal devşirmeye çalışıyordu.

Bu yazı serisi, diğer birçok zevatın yanında Abdulganî Nablusî, Abdullah Bosnevî, Abdullah Kartal, Abdurrezzak Tek, Abdülbâki Gölpınarlı, el-Aclûnî, Ahmed Ateş, Ahmed Cahid Haksever, Ahmet Kartal, Ahmet Keleş, Ahmet Tunç Demirtaş, Ahmet Yıldırım, Alâeddin el-Buhârî, Ali el-Karî, Anar Gafarov, Angel Gonzalez Palencia, Annemarie Schimmel, Arif Yıldırım, Ayşe Öztekin, B. Ahmed Fârûkî, Bayram Ali Çetinkaya, Cağfer Karadaş, Cavit Sunar, Celâleddined-Devvânî, Celâleddîn es-Süyûtî, Celaleddin Vatandaş, Celâlzâde Mustafa, Cemalettin Erdemci, Claude Addas, Ebu’l-Alâ el-Afîfî, Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvî, Ekrem Demirli, Emil Homerin, Enbiya Yıldırım, Enver Uysal, Erol Güngör, Ethem Cebecioğlu Fatih Toktaş, Ferhat Koca, Feriduddin Aydın, Ferzende İdiz, Frederick De Jong, Fuat Aydın, Halim Gül, Halit Özkan, Hamid Algar, Hamza Küçük, Harun Ünal, Haydar el-Âmulî, Hatice Toksöz, Hayrani Altıntaş, Hilmi Ziya Ülken, Hulusi Kılıç, Hülya Küçük, Hür Mahmut Yücer, Hüseyin Atay, Hüseyin Aydın, Hüsamettin Aksu, İbnTeymiyye, İbn-i Abidin, İbn-i Haldûn, İbn'ul-İmad, İbrahim Hakkı Aydın, İbrahim Hilal, İbrahim Medkûr, İbrahim Sarmış, İbrahim Toprak, İhsan Fazlıoğlu, İlyas Çelebi, İsa Çelik, İsmail Fenni Ertuğrul, John Cooper, Kadir Özköse, Lütfi Bozkale, M. Mustafa Çakmaklıoğlu, M. Nazif Şahinoğlu, M. Necati Berberoğlu, Mahmut Çınar, Mahmut Erol Kılıç, Mahmut Kaya, Mangol Bayat, Mehmed Fuad Köprülü, Mehmed Şemseddin Günaltay, Mehmet Ayhan, Mehmet Demirci, Mehmet İpşirli, Mehmet Özdemir, Mehmet Sait Özervarlı, Metin Yasa, Mıchel Chodkıewıcz, Michael Winter, Miguel Asin Palacios, Muhammed Abid el-Câbirî, Muhammed Ali Emir-Muezzi, Muhammed İhsan Oğuz, Muhammed Kızılgeçit, Muhammed Tancî, Muhammet Fatih Kılıç, Muhit Mert, Muhittin Uysal, Mustafa Aşkar, Mustafa Çağrıcı, Mustafa Kara, Mustafa Öztürk, Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Tahralı, Müeyyidüddin el-Cendî, Nasr Hâmid Ebu Zeyd, Nasrullah Pürcevâdî, Orhan Çeker, Osman Ergin, Osman Nuri Küçük, Ramazan Biçer, Ramazan Yazçiçek, Reşat Öngören, Reynold Alleyne Nicholson, Richard Netton, Rüya Kılıç, Sadreddin Konevî, Said Amir Arjomand, Salih Çift, S. İbrahim el-Mûsevî ez-Zincânî en-Necefî, Semih Ceyhan, Semra Ögel, es-Seyyid M. Akil b. Ali el-Mehdilî, Seyit Avcı, Seyyid Hüseyin Nasr, Sıddık Korkmaz, Suat Yıldırım, Süleyman Ateş, Süleyman Uludağ, Şerafeddin Gölcük, Şükrü Özen, Tıblavi MahmudSa'd, Toshihiko İzutsu, Vecih Kevserani, William C. Chittick, William Montgomery Watt, Yusuf Açıkel, Yusuf Şevki Yavuz, Zaylabidin Acimamatov, Ziya Demir’in konuyla ilgili eserlerinden ve Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri isimli kaynaktan yararlanılarak hazırlanmıştır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR