1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Tebliğ ve Davet Çabası İhlas ve Tevazu İle Bereketlenir

Tebliğ ve Davet Çabası İhlas ve Tevazu İle Bereketlenir

Mart 2021A+A-

Bir mümin olarak hayatımızı yönlendiren öncelikli uğraşımız, asli vazifemiz nedir? Ara vermeksizin sürdürmemiz gereken en temel meşguliyetimiz ve son nefesimize kadar taşımakla mükellef olduğumuz mesuliyet ne olmalıdır?

Elbette kendimiz, ailemiz, yakınlarımız ve mensubu bulunduğumuz topluluğa karşı sorumluluklarımız ve mesleğimizle ilgili görevlerimiz mevcuttur ama hepsinden önce ve tüm bunları da belirleyecek, şekillendirecek tarzda asli vazifemiz Rabbimize kulluktur, ibadettir. Kulluk vazifemizin insanlar arası ilişkilere en saf ve nitelikli biçimde yansıyan boyutu ise tebliğ ve davettir.

Sözü Taşımak ve Sözü Yaşamak

Tebliğ hakikate şahitliktir, hakkı insanlara iletmektir. Rahman’ın kullarına merhamet duygusu ve sorumluluk bilinciyle yaklaşmaktır. Kimliğimizle, şahsiyetimizle, sözümüz ve eylemimizle Rabbimizin lütfettiği hidayet nimetini Rabbimizin başka kullarına taşıma çabası içinde olmak demektir. Bu çaba hayatımızın bütününü Âlemlerin Rabbine adamayı, O’nun belirlediği istikamette yaşamayı ve son nefesimizi de O’nun razı olacağı bir hal üzere vermeyi gerektirir. Ve adanmışlık bilinci soyut bir iddia ve bağlılık olmanın ötesine geçip mutlaka kişiliğimize, hayat tarzımıza, tüm yapıp etmelerimize yansımalıdır.  

Sözün gücü ve inandırıcılığı sadece sözün mahiyetine, doğruluğuna ve hakikati içermesine bağlı değildir. Söze muhatap olan mutlaka duyduğu, karşılaştığı söz ile onu ileten, taşıyan arasında bir uyum bulunup bulunmadığını sorgular, muhatap olduğu bilgiyi kendince bir tutarlılık testine tâbi tutar. Mesaj ile mesajı taşıyanın kimliği, hali, tavrı arasında bir çelişki, uyumsuzluk olması durumunda çoğunlukla bu durum sadece mesajı taşıyanın tutarsızlığı olarak görülmekle kalmaz mesajın mahiyetine ilişkin olarak da bir zaaf, tenakuz olarak yorumlanır. 

Tebliğ ve Davet Çabası İle Pazarlamacılık Faaliyeti Arasındaki Fark

Bir tebliğci-davetçi ile pazarlamacı ya da siyasi bir propagandist dışarıdan bakan açısından aynı konumda algılanabilir, yaklaşık olarak aynı işi yaptıkları zannedilebilir. Ama aralarında çok temel farklar vardır. Evet, tebliğ faaliyeti de bir ürün pazarlama ya da bir siyasi parti propagandası gibi en temelde iknaya yöneliktir. Bu sayılan uğraşların hepsinde muhatabı ikna etmek hedeflenir. Ama ikna eyleminin mahiyeti farklı nitelikler içerir.

Öncelikle tebliğ-davet çabası inanç temelinde gelişir. Tebliğci-davetçi görev icabı ezberlediği, öğrendiği bilgileri tekrarlamaz, inanmadığı şeyleri söylemez ancak inandığı ve kendi hayatına bizzat yansıttığı doğruları aktarır. Aksi durum Rabbimizin şu hitabına muhatap olmayı getirir: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir." (Saff, 2-3)

Yine tebliğ eylemi mekanik, kurgusal bir düzlemde değil, samimiyet zemininde gelişir. Amaç etkilemek ve insanlar üzerinde geçici bir hayranlık uyandırmak olmayıp düşündürmek, hali sorgulatmak ve hakikate ilgi duyulmasını sağlamaktır. Bu ise imajın öne çıkartılmasını değil, ihlasın esas alınmasını gerekli kılar. Tebliğ çabasındaki kişi bildiği kadarıyla sorumlu olduğunun bilinciyle davranır, bilmediğini biliyormuş gibi yapmaz.

Diyalogu tartışmaya dönüştürmek ve tartışmada galip gelmeye çalışmak tebliğ ve davet çabasıyla bağdaştırılması mümkün olmayan zaaflı tutumlardır. Amaç muhatabı hakka tabi olmaya ve hayra davettir, asla cedel değildir, sözle üstünlük taslamak değildir. Ve cedelde hayır yoktur. Rabbimiz cedelcileri şöyle uyarmaktadır: “İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysa Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Âl-i İmran, 66)

Şahitlik Yaşamaktır!

Her şeyi bilmekle mükellef olmadığımız gibi, her soruya cevap vermek gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Çok şey bilmekle değil ama bildiklerimiz ve söylediklerimizle amel etmekle yükümlüyüz. Tebliğ eylemi mutlaka sahip olunan bilginin, dillendirilen sözün hayata aktarılmasını gerektirir. Ve çok iyi bilinir ki hayata taşınmayan doğruların mahiyeti hakkında insanlar şüphe duyar ve bunlara karşı bir sorumluluk hissetmezler.

Bu yüzden bizzat yaşamadığı, yapmadığı bir şeyi başkasına söylemek, tavsiye etmek tebliğ vazifesiyle çelişeceğinden tebliğcinin aktarımı öncelikle kendi üzerinde yansımasını bulmalıdır. Tam bu noktada Rabbimizin şu uyarısı üzerinde çokça durulmalıdır: “Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 44)

Kendini unutmak, müstağnileşme tehlikesiyle yüz yüze olmaya yol açacağı gibi sözün bereketsizleşmesini, anlamsızlaşmasını da beraberinde getirir. Söylediğini yapmamak ve yapmadığıyla övülmeyi arzulamak nifaka açılan kapıdır: “Sakın, yaptıkları (kötülüklerle) ferahlayan, yapmadıkları şeylerle övülmekten hoşlanan kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlara acı bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 188)

Adeta hap haline getirilmiş, paket program nevinden sözler, bilgiler, aktarımlar görüntüde çok başarılı bulunsa ve kitlelere cazip gelse de kalıcı ve dönüştürücü bir etki meydana getirmekten uzaktır. Çünkü sahih bir tebliğ çabası çok güzel sunumlar, cazip performanslardan öte kalbe etki eden samimi, içten seslenişi gerektirir. Sözün tesir edebilmesi ise öncelikle sözün sahibinin sarf ettiği söze inanmasını, içselleştirmesini, yaşamasını gerekli kılar.

Neden Sözümüz Beklediğimiz Tesiri Uyandırmıyor?

Eskiden hep yaşadığımız toplum fertlerinin İslam’ın çağrısından uzak tutulduğunu, vahye muhatap olmaları önünde çok güçlü engeller bulunduğunu, bunları aşıp insanlara bir ulaşabilirsek her şeyin çok farklı olacağı zannına sahiptik. Bilahare pek çok engelin ortadan kalktığına ve çok farklı araçlarla muhataplık imkân ve zeminlerinin arttığını, geliştiğini gördük. Mamafih netice itibariyle toplumsal yapıda arzu edilen olumlu seyrin pek de gerçekleşmediğine üzülerek şahitlik ettik.

Bu noktada neden mesajımız muhataplar üzerinde yeterli bir tesirde bulunmuyor, neden sözümüz dönüştürücü bir etki yapmıyor sorusuna cevap ararken elbette çevre faktörlerini, muhataplarımızın zihnini, kalbini devasa boyutlarda kirleten ifsad olgusunu, insanları giderek daha müstağnileştiren modernist hayat tarzının etkilerini dikkate almak zorundayız. Ama bunlarla birlikte öncelikle projektörü kendimize tutmaya ve eksiklerimizle, zaaflarımızla yüzleşmeye de mecburuz.

Allah Resulü (s) kendisine ne yapması gerektiğini soran Harmele b. Abdullah’a şöyle cevap vermişti: “Ey Harmele! İyilik yap ve kötülükten sakın. Bir de yanlarından kalktığın zaman insanların seninle ilgili söyleyebileceklerinden hoşuna gidenlere bak ve onları yap. Ve yine yanlarından kalktığın zaman insanların seninle ilgili söyleyebileceklerinden hoşuna gitmeyecek olana bak ve ondan kaçın.” (Buhari, El-Edeb’ül Müfred)

Acaba kimliğimizle, kişiliğimizle, sözümüz ve eylemlerimizle tutarlı, samimi kuşatıcı bir tebliğ çabası içinde olduğumuzu söyleyebiliyor muyuz? Bilgi takvamızı mı yoksa kibrimizi mi artırıyor? Bilgimizin artması, derinleşmesi eksiklerimizin daha çok farkına varıp mütevazılaşmamıza mı yoksa müstağnileşmemize mi yol açıyor?

Bu soruları sormak, kendimizi sürekli tartmak, nefsimizin ve şeytanın saptırıcılığına karşı teyakkuzda olmak samimiyetimizi korumak için elzemdir. İhlas ve samimiyet yapıp ettiklerimizin daha hayırlı ve bereketli olmasını getirir. Muhataplarımız nezdinde daha güzel tesirler meydana gelmesine ve daha önemlisi ise Rabbimizin rızasını kazanmamıza vesile olur.

Ayrıcalık Değil, Sorumluluk Hissetmeliyiz!

Maalesef genelde tebliğ ve davet çabasına yoğunlaşması gereken uğraşların farklı kulvarlarda tüketildiğini görmekteyiz. Karşılaştığımız manzara yaşadığımız sorunun biraz da profesyonelleşme mantığı ile ilgili olduğunu düşündürüyor. Mümin, tebliğci, davetçi kimliği ile ön planda olması gereken insanların bir kısmı adeta İslami çabalarını mesleki bir uğraş haline getirmiş gibidirler. İlahiyatçı, yazar, edebiyatçı, siyasetçi, STK yöneticisi vs. sıfatlar tebliğci ve davetçi olma sıfatının önüne geçmiş, daha doğrusu bunu tamamen gölgede bırakmıştır.

Bu durumun neticesi olarak ancak İslami kimlik ve sorumluluk bilincinin içselleştirilmesine bağlı olarak sürdürülmesi gereken çabalar yerine bir tür mesleki meşguliyet mantığının, ulaşılan pozisyonun korunması kaygısının ön plana çıktığı görülmektedir. Oysa Rabbimiz bizden sahip olduğumuz bilgiyi ya da elde ettiğimiz konumu başkalarına karşı ayrıcalık değil, sorumluluk olarak taşımamızı ister. Ancak bu halet-i ruhiye ile sahip olduklarımıza, daha doğrusu bize bahşedilene yaklaşabilirsek o nimetin şükrünü eda etmiş olabiliriz.

En yaygın yanlışlarımızdan, çok sık düştüğümüz hatalardan biri de hakikate ulaştığımız, mükemmele doğru ilerlediğimiz kanısı, daha doğrusu yanılgısıdır. Bu tutum gerek ferdî gerekse cemaat düzleminde insanlara giderken, onlarla ilişki kurarken çabalarımızın verimsizleşmesine, kadük kalmasına yol açar. Muhatapta bize ve temsil ettiğimiz değerlere, mesaja karşı bir açıklık, kimliğimize yönelik saygı oluşumunu engelleyen bu tutum bizi de öğrenmekten, kendimizi geliştirmekten alıkoyar.

Kendimizi Geliştirme ve Öğrenme İştiyakı Davet Çabamıza Eşlik Etmeli

Oysa tekrar baştaki hatırlatmaya dönecek olursak tebliğ ve davet çabası bir ürün pazarlama uğraşı değildir, dolayısıyla farklı bir mantığa sahiptir. En temelde aktarılan kadar aktaranın da kendisini geliştirmeye, düzeltmeye, tezkiye etmeye ihtiyacı olduğundan hareketle, öğretme gayreti yanında öğrenme iştahına da sahip olmasını gerekli kılar.

Osman b. Affan’dan rivayetle Resulullah’ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Sizin en hayırlınız Kuran’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhari, Fedailu’l-Kuran)

Müslümanlar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi, bilhassa İslami yapılar, cemaatler arasında da tek taraflı aktarım ilişkisinin, daha doğrusu tek yanlı düzeltme, eğitme mantığının fayda getirmediği görülmelidir. Aslolan aynı anda hem öğretmek hem öğrenmek olmalıdır. Muhataplarımıza bildiğimiz doğruları aktarırken aynı süreçte “Acaba onlardan öğrenebileceklerimiz de yok mu?” sorusu sürekli olarak aklımızın bir köşesinde durmalı ve diyaloglarımızda, irtibat ve ilişkilerimizde kendimizi kardeşlerimizin bilgisinden, birikim ve tecrübelerinden istifade etmeye açık tutmalıyız.  

Bu perspektifle bakarsak her ilişkiden, her diyalogdan öğreneceğimiz şeyler de olduğunu görür, kendimizi gereksiz, hadsiz biçimde abartarak daha büyük yanlışlara düşmenin önüne geçtiğimiz gibi aynı zamanda istifade etme fırsatını da yakalamış oluruz. Unutmayalım ki aslolan ilme talip olmaktır, öğrenmektir, kendimizi geliştirmek, nefsimizi tezkiye etmektir. Öğretme çabamıza, şahitlik eylemimize bu tür kaygılar eşlik ederse her halükârda kazançlı çıkan biz oluruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR