1. YAZARLAR

  2. Haşim Ay

  3. Son Otobüs Kalkmadan

Son Otobüs Kalkmadan

Kasım 2013A+A-

Vaktin geceye çalmasına ramak kalmış. Eminönü iskelesinin yanındaki otobüs garajındayım. Saat, 21.30 suları. Bir dostumu şehir dışına uğurlamak üzere gittiğim Anadolu yakasından henüz dönmüşüm. Üzerimde ayrılığın hüznü. Hüznümü dalgalara salmışım, dalgalarla boy ölçüşmeye kalkmış içimdeki fırtına.

Fatih’e varmak üzere harekete amade otobüse biniyorum. Beş genç, yaşları 18-20 arası, cıvıl cıvıl; Esenler’e gideceklermiş de otobüsü kaçırmışlar. “Esenler’e nasıl gidebiliriz abi?” diyor içlerinden biri telaşla. “Son otobüs kalktı. Geriye bir tek Nuh’un gemisi kaldı. Ve gördüğünüz gibi Tennur kaynamakta gençler. Gemiyi kaçırmamanızı öneririm.” demek isteyen bir ses ayaklanıyor içimde. Ortamın namüsaitliğini ve gençlerin mevcut psikolojilerinin buna hiç de uygun olmadığını fısıldıyor kalp elçisi. “Aksaray’a kadar otobüsle ve oradan da tramvay ile gitmeniz kolay olur. Ancak kalkmakta olan son otobüsü kaçırmamanızı tavsiye ederim.” diyerek durağa yönlendiriyorum.

Otobüse biniyorum müteakiben. Hay aksi! Tam bitme zamanını buldu şu akbil de! Saat, 21.45. İçeride konuşkan mı konuşkan üç genç yolcu, neşeli bir şoför, yüzü güleç muavin ve somurtkan, gece yorgunu bir amca duruyor. Son otobüsü kaçırmamanın sevinci ile bu saate kalmanın telaşı birlikte okunuyor amcanın somurtkan yüzünde. Ücreti uzatıyorum, “Para geçmez bu otobüste!” diyor muavin kıkırdayarak. Gözlerinin içi gülüyor şoförün pek komik bulmuşçasına. Ve yaşlı amcayı hariç kılarsak otobüsün tüm yolcuları olan üç konuşkan genç göbeklerini tutarak gülüyorlar kahkaha atarcasına. “Ne o, yolcu yok diye sefer iptal mi?” diyorum esprili. Arkalarda boş bir koltuğa doğru yürüyorum. Çantamdaki kalınca kitaptan üç beş sayfa okurum belki umudu var içimde. Tam çantama uzanacağım anda iki perde açılıyor otobüste birbirinin peşi sıra. “Cevatpaşa’ya değil, Edirnekapı’ya kadar gideceğiz Allah izin verirse. Geçince de dileyen arkadaşları oraya kadar bırakabiliriz. Ücret yok!” diyor şoför, yüzünü ön kapıya dönerek yüksek bir sesle. Oturduğu yerden fırlarcasına dışarı yöneliyor amca. Ve tam inerken de “Alay mı ediyorsunuz adamla!” diye söyleniyor homurdanarak.  Acıyan gözlerle yaşlı amcaya kayarken dikkatim “Bunak galiba bu amca biraz!” yönünde müstehzi bir cümlesi çarpıyor kulağıma gençlerden birinin. Babası, belki de dedesi yaşında olan yol mağduru amcanın arkasından sarf edilen bu istihza cümlesini çok eğlenceli bulmuş olacaklar ki, kahkahaları otobüs tavanına değiyor şoför, muavin ve üç kafadarın. Esenler yolcusu, maç yorgunu gençlerin hâlâ kapıda olduklarına takılıyor gözlerim. İçlerinden biri izmaritine kadar varmış sigarası parmakları arasında olduğu bir halde merak ve heyecan dolu bakışlarla soruyor otobüsün iç boşluğuna: “Abi, maçtan haberi olan var mı?” “Esed’in askerlerinin oluşturduğu kuşatma yüzünden, insani yardım ulaşamıyormuş Doğu Guta sakinlerine. Suriye’nin diğer bazı bölgelerinde olduğu gibi Doğu Guta sakinleri de artık sokaklardaki kedilerle açlıklarını gidermek zorunda kalmış. Bir diğer haberde ise yine Suriye’nin bilmem hangi bölgesinde insanların kurumuş ağaç yapraklarını yemeye başladıkları söyleniyormuş. Çocuklar bakımsızlıktan bitap düşmüş ve artık açlıktan ölümler yaşanıyormuş. Şayet böyle giderse 2 milyon civarında kitlesel bir göçe hazır olunmalı derken bir BM yetkilisi, bir diğer gözlemci de kapıdaki kıştan dolayı açlıktan ve soğuktan kitlesel ölümlerin yaşanabileceğine dikkat çekiyormuş. Haber bültenlerinin çoğu Suriye’den ‘flaş’ haberler geçiyor her an. 2,5 yıldır her sabah ölümlerle başlıyor güne Suriyeli kardeşlerimiz ve katliam haberleriyle tamamlıyoruz her günümüzü. Dünyanın umursamazlığına rağmen Suriye’de direniş de devam ediyor. Bu durumu Esed’le direnişçiler arasında devam eden bir maça benzettiğimizde sizce kaç kaç bitecektir? Bir tahmini olan var mı?” demek geçiyor içimden. Şoför ve konuşkan yolcuların “Valla en son 1-0 öndeydi Fenerbahçe.” cevabı bastırıp boğuyor içimdeki sesi. İçimin derinliklerinden uygun bir üslupla tebliğ edilmek üzere oluşan sesin muhataplarına ulaşma özlemi kursağında kalıyor, içimin zindanlarında tutsak düşüyor çığlığım.

Benzeri bir manzarayla başlayıp aynısı bir şahitlikle biten güne yas tutuyor yüreğim. Zihnim “iki günü bir olmama”nın hikmetini ayıklarken süreğen yozlaşma ve duyarsızlaşma karşısındaki mutat tepkisizlik benliğimi sarsıyor. İçimdeki vicdan yargıcı uyanarak hesaba çekiyor sahibini. Öfkenin yerini özeleştiri alırken acıma duygusu yer etmeye başlıyor içimde akıbetim ve gençlerin akıbetlerine ilişkin.

Sabahın erken sayılır vaktinden bu yana benzeri olaylar zinciriyle karşılaştığımı anımsatıyor gün yorgunu muhayyilem. Adına “Vatan” konulmuş cadde, boylu boyunca rengârenk bayraklar ile donatılmıştı. 90 yıldır kesintisiz olarak bir heyula gibi topluma kabul ettirilmeye çalışılan korku cumhuriyetinin apaçık mağlubiyetine rağmen 90. kuruluş yılının erken kutlamaları vardı anlaşılan. 90 yılın envanteri olarak gelinen durumun apaçık bir başarısızlığı belgelediğini yok sayarcasına Ata’larını toplumun iradesizliğine rağmen ortak Ata, ebedi şef ilan edip dayatan zevat mağlubiyetin acısını hayali bir galibiyet sevincine dönüştürüp gövde gösterisine girişmekle yetinmemiş, zaten felç olan trafiğe katkı sunar mahiyette kentin en işlek caddelerinden birini daha resmi olarak trafiğe kapatmıştı. Oldum olası bu sistem sadist karakterinden olsa gerektir ki topluma işkence çektirdiği oranda kendisini mutlu ve başarılı addediyordu. Tapınmak için inşa ettiği mabetlere halkı gönüllülük temelinde çekemeyince “kamusal alanlar”ı işgal etme pahasına farklı din mensubunun gözlerine baka baka işgal ettiği alanlarda ibadete duruyordu bir kez daha. Ve tabii ki okullarda zorunlu eğitim adı altında aptallaştırdığı gençlerin bir kısmını da alanlara dökerek bunu yapıyordu. İşte karşımdaki Vatan Caddesi olanca uzunluğuyla bir kez daha bu despotik din yanlılarına tahsis edilmiş ve zihinleri iğdiş edilmiş gençler bir kez daha puta dönüştürülmüş bir şahsiyetin sembolleri gölgesinde kurban edilmek üzere uygun adım yürütülmekte. Caddenin iki yanını yol boyunca askerler ve polisler sarmış. Çeşitli alanlarda bekletilen askerî cemseler dört açık ve bilmem kaç örtük darbe görüntüsünü hatırlatmak ve böylece korku krallığını bir kez daha zihinlere kazımak üzere tasarlanmışlar sanki.

Daha günün başında karşılaşılan bu manzara karartıyor günışığını gözümde. Bir yıldız kayıyor içimden günün karanlık kubbesini yarmak istercesine. Ayrı bölükler halinde içtima alanına uygun adımda yürütülen askerler misali farklı kollardan muhtelif gruplar halinde tek bir noktaya doğru yürütülüyor çocuklar ve gençler. Manzaranın kışladan, öğretmenlerin komutandan, çocukların ve gençlerin iradesiz askerlerden farkı yok. Çocukların ve gençlerin bir kısmının kıkırdaması ve oynaşmasından çevreye rahatlıkla yansıyabiliyor isteksizlikleri. Bu durumun farkında olan komutan nam-ı diğer öğretmen korku ve ciddiyet yüklü bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdirerek gözdağı veriyor. Sürüye dönüştürülmüş bir grup gencin fotoğrafını çekerken önlerindeki bayan öğretmenin gözlerinin bana değdiğini fark ediyorum. Bakışları yumuşayarak zorlama güleç bir hal almış. Kim bilir belki de sakallı bir vatanperver yoldaş olduğum zannına kapılmıştır!

Şafaktan bir günü daha eksiltmenin sevinci yüzlerinde okunan askerlerin arasından geçiyorum. Muhtelif noktalarda toplanan polislerin büyük bir kısmı bile sanki hiç oralı değillermiş havasını veriyorlar. Bazıları çocukların ve gençlerin okulda dışlanmamak için ve belki de zorlanarak alet edildiği bu kolektif tapınmadan tamamen kopuk bir şekilde belki de emekliliğinin düşlerini kuruyorlardır. Emniyet amirlerinin bir kısmı da her yıl tekrarlana gelen bu manzaradan duydukları bıkkınlıktan olsa gerek yola yakın kahvaltı salonlarında çayın ve muhabbetin sıcaklığına dalmışlar.

Caddeden uzaklaşırken uygun adımda yürütülen bir diğer gençlik kümesine takılıyor gözlerim. “Bu sonuncuları ilk ve ortaöğrenim grubu olmalı” diyor içimde bir ses. İçimde bir şeyler cız ediyorken “yazık” deyip geçmenin yeterli olup olmayacağının muhasebesi çağrısını iletiyor vicdanım zihnime.

Boş bulduğu Fevzipaşa Caddesinde hızla ilerliyor otobüs. Gönül fırçası zihin tuvaline bir dizi sorumluluk resmederken durağı çoktan geçtiğimi fark ediyorum. Bir sonraki yakın durakta iniyor ve yürümeye başlıyorum... “Cumhuriyet”, “tören”, “okul”, “kışla”, “asker”, “öğrenci”, “komutan”, “öğretmen”, “yozlaşma”, “çocuk”, “gençler” vb. bir dizi kavram raks ediyor zihnimde. Öfke, yerini yavaş yavaş merhamete, duygu, yerini akl-ı selime bırakıyor. Kitab’ın işaret fişekleri içimin karanlıklarını aydınlatarak hedefe kanalize ediyor: “Ataları uyarılmamış ve kendileri de bu yüzden gaflete gömülen şu toplumu uyarasın diye…” “İnsanların yapıp ettiklerinden yana sorguya çekilecekleri gün yaklaştı/yaklaşmakta…

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR