1. YAZARLAR

  2. Hamza Er

  3. Siyasi Kamplaşmalar ve Biz

Siyasi Kamplaşmalar ve Biz

Kasım 2007A+A-

Bu topraklarda egemen olan sistem, laik ve Kemalist ilkelerin belirleyici olarak kabul edildiği bir cumhuriyet rejimidir. Baskı uygulamaları ile temeli atılan bu rejim, ilköğretimden itibaren kendi ideolojisini körpecik beyinlere dayatarak ve sahip olduğu propaganda araçlarını kullanarak taraftar bulmuş, ayakta kalabilmeyi başarmıştır.

Ancak bu hayat anlayışı ile çatışma yaşayanlar hiç eksik olmamıştır. Sisteme yabancı duran ve kendini dışarıda tutarak farklı olarak kabul eden bu kitlelerin, sistem içerisine çekilebilmesi için sistem içi muhalefet araçları oluşturulmuş ve böylece yükselen suyun taşmadan, açılan bu kapaklar vasıtası ile tahliyesi sağlanmıştır. Zaman zaman, oluşturulan bu muhalefet anlayışının dozajının yükselmesi de tehlike unsuru olarak görülmüş, Hasan Mutlucan'ın türkülerine başvurulmuş, darağaçları kurulmuş ve balans ayarları yapılmıştır.

Tüm bu baskı ve oyunlara rağmen, insanlık tarihinin çok ama çok küçük bir diliminde yaşanan bu hadiseleri doğru okuyanlar da olmamış değildir. Doğduğunda karşılaştığı bu rejimin belirleyici ve vazgeçilmez olmadığını; yapacağı tercihlerin, Allah (c)'ın bildirdiği ve Resulullah (s)'ın örneklediği vahiy penceresinden bakmaya çalışan hikmet erbapları daima bulunmuştur. Bu kişiler, içerisinde bulundukları cahiliye hayatının reddedilmesini imanın ilk adımı olarak görmüşler, aile ve yakınlarını bu kirden uzak tutmaya çalışmışlar ve diğer toplum fertlerini uyarmayı da vazgeçilmez bir görev olarak kabul etmişlerdir. Tüm bu tercihlerini, eleştiri ve muhalefet yöntemlerini, Allah ve Resulü'nden alan bu kişilerin basireti, sistemin girdabına kapılmalarına engel olmuştur.

Ancak, bu kişi ve fikirlere, egemenlerin kontrolü altındaki kamuoyu tarafından ilgisiz kalınması, doğru din algısından uzaklaşılması, yapılan çalışmaların dar çerçevede kalıp ve kendini tekrarlayan bir hal alması, aceleci tavrın sonucunda baş gösteren hayal kırıklıkları, topuklar üzere sağa sola yalpalamaların başlamasına ve kalplerin batıla meyletmesine yol açmıştır.

Son dönemde yaşanan gelişmeler ile iyice netleşen bu yönelimler, belki de hayat boyu devam eden ve hak eleğinin üzerinde kimlerin kalacağının ortaya çıkabilmesi için zorunlu olan imtihanın bir tecellisidir.

Allah ve resullerinin toplumlardan istediği, kendilerine indirilen kitaba sımsıkı sarılmaları ve her koşulda itaat etmeleridir. (2/93) İnsani algılarımızla idrak edemeyeceğimiz, hikmetini göremeyeceğimiz meselelerde bile gereken, ilahi emre tabi olmaktır. Çünkü kulluğun gereği, vahye tabi olmak ve dönemin, anın vacibini yerine getirmektir. Bunun sonucunda, bir toprağın fethedilmesi ve orada hakimiyet sürülmesi görülmeyebilir, dünya hazinelerinin elde edilebilmesi mümkün olmayabilir, rahat ve müreffeh bir hayata kavuşulamayabilinir; ama Allah'a kulluk yapılır ve o kulluğun huzuru ve mutmainliğine ulaşılarak ilahi rıza ümit edilir. İşte peygamberlerine sürekli soru soran ve hep bir şeyler talep eden müfsid Yahudiler ile Hz. Peygamber'e iman ettiğinde ne kazanacağının pazarlığını yapan Mekke aristokrasisinin anlayamadığı incelik budur.

Günümüzde yeniden bu inceliği yakalamak; kirli, puslu, bulanık bir kimlikten sakınabilmek için ortamı doğru analiz etmek oldukça önemlidir. Bu doğru analizler, tuzak kamplaşmalardan bizleri sakındıracak, ilk insandan beri üstlenilen muvahhid safın kaybedilmesine fırsat vermeyecektir.

Bu coğrafyada, dayatma ve tek tîpçiliği temsil eden cumhuriyetçiler ile onlara karşı çıkan, halk egemenliğine gücünü dayandıran demokratlar iki ana safı oluşturmaktadır. Müslümanların yeri ise, sunulan bu tercihlerden bağımsız, kendi kaynağına dayalı, evrensel ve zaman üstü bir konumdadır.

Cumhuriyetçiler

Cumhuriyetçiler, ülkenin mevcut yönetim şekline ve bu yönetimin şekillendirdiği hayat anlayışına bağlı insanlar topluluğudur. Laik ve Kemalist değerlerin esas alındığı bir sistemi benimserler. Her ne kadar bu sistemi koruma işini orduya, yüksek mahkemeye, akademisyen ve bazı kalemşorlara devretseler de, son dönemdeki çıkışları ile ne pahasına olursa olsun laik-modern yaşam alanlarına müdahale ettirmeyeceklerini bizzat ortaya koymuşlardır. Birçok ilde tertip ettikleri mitinglerle bu kararlılıklarını seslendirmişlerdir.

Bu mitingler, bugüne kadar ancak konserlerle ve öğrencilerin zorla katılımıyla kalabalık gösterilen bayram kutlamaları şeklinde gerçekleşmeyip, insanların güzel bir yaz pazarında, birçok eğlencesinden feragat ederek meydanları doldurmasıyla yapılmıştır. Bu toplumun laik-Kemalist kabuğunun, zannedildiği gibi ince olmadığı böylece görülmüştür. Miting alanını dolduran kitle içerisinde sistemin çoğu partisine (hatta AKP'ye de) oy veren insanların yer alması, bu grubun partiler üstü bir yoruma sahip olduğunu akla getirmektedir. Bu yorum, yüklerini taşıyan hamalın ve hizmetlerini gören hizmetçinin, sadece kendi işi ile meşgul olması ve kendi hayat tarzlarına müdahale etmemesi gerçeğidir.

Bu kitle, servetinin artmasını sağlayan, güvenliğini temin eden, çöplerini toplayan, yol ve tesisler inşa eden, rahat ve güvenle eğlenerek tatilini yapabileceği zemini hazırlayan bir hükümetten rahatsız değildir. Hatta bu hükümet İslami kökene sahip bir parti de olsa...

28 Şubat askeri darbesinin gölgesinde gerçekleştirilen 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçim sonuçlarına baktığımızda, bu inceliği daha rahat görebiliriz. Darbenin rüzgarıyla laik sistemin değiştirilebileceği korkusunu yaşayanlar, aynı sandıktan iki farklı sonucu çıkartmışlardır. Genel seçimlerde üçüncü parti yaptıkları Fazilet Partisi'ni yerel yönetim seçimlerinde birinci parti olarak seçmiş, hizmetlerinin iyi görülmesi ama yaşam tarzlarına müdahale edilmemesi taleplerini sandığa yansıtmışlardır. Çünkü CHP zihniyetinin beceriksiz, üretmeyen, taş üstüne taş koymayan, çalan ve hortumlayan anlayışı; ideolojik olarak kendisine bağlı olanların da canına tak ettirmiş, konforlu bir hayat için aykırı gördükleri kişilere yöneltmiştir.

Ancak bu yönelişin de sınırlarının olduğu, cumhuriyetçilerin, bir noktadan sonra ekonominin bozulması, rahat ve konforlarının sarsılması pahasına meydanlara inecekleri ispatlanmıştır. Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Abdullah Gül'ün seçilmemesi için her türlü gücü göreve çağıran bu kitle, dövizin yükselmesi, borsanın değer kaybetmesi, ülke kalkınması ve itibarının kaybolması pahasına bu haykırışlarını ortaya koymuşlardır.

Yani evin hizmetçisinin; yemekleri hazırladığı, etrafı temizlediği, bahçeyi düzenlediği, evin tüm ihtiyaçlarını temin ettiği oranda değeri vardır. Eğer evin hanımının kaçta uyanacağı, ne giyineceği, nasıl oturup kalkacağına müdahale ederse hemen kapı dışarı edilir ve yeni bir hizmetçi temin edilir.

Peki hangi ciddi gerekçe onları bu teyakkuz haline sokmuştur?

Cumhuriyetçiler, sadece ülkenin başındaki kişinin hanımının başörtülü olmasını kendileri için bir baskı unsuru olarak görmüşlerdir. Rejimin üç ana makamının (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı) elden gittiği vehmiyle, İslamcı geçmişlerinden dolayı bu kişilerin kendilerini temsil edemeyeceğini düşünmektedirler. Ayrıca, "Gizli ajandaları mı var?" kuruntularına da kapılmışlardır.

Cumhuriyetçilerin en temel vasfı, taşıdıkları korkulardan dolayı baskı ve dayatmalardan yana olmalarıdır. Kendi yaşam alanlarına müdahale edileceği endişeleri, onları başkalarının, özellikle Müslümanların yaşam haklarını engellemeye sevk etmiştir. Yıllardır yürüttükleri 'devlet baskısı'nı görmezden gelip, sahte korkular türeterek 'mahalle baskısı' psikozuna girmişlerdir.

Aslında söylem olarak demokrat olduklarını iddia eden cumhuriyetçiler, demokrasiyi sadece kendilerine yaradığı ölçüde kabul ederler. Eğer savundukları demokrasinin gereği olarak halk, İslamcı düşüncedeki bir partiyi iktidara taşırsa, bundan rahatsızlık duyarlar. Antidemokratik ifade ve söylemlere başvururlar. "Ordu göreve" pankartları ile meydanlar doldurulur, bir savcının gazete küpürlerinden hazırladığı iddianamelerle, halkın birinci seçtiği partiler kapatılır, yüksek mahkeme kelime oyunlarını kullanarak seçim iptal eder. Gerçekleştirilen seçimlerin sonucu kendilerini memnun etmediği takdirde halka, "cahil", "Seçim sonuçlan mantık dışı!" "Böyle kişiliksiz halk görmedim!" "Seçmen aklını kullanamıyor!" "Bir paket yiyeceğe satıldılar!" gibi ifadeler kullanarak hakaret ederler.

Demokratlar

Demokratlar, halk çoğunluğuna saygı gösterilmesini talep eder, demokratik çerçevede belirlenen yasalara bağlı kalınmasını teşvik ederler. Özgürlükçü bir anayasa taraftarıdırlar. Sivil toplum örgütlenmeleri ile dayatma ve darbe anlayışının karşısında dururlar, Liberal, düşünce özgürlüğünün olduğu, serbest piyasa ile geniş ekonomik açılımların sağlandığı bir ortam isterler. Kimilerinin "demokratik cumhuriyet" ifadesiyle tanımladığı ve gündeme getirdiği bu görüşün takipçileri içerisine, özellikle son yıllarda, büyük bir hızla, "İslamcı" çizgideki kişiler de iştirak etmiş ve böylece bilinç gömleklerini çıkarmışlardır.

'Özgür Amerika' aşkıyla bölgede 'küçük Amerika' olmayı hayal edenler, ekonomik yükseliş ile zengin ve konforlu bir hayatı devam ettirmek isteyenler, Kürt sorununun çözülebilmesi için sivil öneriler sunanlar ve "Müslüman kimliği" ile kabul görmek isteyenler, bu saydığımız demokratlar çatısı altında birleşmişlerdir. Aynı fotoğraf karesinde ve aynı kürsülerde bir araya gelen bu kişiler, taleplerinin demokratik bir ortamın sağlanması ile gerçekleşebileceğine inanmaktadırlar.

Özellikle İslami gelenekten gelenlerin, demokratik anlayışı, laik-cumhuriyetçi kesimin yoğun baskısı sonucunda içselleştirdiklerine şahit olunmaktadır. Demokratik mücadelenin içerisinde uzun süredir bulunan bu şahısların yanı sıra bir dönem demokrasiye eleştirel yaklaşan farklı İslami çalışma gruplarının da, kepenk indirerek demokratlar sınıfına dahil olması, safların daha da netleşmesini getirmiştir. Geçmişinde İslami hedef ve yöntemlerin savunucusu olan kişilerin demokratik saflara katılması, kendi yorgunlukları ve tutarsızlıklarından daha tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Bu tehlike, ilgilendikleri ve etkiledikleri çevrelerin de değişime ayak uydurmaya başlamasıyla baş göstermektedir.

Sadece masum bir yönetim şekli olmayan, vahyin muradına zıt bir hayat tarzını da beraberinde getiren demokratik sistem, Müslüman halkın beklentilerinin, yaşam tarzının ve hayallerinin de değişmesine sebep olmaktadır. 'Biz' derken, yapay olarak çizilen sınırların içerisinde yaşayan insanlar kastedilmekte, ümmet bilinci yerini, milli söylem ve sembollere bırakmaktadır. Sahih İslam algıları zaten derin bir şekilde kökleşmemiş olan halkın, kılık kıyafet anlayışı, tatil kültürü, aile bilinci, iş ortamları ve eğitim anlayışları ifsad edilmektedir.

Artık İslami gelenekten gelen kadınlar, devletin başında bulunan İdarecilerin eşleri gibi giyinerek, onların 'rahat' ve 'toleranslı' yaşamlarını model edinmekte; Allah'ın emri olan tesettür bilinci, sulandırılmak ve içi boşaltılmak suretiyle yitirilmektedir. Ziynetleri gizlemenin amacı olan örtü; şıklık ve moda ekseninde konuşulmakta, defilelerde mankenler tarafından sergilenmektedir. "İslamcı burjuva" tanımları daha çok yapılmakta, lüks oteller plaj ve havuzlarını bu kesime uygun hale getirebilmek için yarışmaktadır. Otellerin haftalık etkinlikleri de bu muhafaza kar kitlenin taleplerine cevap verecek şekilde hazırlanmakta, bir gün şarkıcılar, bir gün de hatiplerin sahne alacağı duyurulmaktadır. Pop konserlerinde görülen izdiham ve çılgınlıkların benzerlerine İlahi konserlerinde rastlanmakta, ibadet ve tefekkür ayı olan Ramazan, eğlence ve ticaret mekanları ile dünyevi çıkar elde etme zamanına dönüştürülmektedir.

"İslamcı" fertlerin demokratik saflara geçmesi ile gündeme gelen tehlikelerin akla ilk gelenidir bunlar. Kapılan ihaleler ve elde edilen koltuklarla geniş ekonomik imkanlara sahip olan bu kişilerin Müslüman kimliğinden geriye, işyerlerinde bodrum katta ayırdıkları 3-5m2 mescid ve yüzlerindeki kirli sakaldan başka bir şey kalmamıştır. Daha önceleri savunulan söylemler ve hedefler iptal edilmiş, cemaatler tabelalı sivil örgütlere dönüşmüş, bu örgütler de birer ana okulu ve hayır kurumu işlevine sıkıştırılmıştır.

Biz neredeyiz?

Haksızlık ve mağduriyet tablolarına alternatif olarak dayatılan saflarda yer tutma duygusallığı, bizleri, mümince bir duruşa aykırı söylem ve tavra sürükleyebilir. Asıl olan, tüm bu yaşanan gelişmelerden vahiyle beslenmiş Müslümanların etkilenmemesidir. Bizim ölçümüz, önümüze konan iki tercih içerisinden birini seçmek değildir. Çevresindeki cahiliye anlayışı ve hayat tarzını değiştirmeye talip olmuş müminler, zaten iman etmekle tercihlerini yapmışlardır. Tevhid davasının davetçileri olan resullerin, etraflarındaki cahiliye anlayışını yıkmak için gerçekleştirdikleri tavır, mücadele ve yöntem biz müminlerin şiarıdır.

Doğduğumuzda karşımızda bulduğumuz sistem ve onun hayatı kuşatan kurumları, esas ve kutsal değildir. Varlığı bir insan ömrü kadar olan bu sistem. İman etmeden önce reddedilmesi gereken tağut kavramının birebir karşılığıdır. Müminlere düşen, Allah'ın lanet ettiği, insanlığı karanlığa sürükleyen tağutun hükmünü kabul etmemek ve ona meyletmemektir. Bu ret, tevhid dininin olmazsa olmaz aşamasıdır ki her kavme bu gerçeğin bildirilmesi için bir peygamber gönderilmiştir. (16/36) Tağuti sistemin hayat anlayışı ve belirlediği kurallar, Kur'an'da cahiliye olarak adlandırılan bir toplumun oluşmasını sağlar. Müslümanların, bu cahiliye toplumundan bilinçli ve bütüncül bir şekilde ayrışması gerekir.

Bugün, masum bir yönetim şekli olarak sempatik gösterilmeye çalışılan demokrasi anlayışı ve demokratlık unvanı da, ayrışmamız gereken cahiliye kurumlarındandır. Bu rüzgardan etkilenerek demokratlar safında yer alanlar, yasama ve yürütme organının insanlara hangi yasalar ile ve ne adına hükmettiğini göz ardı etmekte veya bu detayı önemsiz görmektedir. Bu kurumlar, Allah'ın izin vermediği konularda düşünce, değer, yasa ve kanun koymaktadır.

Ayıca unutulmamalıdır ki çoğunluk, her zaman hakka karşılık gelmez. Bir muhafazakar gazetenin bayan köşe yazarının, laik kesimi sakinleştirmek için sarf ettiği sözler dramatik olmakla beraber bir gerçeği de gözler önüne sermektedir: "Korkmayın bu ülkenin % 95'i şeriat istemiyor!"

Toplumsal dönüşümün temel yasası, fertlerin sinelerindekini değiştirmesidir. Gönüllerini ve zihinlerini ilahi frekansa çeviren, hayata Allah'ın bakmamızı istediği yerden bakabilmeye talip olan, yani gereği gibi iman eden insanların çoğalmasıdır asıl mesele... İnsana, çevreye, kainata, yaratıcıya vahyin ışığı ile bakabilmektir. Doğruyu, batılı, zulmü, savaşı, barışı, sevinci ve üzüntüyü, Rabbimizin gösterdiği pencereden tanımlayabilmektir. Cahiliyenin tüm kurumları ve enformasyon ağı eliyle, insanların gözlerine çekilen batıl örtünün kaldırılabilmesi için mücadele etmektir. Cihad da bu değil midir? İnsanların hakka ulaşabilmesinin önündeki engellerin kaldırılması için' mücahede etmek! Yılmadan, ümitsizliğe kapılmadan, istikamet ürere kalabilmenin mutmainliği ile "Bir adem, bir alem" heyecanına sahip olmak...

Bu netliğin ve asli sorumluluğun yitirilmemesi, ortak değerleri taşıyan müminlerin bir arada olması ile gerçekleşir. Dünü, bugünü ve yarını, beslenilen temiz kaynağa göre yorumlaya bilmek için, daima ve her koşulda birliktelik gerekmektedir. Batıl propagandalara karşı ayakların hak üzere sabit kalabilmesi ve sürekli bir iman motivasyonu için bu zorunludur.

Son yaşanan hadiseler göstermiştir ki, fikri dayanışma ve denetimden uzak kalanlar, biraz da dünyevi imkanların etkisiyle savrulmalar yaşamıştır. Baskı ve zulmün defedilmesi için sandığa gitmenin uhrevi kazançlarının olduğu, aksi takdirde vebale girileceğini söyleyecek kadar cüretkar olan kalem sahiplerine rastlanılması, bunun küçük ama önemli bir örneğidir. Bu, kendilerine her türlü yetki ve idari imkanlar teklif edilmesine rağmen boykot, işkence ve hatta ölümü göze alarak geri çeviren önderlerimiz resullere karşı yapılan büyük bir iftiradır. Nebevi metot ve tevhidi bağlılığın dışına çıkılmasıdır.

Bugün Müslümanlar, varoluş gayelerini tekrar düşünmelidirler. Açılan dernek ve vakıfların, çıkarılan dergi, gazete ve kitapların, yazılan makale ve yapılan konuşmaların ana hedefini sorgulamalı; yola çıkış amaçlarını yeniden net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. "Dinin sadece Allah'a has kılınması", "İslami düzen", "İslam şeriatı" "ilay-ı kelimetullah" "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmek" "İslam ümmeti" gibi tanımların içerdiği mesaj gündeme taşınmalıdır. Geçmişte yanlış bir şekilde içeriği doldurulmadan sadece sloganlara malzeme yapılarak kullanılan bu ifadelerin, şimdi ise tamamen yok sayılmasıyla başka bir yanlışa neden olunduğu unutulmamalıdır.

Etrafımızda gelişen hadiseler ve oluşturulan tuzak kamplaşmaların bizlere etkisi, ancak kendimizi net bir şekilde ortaya koyabildiğimiz ölçüde azalacaktır. Ve ancak o zaman "Biz nerede duruyoruz?" sorusu onurlu ve tutarlı cevaplar bulabilecektir. Tarihin hangi döneminde ve hangi idare altında olunursa olunsun, inançta, söylemde ve vazifede buluşan mümin, muvahhid ve mücahitlerin safı bizim safımız olacaktır.

"İnkâr edenlerin ülke ülke dönüp-dolaşmaları seni aldatmasın. (Bu) Az bir yarar(lanma)dır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o! Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah katında -bir şölen olarak- altlarından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar İçin, Allah'ın katında olanlar daha hayırlıdır." (3/196-198)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR