1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Siyasal Usulsüzlüğün Ağır Faturası

Siyasal Usulsüzlüğün Ağır Faturası

Ocak 2018A+A-

Müslümanların siyasal olay ve olguları hangi kriterler çerçevesinde ve usul dairesinde tanımladıkları meselesi muasır dönemde karşılaştığımız temel problemlerin başında geliyor. Bizatihi Müslüman olmanın ya da olma iddiasının siyasal-sosyal hayat karşısında “kulluk bilinç ve imtihanının” yerine getirilmesine yetmeyeceği hakikati açık olmasına rağmen genelde tersi durumla karşı karşıyayız. Özcü bir yaklaşımla kişinin Müslüman olması yapıp ettiklerinin, söz ve düşüncelerinin de İslam dairesi içinde olmasına yeter zannediliyor ya da zımnen öyle kabul edilerek hareket ediliyor. Oysa başta siyasal olay ve olguları tanım, tahlil ve tavır belirleme;hayatın bütün ünitelerine ilişkin ciddi bir akletme, sorgulama, muhakeme, muhasebe, niyet, irade, ısrar, mücahede istemekte.

Modern Dünyada Kimin Gözü Neyi Görüyor, Gösteriyor?

Modern dönem Müslümanlarının siyasal olay ve olguları değerlendirecek usul bilgisinden yoksun olmaları başlı başına önemli bir eksiklik. Müslümanların düşünce tarihinde ortaya koyduğu siyaset fıkhına ilişkin ölçüler bugün karşılaştığımız gerçekliği tanımlamada ciddi manada yetersiz kalıyor. Şüphesiz ki bunun temel nedeni modern paradigmanın siyasal-sosyal gerçekliğinin bambaşka bir dünyayı yansıtmasıdır. Bu farklı dünyanın siyasal-sosyal gerçekliğini açıklamada başvurdukları yöntem yine o dünyanın ortaya çıkardığı iki çizgi olan liberal ya da sol frekansları kullanma şeklinde oldu. Entelektüelinden âlimine, örgütünden hareketine bütün bir Müslüman camia aynı minval üzerinde oldu. Daha yerli olma çabalarında ise yine o dünyanın ürünü milliyetçi şablonlara başvurularak siyasal olayı bir bağlama oturtmaya çalışıyorlar.

Türkiye gibi laik-Kemalist despotizmin egemen olduğu sistem gerçekliğinden AK Parti gibi ‘sistemden faklı’ refleksler gösterebilecek partilerin iktidarına geçiş ise çok daha farklı bir bağlam ortaya çıkardı. Siyasal tanımlamaların merkezinde sistemin gayri meşruluğunu oturtan Müslüman, haliyle sistem merkezli bilgi kaynaklarına, tespit ve değerlendirmelere mesafeli yaklaştı ki bu da zaten olması gereken iç tutarlılık idi. Özgün ve iç tutarlılığa sahip bütünsel bir siyasal-sosyal paradigması olmasa da çoğu zaman sol ve liberal şablonları kullansalar da yine de muhalif olma dinamiği başlı başına bazı avantajlı durumları ortaya çıkararak doğru tespit ve konumlandırma yapılmasına imkân verdi. Lakin Erdoğan ve AK Parti iktidarının sistemin işleyişinde gerçekleştirdiği değişim-dönüşüm Müslümanların zihinsel kodlarında da değişime yol açtı. Erdoğan’ın şahsının desteklenmesi süreci, iktidarın uzun erimli olması neticesinde bir müddet sonra başında bulunduğu siyasal-sosyal sistem ve düzenin de zımnen benimsenmesine yol açtı. İçeride Müslümanların önündeki baskı ve engellerin, haksızlık ve zulümlerin ortadan kaldırılması, askerî vesayetin geriletilmesi, dışta ise geleneksel işbirlikçi siyasetten ümmet maslahatını ve dünya mazlumlarını gözeten politik tutuma gelinmesi gibi amillerin yanı sıra Müslümanların bu sürece biraz da hazırlıksız yakalanmaları zihinlerde karışıklıklara yol açtı. Özellikle Davos, Mısır-Rabia, Gezi, 17-25 Aralık, 15 Temmuz gibi olaylar başta olmak üzere kamplaşma, çatışma, gerilim boyutu ve içeriği ön planda olan siyasal süreçler Müslümanların taraf olma durumunu yoğunlaştırırken bu durum aynı zamanda siyasal sistemle aradaki mesafenin de kalkmasına sebebiyet verdi.

İdeolojik Mistifikasyon Pasıyla Yenilen Goller

Elbette bu süreçte siyasal süreçleri bağlamından çıkartıp ideolojik açıdan farklı bir bağlama konumlandırma çabaları ise hadiseyi başka bir gerçekliğe oturttu. Bu duruma en bariz örnek olarak Mısır darbesi ve 15 Temmuz darbesi verilebilir. Mısır’da İhvan-ı Müslimin iktidarının darbe ile devrilmesine Erdoğan çok net bir şekilde karşı çıktı ve bütün platformlarda Mursi başta olmak üzere oradaki Müslümanların hukukunu savundu. Fakat Erdoğan bir şey daha yaptı ki siyasal mühendislik açısından asıl film orada koptu. Mısır, İhvan, Mursi, ümmet ve Rabia Meydanına atıfla üretilen Rabia işareti, Erdoğan’ın elinde Kemalist ulus devletin -tek dil hariç-‘tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ söyleminin temsiline dönüştü. Miting meydanlarında halka ezberlettirilen tek’lik kriterleri aynı zamanda Müslüman muhayyilede de değişime yol açtı. On yıllar boyunca sistemin gadrine uğramış Müslümanlar bir anda devletin, bayrağın, marşın ne kadar da kendilerine yakın olduğunu öğrenmeye başladılar. Turpun büyüğü heybede misali asıl film ise 15 Temmuz darbesi sonrasında koptu. Fethullahçıların ümmete ihanet noktasında gözlerinin nasıl karardığını gösteren 15 Temmuz darbesi sonrasında iktidarın olayı yansıtma biçimi Müslümanların marazi konumlarını göstermesi açısından önemli idi.

Dindar bir iktidarı tipik Kemalist söylem ve taktikle devirme amaçlı Fethullahçı oluşumun darbe girişimi Erdoğan’ın politik söyleminde vatan ve devlete yönelik bir ‘işgal’ girişimi olarak sunuldu. Ve kısa bir süre sonra memleketin bütün camileri de dâhil olmak üzere her taraf bayraklarla donatıldı. Darbeyi yapanlar ‘Türk askeri’ olmasına rağmen sanki yabancı güçler saldırmış gibi bir algı oluşturuldu. Müslümanların Erdoğan’ın şahsında dindarların iktidarını, ümmetin maslahatını koruma çabaları, resmî ideolojinin klasik darbe sopasına alanlarda güçlü bir şekilde karşı koyuşları allem kullem neticesinde ‘vatan ve devlet müdafaasına’ dönüştürüldü. Hassas nokta ne yazık ki kaçırıldı. Topyekûn halkın direnişi Kemalist sistemin darbeci yüzüne vurulmuş kuvvetli bir şamar iken uygulanan politikalar neticesinde Kemalistler 15 Temmuz öncesine göre daha güçlenmiş durumdalar. Bunun temel nedeni de “cari sisteme, devlete” yüklenen pozitif bütün anlamların aslında her tarafa ruhunu vermeyi becermiş, ümmetten bir ulus oluşturmayı başarmış Kemalist siyasetin dirilmesine yol açacağının farkında olunmamasıdır. Yerli, milli, milliyetçi vb. bütün söylemlerin bir köşesinde bile sanıldığının aksine haddinden fazla laik-Kemalist kodlar, semboller ve ruh bulunurken, Erdoğan’ın söylem ve eylemleri neticesinde bunlar Müslümanlar tarafından benimsenme durumuna gelebiliyor.

Adalet, Tevhidin Nesi Oluyor?

İdeolojik ve kimliksel çöküş bu sürecin öne çıkan olumsuz hali iken daha feci olan ise pratik alanda yaşandı. Siyasal iktidarın muhalif ya da suçlu olarak gördüğü kişi ve gruplara yönelik yürüttüğü adli, siyasi, güvenlik politikaları hararetle desteklenirken özellikle ilk dönemlerde ‘yetmez ama evet’ tavrıyla teşvik edildi. Fethullahçılar özelinde gerçekleştirilen tutuklamalar, gözaltılar, ihraçlar, el koymalar hiç sorgulanmadan, şeksiz şüphesiz bir şekilde kabul edildi. Gözaltına almalar,tutuklamalar, işten atmalar, şirketlere el koymalar ise ‘devletin bir bildiği vardır’ yaklaşımıyla onay görürken top doksana gelmişti bile. Yalnız küçük bir ayrıntı vardı. O kale kendi kalemiz idi. Adalet ve ahlak din-i mubin’in temel omurgası iken süreçte ihmal edilen ilk unsur oldular. Düşünce tarihinde bazı ekoller ve mezhepler meselenin önemini vurgulamak açısından adalet bahsini akaid umdesi haline getirirken aynı hassasiyetin tarihsel sürekliliği “tevhid ve adalet ekolü” olarak tanımlanmasına rağmen on binlerce insanın hayatının mağduriyeti söz konusu olduğunda adalet hassasiyetinin gözetilmemesi felaket bir durum.

Bir Öfkeye Mahkûm Ettik HerŞeyi, Bir Yemin Ettim ki Dönemem!

Siyasi iktidar hiçbir taktik-strateji ortaya koymadan sadece imha temelinde hareket ederken, akıl, sağduyu, kuşatıcılık, gerçekler yerine tamamen öfke, intikam merkezli adımlarını cahilî perspektif ürünü “Acırsanız acınacak hale gelirsiniz!” kılavuzluğuyla süslemeyi tercih etti. İktidarın on beş yıllık süreçte inşa ettiği onca güzel işe nazire olsun diye oluşturduğu kötü medya düzeni eliyle de yapılıp edilenlerin farklı bir şekilde yorumlanması engellenmek, mahkûm edilmek istendi. İslami camiada sınırlı sayıda kişi ve çevre ısrarla yapılanların yanlış olduğunu söylerken çoğu kişi ve çevre ise özellikle ilk dönemlerde yapılanlara alkış tuttu. Yavaş yavaş ateşin kendi camialarından birilerini ya da ‘bildikleri’ kişileri de yakmaya başlaması karşısında ancak sorgulama içerisine girdiler. 15 Temmuz darbe planlamasının bizatihi içinde imiş ya da o gece elinde silah darbe yapmış gibi absürt bir yaklaşımla her Fethullahçı ya da o cemaatin mensubuna aynı suçlu gözüyle bakıldı. Hukukçusunun dahi suç ve suçlu ayrımını yapmaktan aciz olduğu aklın kâbus günlerinin muhteşem tiyatrosu ise ByLock sahnesinde sergilendi.

Sistemin istihbarat örgütü MİT büyük bir iş “başarmış”, tekmili birden Fethullahçı listesini mucizevi ByLock sayesinde ele geçirmişti! “Ama MİT darbeyi öğrenememişti!” itirazları ise bu büyük buluş karşısında cılız derecede kaldı. Takiyye, gizlilik, tedbir gibi örgütün kendini koruma amacıyla yapmayacağı şeyin olmadığı gerçeklikte bir sosyal medya ağı üzerinden bütün bir örgüt güya kendini orta yere koyuyordu. Öyle bir propaganda estiriliyordu ki ByLock kutsal inek muamelesi görürken, bilginin kaynağı MİT ise mutlak bilgi üretim merkezi konumuna yükselmiş oluyordu. Binlerce insan ByLock listesinde ismi olduğu için gözaltına alınıp, tutuklanıp, hakkında işlem yapılıp işinden kovulurken süreci sorgulayan farklı seslerin itirazlarının ise zaten duyulma şansı hiç olmadı. Biyografisi, çevresi, cemaati, ilişkileri bilinmesine rağmen örneğin bir kişinin ByLock iddiasından dolayı tutuklanmasını ortadan kaldırmak için yapılan bütün girişimler sonuçsuz kalırken, pek yüce mahkemenin sayın hâkimleri de elden ne gelir ByLock hakikati karşısında cezayı bastırıverdi.

Yasadışı Maklubeyi Zehir Etmek

Özellikle de Müslümanlara yönelik olarak illa da adaleti uygulayacağım diye bir derdi olmayan sistem ile kendisine yönelik darbe girişimine olan öfke ve kızgınlıktan dolayı önüne gelene suçlu muamelesi yapan iktidar sahiplerinin durumu bir nebze de olsa anlaşılır. Lakin bağımsız düşünme imkân ve potansiyeli olan Müslümanlara ne oldu? Yıllardır iktidarlar tarafından desteklenen, devletin cumhurbaşkanları, başbakanları tarafından sistematik olarak beslenen, önü açılan, kadrolar, ihaleler, araziler tahsis edilen bir cemaate biraz da hem imkânları açısından hem de risk taşımadığından dolayı insanların katılması gerçeği görülmek istenmedi bu süreçte. Üstelik bu durumun doğal olarak bir müddet sonra kişinin aidiyetinin cemaat dediği o bünye ile sadıkane bir ilişkiye evrilmesinin ne anlama geldiği idrak dahi edilmedi.

Genel anlamda böyle bir cemaat mensubunun gördüğü maklube, ders ve himmet gerçeğinin hükümet-cemaat çatışmasında tercihlerinde belirleyici olmasının son derece anlaşılır bir durum olacağı asla kabullenilmeden hareket edildi. Bir örgütün legal-illegal kanatlarının ayrımının nasıl olduğu, askerî kanat organizasyonunun legal unsurlar tarafından bilinip bilinemeyeceğinin hiç de önemi yoktu zaten cezayı önden kesenler açısından. Bir yıl içerisinde nasıl olur da on binlerce insan bir örgüt üyeliğinden cezaevine atılabilir sorusunu sormak sayılarla uğraşma lüksü olarak değerlendiriliyordu herhalde.

Sistemden, devletten, iktidarlardan bağımsız düşünme zorunluluğu olan Müslümanlar ise gerekli soruları sormadılar, olup biteni sorgulamadılar, siyasal olayı tutarlılık testine sokup analiz yapma zahmetine girmediler. Sadece intikam ve cezalandırma temelinde bu büyük fitnenin imhası yönünde düşünmeyi tercih ettiler genel anlamda. Oysa Müslümanların tarihi imtihan gereği iktidarlar karşısında uyanık olmayı, dikkat etmeyi salık veren sayısız ibretamiz olay ile dolu idi. Modern ulus devletin bürokratik yapılanması, sivil, askerî, ekonomik, istihbari işleyişinin Müslüman zihne bağımsız düşünme ve davranma zorunluluğunu getirecek kadar yabancı bir yapılanma olmasına rağmen cari sisteme bu kadar bağlanma da neyin nesi? Erdoğan’ı sevmek ya da onu korumak demek onun her yaptığının ve başında bulunduğu sistemin doğru olduğu anlamına mı geliyor? Niçin Müslüman zihin karşılaştığı siyasal olay ve olguyu bizatihi kendi unsurları bağlamında nesnel gerçekliğe bağlı kalarak, tutarsızlık ve mantıksızlığa düşmeden ele alamıyor?

Kaç Pardon Tövbe Yerine Geçer?

Devlet bize ByLock’a kayıtsız şartsız iman etmemizi istedi. Ve ne yazık ki insanlar da “Aaa ByLock’u mu varmış? O zaman iş başka?” tavrıyla olaya yaklaştılar. Güya ByLock öylesine sağlam bir delil idi ki şifreli idi, kimse sızma yapamazmış, irade dışı yükleme, kullanma olmazmış vs vs. Niçin? Çünkü devlet-i âlinin muhaberat teşkilatı MİT öyle buyurmuş? Sonra ne mi oldu? Bir gün kalktılar ve dediler ki:

- 11.480 kişinin (yazıyla da söyleyelim; on bir bin dört yüz seksen) iradesi dışında telefonuna ByLock yüklenmiş. Pardon! Welcome to Turkey!

- E bunun hesabı sorulmayacak mı? Nasıl olabilir?

- Dedik ya burası Türkiye! Hayret bir şey!

- Ama nasıl olabilir, aylarca zindanda kaldım, işimden oldum, sosyal çevremden dışlandım!

- Uzatma kardeşim, devletimiz âlicenaptır, bak hatasını gördü düzeltti!

- Siz söyleyin bari Müslümanlar, bu olacak iş midir? Bu zulüm değil midir?

- Reis’in işi ne zor? Yanında güveneceği kimse yok! Bak ByLock’ta da onu aldattılar.

- Ne diyonuz siz? Kafayı mı yediniz? Sizin adalet anlayışınız bu mu?

- Hocam yedi düvele karşı yerli ve milli bağımsızlık savaşının verildiği bir süreçte olur böyle vakalar!

Laik-Kemalist sistemin tarihi pardon hikâyeleriyle doludur. Türkiye toplumuna, muhaliflere, özellikle de Müslümanlara yönelik İstiklal Mahkemesi dönemi başta olmak üzere yapılan haksızlıklar, zulümler bu coğrafyada türkülere güfte oldu. Lakin bu çapta olanı dindar yöneticiye nasip oldu. Seyircisi de üstelik Müslüman! İşte insanı en çok da yaralayan bu durum!

Özelde ByLock olayı genelde ise siyasal iktidarın son yıllardaki icraatları bağımsız düşünebilme, kimliğe sahip olma, irade ortaya koyma konumundaki Müslümanların devlet dediğimiz aygıt karşısında zihinsel, ahlaki, iradi ve pratik bağlamında eleştirel, uyanık, sorgulayıcı olmalarını bir kez daha zorunlu getirdi. Rabbimizin Kitab-ı Kerim’de ortaya koyduğu Müslüman şahsiyete baktığımızda karşımıza çıkan mutlak hakikat: Müslüman akildir, Müslüman basiretlidir, Müslüman feraset sahibidir, Müslüman yalnızca Allah'tan korkup sakınır, Müslüman hakkın hatırını her şeyin üstünde tutar, Müslüman adildir, Müslüman şahittir, Müslüman hakkı bile bile gizlemez. Müslüman kendini öldürmeye gelenlere kendisindeki emanetlerini teslim eden insandır. O Muhammed ümmetinin üyesi olma şuur ve ahlakı içinde yaşayandır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR