1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Sen Kimsin?

Sen Kimsin?

Temmuz 2022A+A-

“Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce hem de bu Kur'an'da Müslimler diye isimlendirdi ki Resul size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 22/78)

İnsanların yaşadığı sorunların, karşılaştığı sıkıntıların, içinde bocaladığı, zaman zaman adeta boğulduğu zaaf ve açmazların temelinde kimlik krizi yatmaktadır. İnsanlar ikiye ayrılır: Bir tarafta Rabbu’l-Âlemin’e, O’nun istediği, emrettiği gibi sahih bir kimlikle, ihlasla, tevekkül ve teslimiyetle yönelenler vardır. Diğer tarafta ise O’nun rızasına mugayir olarak kendisini tanımlayan ve bu tanımlama çerçevesinde hayatını tanzim edenler. Bu iki tutum iki ayrı kimlik, dolayısıyla iki ayrı bakış açısı, iki ayrı konumlanma ve hayat tarzı üretir.

İki Tercih, İki Bakış Açısı ve Hayat Tarzı

Kendilerini çok çeşitli isimlerle, sıfatlarla tanımlasalar da insanlar en temelde ya Allah Teâlâ karşısında salih bir kul ya da her şeyin yaratıcısı, Malikü’l-Mülk, Kadir-i Mutlak, Rahman ve Rahim olan Rabbu’l-Âlemin’in sınırlarına itaat etmeyen birer zalimdirler.

Zulme bulaşmanın, azgınlığın, tuğyanın elbette çok çeşitli kaynakları, zeminleri, tezahürleri bulunmaktadır. Mamafih ilk eşik tanımlama düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Kendisini Allah Azze ve Celle’nin belirlediği şekilde tanımlayan ve hayatını, zihnini, kavramlarını, ilişkilerini bu doğrultuda inşa eden, yani Allah’ın ipine, hablullaha sarılan ve “İnneni minel muslimin.” (Ben Müslümanlardanım.) bilinci ile hareket edenler ifsaddan uzaklaşıp felah bulur. Buna karşın Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’nın emir ve nehiylerine karşı gevşek, umursamaz, tutarsız davranan ya da sınırlarını tümüyle inkâr eden, yok sayan tutum sahipleri ise azgınlığa, zulme ve küfre düşerler.

Bakış Açınız Ne Gördüğünüzü Belirler

Bu tutumun izlerini hayatın her alanında, her tartışma vesilesiyle görmek mümkündür. İşte ortada bilhassa yoksulları sarsan ciddi bir sıkıntı hali var. Buna karşın pek çoklarını görüyoruz ki bir yandan ekonomik krizin kendilerini yoksullaştırdığını ve hayatlarını zorlaştırdığından yakınıyorlar ama sefih bir yaşantı tarzından da asla taviz vermiyorlar. İçkiden, eğlenceden, lüksten, israftan vazgeçmiyorlar.

Daha garibi şu ki kendilerine yardım edilmesini, durumlarının düzeltilmesini talep eden ve sürekli biçimde ihtiyaçlarını karşılayamamaktan yakınanlardan bazısı bakıyorsunuz en zor durumda oldukları bilinen insanlara yapılan yardımları hedef alabiliyorlar. Yardım kuruluşlarının Suriye’de çaresiz insanlara gönderdiği ekmek yardımını bile topa tutabiliyorlar. 

Yine çokça dillendirilen bir şikâyet konusunu ele alalım. Bazı kadınların sokakta kendilerini rahat hissedemediklerinden, sürekli tacize maruz kaldıklarından şikâyet etmelerine bakarak namus mefhumuna, ahlak ilkelerine önem veren bir topluluk karşısında olduğunuzu sanıyorsunuz. Oysa tutarsız, ilkesiz, paramparça bir ahlak anlayışına sahip bu tipler sokaklarda en olmayacak görüntüler içinde gezmeyi, hayâ kavramının zerresinden nasipsiz biçimde en rezil kıyafetlerle vücutlarını teşhir etmeyi marifet biliyor, edep ve namus yoksunluğunu topluma özgürlük diye sunuyorlar. Şehvetin her vesileyle, her araçla alabildiğine kışkırtılmasını hiç sorun görmeyen, bilakis bu ifsad ortamını bizzat besleyen, büyütenler, fahşayı, münkeri hayat tarzı haline getirenler bir de çıkıp bu edepsiz ortamın sonuçlarından şikâyet edebiliyorlar.

Boğazlarına kadar şirke, zulme batmış haldeler. Gençlerin camileri doldurmasından, hafız olarak yetişmelerinden, Kur’an’dan, tesettürden, ibadetten duydukları rahatsızlığı değişik bahanelerle yansıtan bu tipler cinsel sapkınlığı bir insan hakları kriteri olarak herkese dayatıyor, nesilleri yok etmeye matuf bir alçaklığı meşru göstermek için her çabayı sergiliyorlar. Ne yazık ki bunların yürüttüğü ve adeta zihinsel bir terör kuşatmasına dönüşen ifsad kampanyası karşısında bazı Müslümanlar dahi geri çekilebiliyor, ifsada, harama, günaha açık, net tavır almaktan çekinebiliyor.   

İşte muhacir tartışması da içinde yaşadığımız toplumun geniş kesimlerinin bu hastalıklı, sapkın cahiliye kirliliğine nasıl bulaştığını net biçimde ortaya koyan bir gündem olmuştur.

Yerlilik ve Yabancılık Kriteri

Allah’ın arzını kendi özel mülkleri olarak gören anlayış sahipleri ulusalcılık denilen cahilî aidiyeti öne çıkartmak suretiyle İslami esaslara aykırı bir tutum takınmakta; aynı zamanda insani, vicdani, ahlaki zaviyeden de son derece çirkin, zalimane bir yaklaşımı temsil etmektedirler.

Şunu bilelim ki meselenin özü, temeli ‘Ben kimim?’, ‘Biz kimiz?’ sorularına verilen cevaptadır. Rabbu’l-Âlemin’in davetine icabet eden ehl-i iman kendini Müslim olarak tanımlar ve her şeyi bu tanım ekseninden değerlendirir. Neyin doğru neyin yanlış olduğu; kimlerle beraber, kimlerden ayrı olmak gerektiği; hangi düşüncenin ve amelin sahih, hangisinin batıl olduğu sorularının cevabı ancak bu eksende karşılık bulur.

Buna karşın kendilerine örneğin laik, Kemalist, sosyalist, liberal, demokrat, sağcı, solcu, milliyetçi vs. cahilî birtakım kimlikler atfedenler ise bahsedilen sorulara ancak maruz kaldıkları şartlanmalar ya da nefislerinin onlara telkin ettiği, hoş gösterdiği doğrultuda cevaplar üretirler. Ürettikleri bu cevaplar ise ya vahye tümüyle aykırı ya da vahyin istediği saflıktan, netlikten uzak, eklektik, çelişik bir mahiyet arz eder.

İslami kimliğe bilinçli bir karşıtlık, düşmanlık içinde olanların tavrı sözümüzün dışındadır. Rablerinin çağrısına iradi biçimde sırt dönen, İslami kimliği reddeden, aşağılayan insanların zulmü savunması, zalimleşmesi, vahşileşmesi beklenmedik bir durum değildir. Küfrü, şirki imana tercih edenlerin çelişkiler içinde bocalaması, insani ve ahlaki değerlerden, adalet ve merhametten uzaklaşması şaşırtıcı olmaz.       

Aidiyet Karmaşası

Ne var ki kendilerine şu veya bu düzeyde İslami kimlik atfında bulunan, Müslümanlığı da terk etmeye yanaşmayan ama düşüncelerini, perspektiflerini, talep ve özlemlerini tümüyle İslami esaslara uydurmayı beceremeyenlerin hali düşündürücüdür, elem vericidir. Ve bu insanlar asıl odaklanmamız gereken kitleyi teşkil etmektedirler. En açık ifadesiyle aidiyet karmaşası içindeki bu insanların vahiy ile uyarılmaya, içine düştükleri cahiliye çukurundan çekip çıkartılmak için kendilerine el uzatılmaya şiddetle ihtiyaçları vardır.

Kendilerine Müslümanlık vasfı atfettikleri halde bazılarının bununla yetinmeyip, kimliklerini vahyin belirlediği çerçeve ile sınırlamayıp bundan sonra başka aidiyetler edinmeye kalkıştıkları görülmektedir.

Bu insanların kendilerini ilave birtakım sıfatlarla tanımlamaları ya da birtakım hadiseleri, gelişmeleri bu eklektik kimlikler zaviyesinden değerlendirmeye kalkışmaları kelimenin tam anlamıyla cahiliyedir. Hak ile batılı birbirine karıştırma halidir ve şüphesiz bu yapılan iş Allah ile birlikte başka ilahlar edinmekten farksız bir tutumdur. Bu yapılanın son kertede Allah Teâlâ’nın hükmünü, buyruğunu bir kenara bırakıp cahiliyenin hükmüne, ideolojisine, kavramlarına tâbi olmak demek olduğu açıktır.

Açıkça bu tutum sahibini dalalete sürükleyecek bir zulümdür, tuğyandır ve elbette Rabbu’l-Âlemin böyle bir şeyi kabul etmez, bu tutumdan razı olmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu tutum “e kefertum ba’de imanikum” ifadesiyle (Âl-i İmran, 106) imandan sonra küfre yönelme olarak tanımlanır. Allah’ı veli edinmenin zulumattan nura yönelmeyi getirmesi gibi, tağutları veli edinmenin ise aydınlıktan karanlıklara sürüklenmeyi getireceği hatırlatılır. (Bakara, 257)

Araf Suresi 138 ve 139. ayetleri hatırlayalım: Benî İsrail henüz cahiliye kalıntısını üzerinden atamama halinin verdiği bir şaşkınlıkla, gafletle kendilerine gönderilmiş elçiden en olmayacak şeyi talep etmişlerdi: “Ve İsrailoğullarına denizi atlattık. Derken, bir kavme vardılar, toplanmış kendilerine mahsus birtakım putlara tapıyorlardı. Dediler ki: ‘Ey Musa, bunların birçok ilahları olduğu gibi sen de bize ilah yap!’ Dedi ki: Siz gerçekten cahillik ediyorsunuz. Çünkü o gördüklerinizin içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yaptıkları batıldır!"

Subhanallah! Bunca zulümden, eziyetten, zorluktan, zulümden sonra, kendilerini sahil-i selamete çıkaran Rabbu’l-Âlemin’e kulluktan yüz çevirip talip oldukları şeye bakın! Bu ne büyük bir nankörlüktür, ne çirkin bir zulümdür. Ama bilelim ki insan cahildir, zalimdir, hamd etmede zaaflıdır, cahiliyeden etkilenmeye açıktır.

Ve eğer dikkat etmezsek, ısrar etmezsek, müminlerden ayrı durursak, ümmet bilincinden uzaklaşırsak bu hal hepimizi bekleyen bir tehlikedir. Rabbu’l-Âlemin hepimizi korusun, ayaklarımızı dini üzere sabit kılsın!

Rabbu’l-Âlemin’in Belirlediği Kimlik Size Yetmiyor mu?

Hac suresi 78. ayette Rabbimiz mealen “Sizi önce de bu kitapta da Müslümanlar olarak tanımladık.” diyor. “Resul size şahitlik yapsın, siz de insanlara şahitlik yapın.” buyuruyor. “Bana ibadet edin ve bağlılığınız da sadece bana olsun.” diye emrediyor.

Peki, Allah Teâlâ’nın tanımlaması üzerine kendisine başka tanımlar atfetmeye, başka başka isimler almaya kalkışmak, farklı aidiyetler geliştirmek tam bir müstağnilik, had bilmezlik ve cehalet değil midir?1

Rabbu’l-Âlemin’in emri açıktır: “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmran, 102)

Peki, Rabbimiz “Siz Müslümansınız, hayatınızı buna göre yaşayacak, ilişkilerinizi buna göre tanzim edecek ve bu bilinçle ömrünüzü tamamlayacaksınız.” buyurmuşken, Türklük, Kürtlük, yerlilik, millilik de nedir?

Tek bir kimliğimiz, tek bir milletimiz, tek bir davamız var. Kafalar karıştığında, fitneye zemin arandığında aynı Selman-ı Farisi gibi aidiyetimizi net biçimde ifade etmeye mecburuz.

Bir mecliste herkes kendisini tanıtırken sıra Selman’a gelir: “Ben İslam oğlu Selman’ım.” (Ene Selman ibnu’l İslam) der. Ne muhteşem cevap! Aileyle, kanla, etnik kökenle, ırkla övünmeye ya da yerinmeye ne hacet! Biz Rabbimizin hidayet nimetine mazhar olmuşuz. Bundan büyük iftihar ne olabilir? Selman’ın bu sözü üzerine Ömer de “Ben de İslam oğlu Ömer’im, İslam oğlu Selman’ın kardeşiyim” der. Allah ikisinden de razı olsun!

Cahiliyeden Arınamamışlığın Tezahürleri

Çok acınacak bir hali var bu toplumun! Adam namaz kılıyor. Kadın örtülü. Haram olduğu için içkili marketten alışveriş yapmıyorlar. Ama boğazına kadar her türlü fesada batmış bu toplumun unsurlarını, sırf yerli diye, aynı ülkenin vatandaşı diye ‘kendilerinden’; muhlis, muttaki muhacirleri ise ‘yabancı’ olarak görebiliyorlar.

Müşriklerin, zalimlerin, haram yiyicilerin, Allah ve İslam düşmanlarının bu ülkede varlığını, yaşamasını sorun olarak algılamıyor, onlarla aynı havayı solumakta ve aynı toprağı paylaşmakta beis görmüyor ama sırf bu ülkenin vatandaşı olmadığı için iman kardeşinin bu ülkeden gitmesi gerektiğini söyleyebiliyorlar. Bu tiplerin zihinlerinde öyle bir ‘biz’ tanımı var ki adeta şeytanları kapsıyor ama melekleri dışlıyor.

Adam ilahiyat fakültesinde tefsir dersi veriyor, öbürü fıkıh dalında uzman ama bunca ırkçı azgınlığa şahit olduğumuz bir vasatta bu ülkeye sığınmış mazlum kardeşlerimizin muhacir sayılıp sayılamayacakları üzerinden spekülasyon üretiyorlar. Onlar muhacir sıfatını hak etmiyor da sen ensar sıfatına layık mısın? Allah’tan kork! Zerrelerine kadar günahla, haramla yoğrulmuş bu ülke ne zaman Medine oldu da muhacir beğenmiyorsunuz?

Şüphesiz bunlar kardeşliği bilmiyorlar. Daha ötesi İslam’ın cahiliye bağlarını kesip attığını ve yerine iman bağını tek belirleyici kıldığını idrak edemiyorlar. Zihinleri ulus-devletin hurafeleriyle allak bullak olmuş, enkaza dönmüş halde. Allah Teâlâ’nın “Hatırlayın sizi bir ateş çukurunun kenarından kurtardık.” (Âl-i İmran, 103) buyruğuna rağmen adeta ateş çukurunun etrafında turluyorlar.

Musab b. Umeyr’in abisi Ebu Aziz b. Umeyr Mekke’de annesiyle birlikte, iman ettikleri için Musab’a ve küçük kardeşine çok eziyet eden azılı bir müşrik olup Bedir’de müşriklerin safında savaşmış ve müminlere esir düşmüştür. Savaşın bitiminde Musab, Ebu Aziz’i esir alıp getiren Ensardan Ebu Yeser’i2 görür ve ona şöyle seslenir: “O esiri sıkı tut, zengin bir annesi var, sana iyi fidye verir.” Bunun üzerine büyük bir şaşkınlık yaşayan Ebu Aziz: “Ey kardeşim, benim hakkımdaki tavsiyen bu mudur?” diye yakınır. Musab ise aynı anne ve babadan olma abisi Ebu Aziz’e, Ebu Yeser Ensari’yi göstererek “Benim kardeşim sen değilsin, odur!” diye cevap verir.

Rabbu’l-Âlemin bizi Musabların örnekliğine tâbi olanlardan eylesin! Cahiliyenin her renginden, türünden, rüzgârından, kokusundan muhafaza buyursun!

 


Dipnotlar:

1- Ekrem Öztürk, “Müslüman Kimliğin İnşasında İlim ve Usûlün Önemi”, s. 31. (İlim ve Usûl, Editör: Şinasi Gündüz, Hikav Yayınları, İst. 2018)

2- Bir başka rivayette Musab’ın seslendiği kişinin Ensardan Müdlic b. Nadha olduğu da söylenmiştir. Bkz. Muhammed Emin Yıldırım, Sahabe İklimi, Cilt 2, Siyer Yayınları, 3. Baskı, 2017. s. 235.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR