1. YAZARLAR

  2. Yıldız Ramazanoğlu

  3. Şehrin içini bize yakıştıran bir ustanın filmi: Uzak

Yıldız Ramazanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Şehrin içini bize yakıştıran bir ustanın filmi: Uzak

Ocak 2003A+A-

Yönetmen, görüntü yönetmeni, senaryo: Nuri Bilge Ceylan. Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer.2002 yapımı. Uzun metrajlı.

İlk çalışması kısa metrajlı Koza, ilk uzun filmi Kasaba olan Ceylan, Mayıs Sıkıntısı ile Avrupa'yı sarsmıştı. Yeni bir filmle yine bildiği yolda ilerliyor bilge yönetmen. Onun hep ünlü Rus yönetmen Tarkovski'den etkilendiği söylenir. Fakat ustalardan yararlanmak herkesin hakkı ve ben bire bir tekrarladığını değil kendi özgün sinema dilini yarattığını düşünüyorum. Yani Uzak tam böyle bir film.

Yusuf şehre geliyor. Dönüşü yok. Dönse bile bunu tekrar deneyecek. Film köyün gün ağarırkenki sessizliğiyle ve oradan uzaklaşan genç bir adamın kardaki ayak izleriyle açılıyor. Müzik ve efekt yok. Sadece doğanın ve hayatın sesi var. Kasaba ya da köy genç adamı şehre taşıyacak otobüsün gelmesiyle son kez görünüyor. Şehir perdesi açılıyor. Sıla sadece bir telefonla hatırlanan insanlardan ibarettir artık. . Köyün son görüntüsü: köpek, kuş ve horoz sesleri eşliğinde bir tan ağarma vakti. Köy artık bir görüntüdür, dağın önünde uzanmaktadır, minare sivri uçlu bir kalem gibi görüntüyü delmektedir ve hava karlıdır. Bu film boyunca köyün ilk ve son görüntüsüdür. Birazdan otobüs dağı aşacak. Köy dağın ardında kalacak. Bütün geleneği, usulü ve ilişkileriyle birlikte toptan terkedilen bir mekan. Yolcu şehirde artık şekil değiştirerek, kentin kurallarına uyarak yerini alacak.

Bir de Mahmut var. Fotoğraf sanatçısı, şehire köklerini salmış bir akraba. Bu iki kahraman üzerinden şehir ve göç karşı karşıya getirilir filmde. Şehrin baskın kültürü kimsenin kimseyi umursamadığı, bir insanın diğerinden sorumlu olmadığı, aidiyetlerin yok olduğu bir yaşam biçimini önermektedir. Mahmut kentin şeklini çoktan almıştır. Kolay yoldan iş bulmaya çalışan, hemen tutunmayı uman Yusuf'u sık sık azarlar. Her şeyi sadece tırnaklarıyla uzun zamanda kazandığını söyler. Yine de yönetmen ince detaylarla tırnaklarla kazanılanın ne olduğunu sorgular. Sonsuz özgürlük vadeden şehirde bile iş çıkışı bar, akşam televizyon ve koyu bir yalnızlık üçgeninden çıkamaz okumuş şehir insanı. Evlilikler dayanıksız, yaşam bir köydekinden çok daha yeknesaktır.

Yusuf un isteği şudur: Gemilerde çalışacak, ne iş olsa yapacak, uzak diyarları gezip görecek. Ona iş bulana kadar evini açan Mahmut bunu boş bir hayal olarak görür. Değişen bir şey yok, her yer aynı ya, git gör bakalım diyerek varoluşun anlamı problemini her nereye gitsek taşıyacağımızı vurgular.

Şehir hep geleceğe angaje ediyor. Bugünü yaşamak imkansız. Yarın gel, haftaya bir uğra, belki olur, bir bakarız ...şehrin günleri birer birer tüketen söylemi. Sonuçta tabii ki Tarkovski filmlerindeki gibi varoluşun anlamı, görüntülerin arkası gibi insanı hiç bırakmayan sorular izleyiciyi içten içe sarsar. Necip Fazıl in "bütün insanlığı dövsen havanda / herkes zerre zerre yine yalnız" dizeleri aklıma geldi film boyunca. Kavafis'in unutulmaz Kent şiirini hatırladım. Yalnız insanların şehri. Şehir herkese farklı işliyor. Yönetmen şehri ustaca kurgulamış. Sadece ışığın kullanımında karanlığın bu kadar hakim olması biraz rahatsızlık yaratıyor. Ama her sahnede bir olgunluk var. Şehir artık bastırmış, ehlileştirmiş insanları. Her şeyin vakti saati var. İşten çıkınca içme zamanı gelen entelektüeller. Bu bana alternatif bir kent filmini düşündürttü. Mustafa Kutlu'nun kasabalarıyla rabıtalar kurulan, hala yeşertilecek insani yaklaşımları örgütleyen yeni bir şehir.

Kar bir metafor olarak kullanılmış gibi. Sıcak bir ev, küçük araba, yiyecek ve içecek dolu buzdolabı şehrin vaadettiği asgari mutluluk. Ev hep yarı loş. Loşluklar içinde geçiyor zaman. Hava bir türlü ışımıyor. Gönülleri sağaltacak ışık sızmıyor. Yürekler genelde kış. İnsanların içi ısınmıyor. İçimizi ısıtan mekanizmalar yokolmuş. Kuşku ve endişe hakim. Tek yaşamanın dayanılmaz ama iç burkan çekiciliği. Kimseye katlanamayan fakat kimsesizliğe katlanabilen bir ruhsal durum. Yine de içimizde bir teyze oğlunu kerhen de olsa, kısa bir süre için de olsa barındıracak duyarlılık kalmış. Şehir insanında hasta anneye bile ayıracak zaman yoktur. Her ilişki yük getirir. Çok doluyum, yoğunum, angajeyim. Hep meşgulüm durumu. Filimde sahi neyle meşgulüz bu kadar, sorusu görüntülerle, yaratılan atmosferle biraz cevabını buluyor. Bir hiç yani. Ya da bunun cevabi yok aslında.

Dialoglardan çok mekanlar, insan yüzleri, insanlık halleri, mimikler ön planda. Dialog filmin çok az bir kısmıni oluşturuyor. Verili hayat en süfli ihtiyaçlar üzerine kurulu. Yarın diye bir şey yok. Bugün ve şimdi yaşama çabaları. Bir fiziksel varoluş mücadelesi. Felsefi bir boyutu da bu. Sadece bedeni gezdiriyoruz. Ruhu uçuracak hiçbir devinim yok. İşin içinden çıkamama hali.

Kamusal alan kuşatmasına rağmen hakiki manada sosyalleşemeyen bireyin kendi üzerine katlanması sonucu paylaşımsız, yarı depresif yaşamlar. Bu durumda bir umutla gelenler, başlangıçta yarı sarhoş dolaşırlarken caddelerde, şehri Mahmutlar yüklenir, Yusufları ise şehir taşımak zorunda. Sonuçta büyük kentler gelenlerin ve eskilerin sürekli harmanlanmasıdır. Bu biraz da İstanbul'dur. Göç alan şehirlerdir. Artık yaşam neredeyse tek kişilik kurgulandığından bir arada yaşama çekilmezdir ve tedirginlik yaratır. Mahmut Yusuf'la yalnızlığını gidermekte ise de kişisel düzeni, evdeki tek kişilik özel yaşamı baltalanmaktadır.

Bir tartışma sonrası Yusuf evi terkettiğinde şehrin onu nereye savurduğuna dair muhtelif seçenekleri zihnimizde kurgulamamızı sağlamak, hayal gücümüzü harekete geçirmek yönetmenin başarısı. Geri mi döndüğü, iş mi bulduğu, başka bir yere mi yerleştiği, kötü yola mı düşeceği bilinememekte. Türlü çeşit seçenekle ışıklar yanar ve perde kapanır. 2002'nin en iyi yerli filmi biter böylece.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR