1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Referandum Saflaşmasında Yer Tayini ve Küresel Güçler Karşısında Pozisyonumuz

Referandum Saflaşmasında Yer Tayini ve Küresel Güçler Karşısında Pozisyonumuz

Nisan 2017A+A-

16 Nisan’da halkoyuna sunulacak anayasa değişikliği sadece dâhilde değil, hariçte de yakından takip edilmekte ve yoğun tartışmalara konu olmakta. Bilindiği üzere bugüne kadar Türkiye’de yapılan seçimlerin hepsi bilhassa bölge ve Avrupa ülkeleri nezdinde ilgi uyandırmış, yakın takibi getirmiştir. Ama ilk kez bu seçimde ‘sınırlar’ın bu derece aşıldığı ve adeta dâhili gündemin uluslararası bir mahiyete büründüğü, harici aktörlerin seçim sürecine doğrudan müdahil oldukları görülmekte. Bazı Avrupa ülkeleriyle sıcağı sıcağına yaşanan gerilimler ise bu görüntüyü daha bir netleştirmektedir.

Konjonktürel Hesaplar Tarihsel Karşıtlık Halini Örtmemeli! 

Evet, Almanya, Hollanda vs. ülkeler ile Türkiye arasında gelişen polemik ve keskinleşen tutumların bilinçlice tırmandırıldığı, gerilim politikasından istifade mantığının karşılıklı olarak işletildiği söylenebilir. Bu tür bir niyet ve iradeyi görmek için zaten çok da çaba sarf etmek de gerekmiyor. Nitekim doğrudan çatışan aktörler de dâhil olmak üzere konuya ilgi duyan herkesin ilk yaptığı tespit de çoğu kez bu olmaktadır. Bununla birlikte bu olguyu sadece konjonktürel bir kaygıyla üretilmiş ve geçici bir parlama hali olarak yorumlamak mümkün değildir. Bilakis bu tür bir yaklaşımın gerilimin kaynağını ve sorunu asıl besleyen olguları görmezden gelmek demek olacağı da açıktır.

Peki, gerilim asıl olarak nereden kaynaklanmaktadır, sorunun özünü teşkil eden şey nedir?

Sorun en temelde küresel güçlerin, ABD’siyle, AB’siyle, Rusya’sıyla İslami kimlik ve değerlere, sembollere ve kadrolara karşı konumlanmasından kaynaklanmaktadır. Tarihsel manada Batı’nın İslam ile olan çatışma geleneği, günümüzde İslami hareketlere, en geniş manasıyla İslami taleplere karşıt tutum alması şeklinde devam etmektedir. Ve bu perspektiften bakıldığında Türkiye’de Erdoğan iktidarıyla yaşadıkları gerilimin de tali faktörleri bir kenara bırakacak olursak, asli manada bu karşıtlık olgusundan kaynaklandığı tespitini yapmak yanlış olmaz. Özetle küresel güçlerin Türkiye’ye karşı son dönemde daha fazla netleştirip belirginleştirdikleri pozisyonlarını, Filistin’den Afganistan’a, Mısır’dan Suriye’ye, Libya’ya kısacası tüm İslam coğrafyasında birebir şahit olduğumuz konumlanmalarının bir tezahürü olarak yorumlamak mantıklı bir çıkarım olacaktır.

Dünkü Türkiye Dosttu! İslami Hassasiyeti Öne Çıkaran Bugünkü Türkiye İse Tehdit!

Bu tespit Türkiye’nin gerilime konu olan tüm konularda haklı olduğu, attığı her adımın İslami hassasiyetten kaynaklandığı, birebir bunu yansıttığı ve de takdire şayan olduğu şeklinde yorumlanamaz elbette. Türkiye siyasetine çoğu kez bürokratik reflekslerin ya da pragmatik kaygıların yön verdiği, ahlaki ilke ve değer yargılarını yok sayan ve açık biçimde çelişik tutumlar barındıran yaklaşımların sıklıkla öne çıktığı bilinmektedir.

Bu yüzden toptancı bir yaklaşımla adeta her söyleme, icraata arka çıkan, kefil olan tavırlar sağlıklı olamaz. Bilakis bu tür zaafları içselleştirmeye ya da hasıraltı etmeye yönelik tutumlardan kesinlikle uzak durulmalıdır. Ve elbette milliyetçi, devletçi bir bağnazlıkla değil, ilkesel bir tutarlılıkla hareket etmekle yükümlü Müslümanlar bu tarz zaaflar, çelişkiler barındıran politikalara doğal olarak karşı çıkmak, itiraz etmek durumundadırlar. Yanlışları görmezden gelen, tutarsızlıkları ‘genelleyici bir Batı karşıtlığı’ ile örtmeye kalkan yaklaşımlar ilkesel açıdan kabul edilemez olduğu gibi, olgusal açıdan da saptırıcıdır, gerçeklikten uzaklaşma tehlikesi barındırır.

Tutarlı bir perspektiften hareket etmesi gereken ve her durumda adalet ilkesini gözetmesi gereken Müslümanlar en temelde hangi güçlerin nerede konumlandığını net biçimde görmek ve buna göre pozisyon almak zorundadırlar. Bununla birlikte, bu tutum yanında durulan ya da destek verilen aktörlerin çelişkilerini, zikzaklarını, politik hesaplarla sergilediği aşırılıklarını görmezden gelmeye götürmemelidir. Bilakis adil olma kaygısıyla yanlışa tavır almak şarttır.

Bu bağlamda gerek Hollanda ya da Almanya gibi AB ülkeleriyle referandum kampanyası bağlamında gerekse de ABD ve Rusya ile Suriye özelinde yaşanan gerilimler değerlendirilirken en genelde konunun oturduğu zeminle birlikte, izlenen politikaların tutarlılığı ya da tutarsızlığı da dikkate alınmalıdır. Milliyetçi rüzgârların etkili biçimde kendisini hissettirdiği mevcut atmosfere kapılarak amigovari tutumlara bürünmek, tezahürat moduna girmek anlamsız ve akılsızcadır. Bu noktada Türkiye adına sergilenen tutumlarla ilgili olarak gerek söylem düzeyinde görülen zaaflara, gerekse de icraata yansıyan çelişkilere dikkat çekmek elzemdir.

Çelişkili, Zikzaklı Tavırlara Kefil Olacak Değiliz!

Batılı devletlerin Türkiye ile yaşadıkları gerilimin kaynağında en temelde İslami kimliğe karşı alerjik yaklaşımlarının belirleyici rol oynadığı tartışma götürmez bir gerçek ama bu Türkiye’nin son süreçte içine girdiği ‘olağanüstü hal’in bu gerilimde hiç payının olmadığı anlamına gelmiyor. Aynı şekilde Avrupa’nın tarihsel karşıtlık tutumu, Türkiye’de iktidarın giderek daha otoriter ve baskıcı bir yönelim içine girdiğine dair Batı’da ısrarla altı çizilen kaygıları külliyen hükümsüz kılmıyor.

Elbette Batı’da dillendirilen bu tarz eleştiriler içtenlik ve samimiyetten uzaklıkla suçlanabilir ama vakıanın eleştirileri, en azından kısmen, doğruladığı gerçeğini görmemek şartıyla! Öyle ki Türkiye kendi bakanlarının katılacağı toplantıların işgüzarca iptal edilmesi karşısında toplantı hakkının demokrasinin vazgeçilmezleri arasında olduğunu ısrarla vurguluyor ama aynı süreçte kendi ülkesinde bir kısım vatandaşlarının olağanüstü hal gerekçe gösterilerek toplantı haklarının ellerinden alınması vakasını son derece doğal ve gerekli bir uygulama olarak sunabiliyor. Hiç kuşkusuz bu tutum bizim eleştirmemiz, itiraz etmemiz gereken bir tutumdur.

Türkiye’nin bilhassa Suriye hadisesi üzerinden çok sert bir şekilde sıkıştırılmaya çalışıldığı biliniyor. Doğrudan kendi ülkesinde silahlı mücadele yürüten, bir dizi terör eylemleri organize etmiş PKK’ya hem ABD, hem Rusya kimi zaman PYD-YPG kamuflajıyla, bazen de SDG mizanseniyle alan açmakla meşguller. Bab’dan sonra kendi güvenliği için Munbiç’e de girmekten çekinmeyeceğini açıklayan Türkiye’nin karşısında hem ABD, hem Rusya adeta duvar örmüş durumda. Türkiye için daha da büyük bir tehdit kaynağı oluşturduğu kesin olan Esed rejimine ise bu iki süper güçten Rusya doğrudan, ABD ise dolaylı biçimde destek vermekte, ömrünü uzatmakta.

Ve yine tam da burada Türkiye’nin kendisini bu şekilde adeta kumpasa alan güçlerle yürüttüğü ilişki ve işbirliğinin sorgulanmasının gerekliliğine dikkat çekelim.

Edilgen Yaklaşımları Terk Etme Zamanı!

Türkiye’nin, Rusya ile varılan ateşkes mutabakatının bazı örgütleri hariç tutma koşulu içermesini kabul ettiği anda Suriye’de mücahidlerin denetimindeki tüm bölgelerin hedef haline geleceğini öngörmemesi ne kadar büyük bir basiretsizlik! Sonuçta Rusya’nın adım adım bölgeyi Türkiye ve müttefikleri için daraltma stratejisi izlediği nasıl görülmez? Ve bu durumda abartıla abartıla dillendirilen Rusya ile işbirliği-ittifak söyleminin mahiyetinin etraflıca tartışılması gerekmiyor mu?

Türkiye aynı şekilde ABD’nin Suriye siyasetinden ve burada yapıp etmelerinden de çok rahatsız olduğunu söylüyor, aynı ittifak örgütü içinde yer aldığı bir devlet tarafından düşmanlık politikalarına maruz kaldığı yakınmalarında bulunuyor. İyi ama ABD bu icraatlarının çoğunu Türkiye’nin kara ve hava sahasını kullanarak yapmıyor mu? O zaman neden daha etkili bir karşı koyuş görmüyoruz?

Bilakis utanç verici bir şekilde aylardır “Rakka’ya PYD ile gitme beni yanına al” nakaratı dinliyoruz. ABD’nin bir taraftan Fethullah Gülen’i, diğer taraftan PYD’yi elinin altında tutarak Türkiye dış siyasetini kilitlemiş olduğu görülüyor. Buna karşın Türkiye ise kendisinden beklenen standart tepkileri vermek üzere kurgulanmışçasına ısrarla aynı düzlemde aynı şeyleri beyhude biçimde tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.

Öyle ki ABD’nin açık bir şekilde PYD’ye destek verdiği bir ortamda dahi ABD’nin hiçbir mantık, hukuk tanımaksızın Suriye’nin en etkili mücahid yapılarını ‘terör örgütü’ şeklinde yaftalayıp imhaya girişmesi karşısında Türkiye sessizliğe bürünebiliyor. Oysa ABD’nin imhasına giriştiği örgütler direnişin belkemiğini teşkil eden yapılar ve Allah muhafaza, direnişin çökmesinin ise Türkiye’nin Esed rejimi karşısında diz çökmesi anlamına geleceği kesin! Tam da bu noktada giderek daha yakıcı bir boyut kazanan Suriye politikası bağlamında adeta yeni bir hamle yapamayacak tarzda kuşatılmış görünen Türkiye’nin mücahidlerle ittifakını güçlendirmesinin, netleştirmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Gelinen aşamada egemenler nezdinde icazet arayışına dayalı, edilgen tutumların hiçbir olumlu ve saygın sonuç üretmediği ve de üretmeyeceği kabul edilmeli ve adımlar buna göre atılmalıdır.

16 Nisan Referandumunun Mahiyetini Aşan Manası

Türkiye iç politika ile dış politikanın kesiştiği, iç içe geçtiği bir aşamada bulunuyor. Referandum hadisesi tam da bu genel gündemin kritik aşamasını temsil ve teşkil etmekte. Mahiyeti ve sürecine dair bir dizi çelişkiler barındırmakla ve haklı itirazlara konu olmakla birlikte son kertede kimin-kimlerin nerede ve neyin yanında, neyin karşısında durduğuna baktığımızda tabloyu netleştirmenin daha kolay olduğunu söylemek mümkün.

Bu ülkenin geçmişinden bugününe hep derin izler ve kalıcı hasarlar bırakmış milliyetçi retorikle desteklenmiş kampanyalar, popülist ve otoriter tarzların karşılıklı olarak birbirlerini besleme eğilimleri ve hem devletin işleyişinde, hem toplumsal yapıda hukuk ve adalet mefhumlarının giderek daha gereksiz bir yük gibi algılanması türünden şahitlik ettiğimiz olguların canımızı sıkmaması mümkün değil elbette.

Mamafih tüm bu ve benzeri çarpıklıklar canımızı çokça sıksa, gidişata dair derin derin düşündürse de son kertede küresel egemenlerin değil, onların düzenlerine ister nitelikli ister sığ bir tarzda da olsa itiraz eden, itiraz etme gayreti içinde olanların kazanmasından yana olmak durumundayız. Bu perspektiften hareketle, 16 Nisan referandumunu bu saflaşma düzeni içinde değerlendirmek gerektiğini hatırlatıyor, referandumun küresel egemenlerin lehine değil, ümmetin maslahatına uygun bir tarzda sonuçlanmasını diliyoruz.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR