1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Politikleşmiş İktisadi Kriz ve Derinleşen Güvensizlik 

Politikleşmiş İktisadi Kriz ve Derinleşen Güvensizlik 

Aralık 2021A+A-

Türkiye bir müddettir belirgin bir ekonomik kriz tablosu ile yüz yüze. Mevcut durumda 20 yıla yaklaşan AK Parti iktidarının en sıkıntılı, en zor dönemini yaşadığını söylemek mümkün. İktidarın artık sona yaklaştığına, gidici olduğuna dair muhalefetin propaganda kampanyası ilk defa bu oranda kabul görmekte ve AK Parti iktidarına yakın çevrelerde dahi şu veya bu biçimde etkili olmakta.

Farklı alanlarda gelişen, büyüyen sorunlarla birleşen iktisadi kriz olgusunun toplumsal yapıda gerilimi artırırken, iktidara güven duygusunu da istikrarlı bir tarzda erittiği görülüyor. Kriz hali yeni değil elbette. Aynı şekilde sadece Türkiye’ye özgü bir şey de değil. Neredeyse tüm dünya korona vakasının meydana getirdiği depremin artçı sarsıntıları ile sarsılmakta. Mamafih Türkiye gibi bazı ülkelerin bu küresel sarsıntıyı yapısal ya da yönetsel zaafları nedeniyle çok daha etkili biçimde hissettikleri de görmezden gelinemeyecek bir gerçek.

Belirginleşen Mali Kriz

İktisadi alanda son aylarda birbirini takip eden olumsuz gelişmeler ve adeta gündelik bazda yaşanan hızlı değişimler geniş kitleleri giderek bariz biçimde yoksullaştırırken, toplum psikolojisinde gözle görünür bir tahribata yol açıyor.

Döviz kurlarında çok kısa süreler içinde görülen aşırı yükselme, zaten uluslararası düzeyde kıtlaşan emtia fiyatlarının içeride daha da yakıcı bir şekilde yükselmesini beraberinde getiriyor. Buna devletin enerji tedarikindeki artan maliyetleri tüketici fiyatlarına yansıtması da eklenince ev kiralarından sofradaki ekmeğe kadar her şeye yansıyan zam dalgası bilhassa dar gelirliler için hayatı hepten zorlaştırıyor. Yeni asgari ücretin belirlenmeye çalışıldığı bugünlerde gözüken o ki asgari ücrete hangi oranda olursa olsun yapılacak zam şimdiden anlamsızlaşmış, kadük duruma düşmüş halde.

Artan fiyatlarla birlikte hayatın giderek zorlaşmasının, borçluların ödeme sıkıntısının büyümesinin ve en genel manada karşılaşılan iktisadi gerileme ve yoksullaşma olgusunun uluslararası gelişmelerle irtibatlı boyutları olduğu açık olmakla birlikte içeride ekonominin kötü yönetilmesiyle ilgili boyutlarının da bulunduğu inkâr edilemez. Bilhassa döviz kurlarındaki aşırı oynaklığın uluslararası etkilerden ziyade Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının bir yansıması olduğu ortada. Ülkeyi yönetme biçiminin bir tezahürü olarak iktisadi alana da uzanan “ben yaptım oldu” tutumu önce güvensizliği, ardından başarısızlığı getiriyor ve sonuç olarak bir avuç spekülatör haricinde herkes kaybediyor.

Mali Krizin de Ötesinde Derinleşen Güvensizlik

İşte bu tablo derinleşen bir güvensizlik tablosudur. Ülkeyi ve ekonomiyi yöneten kadrolara, anlayışa karşı giderek artan, artık saklanamayan açık, net bir güvensizlik! Aslında kadrolar derken, tanımı netleştirmek de gerekiyor. Kimse ekonominin dümeninin Ekonomi Bakanının ya da Merkez Bankası ve diğer mali kurumların yöneticilerinin elinde olduğunu düşünmüyor. Herkes diğer alanlarda olduğu üzere tüm yetki ve kararların Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olduğunu biliyor ve doğal olarak olumsuz gidişattan da Erdoğan sorumlu tutuluyor.

Şüphesiz hâlâ Erdoğan’a duydukları güven ve bağlılık nedeniyle yaşananların Türkiye’ye karşı düzenlenmiş küresel bir komplo olduğunu ve tüm bu maliyetin ve sıkıntının bağımsızlık ve onurlu bir gelecek için göze alınması gereken bedel olduğunu düşünen geniş bir kesim var. Ne var ki bu söylemin, bu izah tarzının giderek daha fazla sorgulanıp eleştirildiği, önceki mali krizlerle kıyaslandığında daha az kişi tarafından sahiplenildiği ve eskisi kadar inandırıcı bulunmadığı da görülebiliyor.

Son yıllarda bilinçli bir ideolojik-politik tutumun neticesi olarak yükseltilen milliyetçi-devletçi söylemin toplumsal gelişmeleri, sorunları doğru biçimde tahlil etme önünde ciddi bir zihinsel engel, bir tür barikata dönüştüğü bir gerçek. Bu tutum iktidar kadroları ve sözcüsü medyadan başlayarak belli kesimlerde sıkıntılara yol açan, zorlanılan, üstesinden gelinemeyen her sorunu, tartışmayı harici faktörlere fatura etme alışkanlığı doğurmuş durumda. Bu şekilde sorunlar örtülürken, sorumlular kolayca tezkiye ediliyor. İdari başarısızlıklar, keyfî kararların ortaya çıkardığı yanlışlar, basiretsizliklerin yol açtığı krizler bu yolla geçiştiriliyor. Hatta çoğu zaman bariz hatalı tutum alışlara keramet bile atfedilebiliyor!

Hamasi Söylemin Kısalan Raf Ömrü

İşte mevcut iktisadi krize de aynı şablonla yaklaşılıyor. Operasyon, bağımsızlık, milli kurtuluş savaşı vb. kavramlar eşliğinde toplum teskin edilmeye çalışılıyor. Ne var ki bu açıklama biçimi giderek daha az kişiye inandırıcı gelirken, toplumun geniş kesimlerini ikna etmeye yetmiyor. Hamaset eskisi kadar işe yaramıyor. Yaramıyor çünkü ortada açık, net bir başarısızlık mevcut. Birtakım güncel tartışmalarda, dış politik gelişmelerde, hukuk-adalet tartışmalarında daha soyut ve genel söylemlere prim verseler de doğrudan ceplerini yakan gelişmeler karşısında insanlar daha nesnel davranma eğilimi gösteriyor ve iktidarı sorumlu tutuyorlar.

Tam bu noktada iktidarın gerçeklerle yüzleşmesi gerekiyor, önce kullanışlı bir politik retorik olarak başvurulan ama bir müddet sonra içselleştirilip inanılmaya başlanan hamasi söylemleri ve sürekli biçimde sorunları harici faktörlere havale edip kendisini temize çıkartma tutumunu terk etmesi gerekiyor.

Maalesef Türkiye kötü yönetiliyor. İktidar kadroları eleştiriye kapalı, özeleştiriden ise nefret eden bir tutum içinde. İçeride oldukları müddetçe herkes yapılan edilen her şeyi sahiplenen, savunan bir tutum sergiliyor. Hiçbir konuda yanlış yapıldığı kabul edilmiyor. Herhangi bir konuda yanlış yapıldığını dile getirmek ancak partiyle ilişkinin kesilmiş olmasıyla mümkün olabiliyor. Geçmişte iktidar kadroları içinde yer alıp da bugün bir biçimde uzak düşmüş ya da uzaklaştırılmış birileri herhangi bir konuda “yanlış yaptık” ya da “yanlış yapıyoruz” dedikleri anda da hainlikle, bölücülükle, FETÖ oyuncağı olmakla itham ediliyorlar. Böylesi bir politik atmosferde eleştiri ya da özeleştirinin katkılarından istifade edebilme, sağlayabileceği uyarı ve arınma fonksiyonunun gerçekleşmesi ihtimali elbette söz konusu olamıyor.

Kibrin Yol Açtığı Körlük

İktidar kadrolarını kibir kuşatmış halde. Her şeyi en doğru, en mükemmel bir tarzda yaptıklarından zerre miktarı kuşku içinde görünmüyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz ve enflasyon ilişkisi ile yatırım ve istihdam için faiz oranlarının düşürülmesi konusunda sergilediği tutum TL’nin pula dönmesine yol açtı ama “Acaba bir yerlerde yanlış yapıyor muyuz?” sorusu akla bile getirilmiyor, getirilemiyor. Daha ötesi konuyla ilgili her konuşması piyasada olumsuz yansımalar şeklinde dönmesine rağmen Erdoğan ısrarla, inatla konuşmayı sürdürüyor. Ortaya çıkan tablonun geniş halk kesimlerini ezdiğini görmüyor ya da umursamıyor.

Faiz tartışmalarında da görüldüğü üzere son derece çelişik bir tutumla İslami değerler politik meşruiyet aracı olarak kullanılıyor. Faizin bir veya birkaç puan düşürülmesine yönelik ısrar İslami referanslara dayandırılırken, ortaya çıkardığı iktisadi maliyete yönelik itirazlar İslami nassların inkârı şeklinde ithamlara konu ediliyor.

Peki, madem öyle, neden aynı hassasiyeti ülkeyi Kemalist resmî ideolojinin boyunduruğundan kurtarma çabalarında göremiyoruz? Bilakis son yıllarda artan bir şekilde resmî ideolojiye tapınma ritüellerinin yaygınlaştırıldığına şahitlik ediyoruz. Tüm bu açık tuğyana tavır almayanların, hatta bu zulmün yaygınlaştırılmasına katkı sağlayanların ödenen ağır iktisadi bedelin acısıyla kıvranan kitlelere “Nasslara uygun davrandığımız için bu sıkıntıları yaşıyorsunuz, katlanmalısınız!” demeleri tam bir tutarsızlık oluşturmuyor mu? 

Sadece ekonomi politikası ile ilgili değil, bu umursamazlık ya da ben bilirimci tavır her alana yansıyor ve istikrarlı biçimde rahatsız, mutsuz kitleler üretiyor. Bu tutumun somut bir tezahürünü Abdurrahman Dilipak’ın yargılanması örneğinde görmek mümkün. Aksi yöndeki onca açıklamasına, beyanına hiç itibar etmeyip Dilipak’ı mahkûm ettirmek için adeta ‘Haçlı Seferi’ başlatanlar eminiz ki amaçlarına ulaştıklarında neyi sağlamış, ne elde etmiş olacaklarının hesabını asla yapmamışlardır. Bir taraftan düne kadar kuyularını kazanlara sonuna kadar kucak açıp, kendilerine olmadık düşmanlıklar yapanları başlarının üstünde taşıyıp diğer taraftan onca yılın dostluğunu, hukukunu, fedakârlığını bir çırpıda silip en yakınlarıyla hasımlaşmaya kalkanların ömrünün çok uzun olamayacağını görmek zor mu?

Sorunlar “Padişahım Çok Yaşa!” Mantığıyla mı Çözülecek?

Evet, acilen yüzleşilmesi gereken net bir tablo var ortada. Cumhurbaşkanlığı sistemi adı verilen tek adam yönetimi eskisinden de kötü, çok daha sorunlu bir sistem inşa etti. Eleştirinin, tartışmanın, hesap sorma ve hesap verme mekanizmalarının işlemediği bir sistem bu. Her türlü yanlış milliyetçilik/devletçilik halısının altına süpürülüyor.

Medyada ihdas edilen amigoluk düzeninin toplumsal yapıda hiçbir etkisi, karşılığı bulunmuyor. Yoğun, basit ve ucuz (nitelik itibariyle ucuz, yoksa mali yük anlamında değil) propaganda atmosferinin doğurduğu tepkiyle mevcut medya organlarının yayınlarına hiç itibar edilmiyor. Hele kamu kaynaklarının haksız ve usulsüz kullanılmasıyla sosyal medya düzleminde oluşturulan ve tam bir haysiyet cellâtlığı mekanizmasına dönüşmüş trol ağı ise bırakın sempati ya da destek sunmayı iktidara karşı ancak öfke ve nefreti besliyor.

İlginç olan şu ki iktidar konforunu yitirme korkusu ve gerçeklerle yüz yüze gelme cesaretsizliği yüzünden iktidar sahipleri bu öfke ve nefret dalgasını idrak etmekten çok uzaklar. Bu sebeple yolsuzluk, yetki suiistimali, kayırmacılık gibi suçları, günahları kanıksamada ya da çarpık hukuk düzeninin ürettiği adaletsizlikleri içselleştirmede pek zorluk çekmiyorlar. Rahatsız oldukları kişiler aleyhine ceza hukukunda olmayan suçlar ihdas etmek, ortaya tek bir delil koymadan insanları yıllarca hapiste tutmak, uyduruk isnatlarla mahkûm etmek vb. hallerin toplumsal yapıda yol açtığı derin yaraları görmezden geliyor, tüm bu olumsuzlukları gündeme taşıma çabalarını ise olmadık iftiralarla engellemeye çalışıyorlar.

Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Yaşanan sarsıcı gelişmeler karşısında iktidar mevcut tutumunu devam ettirdiği takdirde sıkıntı daha da büyüyecek. Geniş kitleler nezdinde derinleşen güven bunalımını aşabilmesi için iktidarın, tutumunu, söylemini, daha ötesi yaklaşım tarzını sorgulaması, özeleştiri yapması, yanlışlarıyla yüzleşmesi şart. Umarız iktidar kibrinin yol açtığı körlük geçicidir! Umarız kaybetme korkusu iktidarı daha fazla hataya değil, yanlış ve yararsız olduğu ayan beyan ortaya çıkmış tavır ve kadrolardan arınmaya, daha mütevazı ve tutarlı adımlar atmaya sevk eder.

Tali Değil, Köklü Bir Reform İhtiyacı

Sorun sadece ekonomik verilerden, istihdam ya da üretimin gelişmesinden, faiz oranlarının inmesinden ya da döviz kurunun istikrarından ibaret değil. Sorun daha temelde yönetim biçimindeki zaaflarla, insanlarla kurulan ilişki biçimindeki yanlışlarla ilgili. Bunun düzeltilmesi, ıslah edilmesi gerekiyor. Bunu yapmazsa ya da yapamazsa Erdoğan’ın kaybetmeye mahkûm olduğu görülüyor.

Türkiye’nin mevcut politik sahnesine bakıldığında Erdoğan’ın kaybetmesi resmî ideolojik statükonun güç kazanması, daha yerleşik ve popüler hale gelmesi demek. Kemalist, ırkçı, şoven politik eğilimlerin semirmesi anlamına gelecek bu tür bir sonucun genç nesiller üzerinde mevcut durumdan çok daha ağır olumsuzlukları besleyeceği ve bilhassa gerek bu ülkede gerekse de yakın coğrafyamızdaki mazlum kardeşlerimiz için ağır bir maliyet ortaya çıkaracağı rahatlıkla öngörülebilir. Bu yüzden alternatiflerini göz önüne aldığımızda Erdoğan iktidarının kendisine çekidüzen vererek varlığını sürdürmesinin genel manada lehimize olacağını görmek zor olmasa gerek. Umarız Erdoğan da bu gerçeği artık görür ve yanlışlar zincirine yeni halkalar ekleyerek yola devam edemeyeceğini kavrar.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR