1. YAZARLAR

  2. Sezai Arıcıoğlu

  3. Önce ve Şimdi

Sezai Arıcıoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Önce ve Şimdi

Ağustos 2019A+A-

Barış, savaşın yokluğu anlamına gelmez; o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, güven ve adalet duygusudur.

(Spinoza)

Önce…

Biz kendi halimizde ağır ağır ilerlerken oldu her şey. Biz kendi yağımızla kavrulurken birdenbire oldu. Sıkılaştırılmış ve içine post-modernite sosu katılmış katran karası bir baskı döneminden çıkmıştık. Herkes kendinde bir yalnızlık hissi ile uyanıyor, bir suçluluk psikozu ile “Ne yaptık da bunlar başımıza geldi?” der gibi iç çekiyordu. İçeri su sızdıran birer kırık kiremit gibi güneşte bile kusur arar gibiydik.

Üstüne üstlük “Bu daha başlangıç, bin yıl sürecek bu karanlık!” diyecek kadar da keyifliydi üzerimizde hesap yapanlar. Ellerini ovuştururken birbirleri ile yarış yaparcasına hakaretler, tehditler, algı operasyonları alıp başını gidiyordu. Düzmece yargılamalar, ikna zorbalıkları ile evinden aşından uzakta yalnız yakaladıkları genç kızların başörtülerini çıkartmaya çalışıyorlardı. Yalnızlaşsınlar, umutları kırılsın, ölmekten beter olsunlar, kimse sahip çıkamasın diye didindikçe didiniyorlardı.

Vesayetin gölgesinde kalmaktan onur ve gurur duyan bir siyaset tarzı büyütülüyordu. Yargı ellerindeki bir oyuncak gibiydi. Bürokraside oluşturdukları çarkı istedikleri gibi döndürüyorlardı. “Kamusal alan” dedikleri şey de aslında kendi hâkimiyet alanlarının adıydı ve halkın sözünün burada herhangi bir itibarı, bir geçerliliği yoktu ve olamazdı da.

Parametreler tamamıyla devletin üniter yapısına anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine uygun bir şekilde tanzim ediliyordu. Size saçma sapan da gelse herhangi bir itiraz herhangi bir eleştiri getirilmesi imkânsızdı ve buna yönelik herhangi bir mekanizmanın kurulması fikri dahi suçtu. Size hemen oracıkta tecrit ve tehcir uygulanır, dünyanız zindan edilir, mutluluk, huzur, güven gibi kavramlar unutturulup kaybettirilirdi.

Bu korkunç dönemin mimarları, para babaları, ağa babaları, politik maymunları olduğu gibi karınlarına ateş doldurmaktan adeta zevk alan din baronları da vardı. Halka ve halkın değerlerine savaş açan bu post-modern vesayetçilerin istedikleri her şeyi yapan kitleleri onların limanlarına doğru sürükleyen baronlar… Rüyalarla, vehimlerle, oldu bittilerle oluşturdukları inanç yumaklarından ördükleri giysileri halka giydirmeye çalışan, eli çabukluk dili kaypaklık yaparak düşünmenin önünü tıkayan, bilgilenme süreçlerini yanlış yerlere yönlendiren baronlar... Akılla dini birbirine düşman etme gayretindeki sihirbazlardı bunlar. 

Halk ise ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Tıpkı önceki halklar gibi. Tıpkı önceki nesiller/kavimler gibi. Tarihin sayfalarından hangisini açarsanız açın karşılaşabileceğiniz bir tabloydu bu. Hele hele bu coğrafyanın insanlarının her on on beş yılda bir karşılaştığı hazin mi hazin bir tablo.

Başta dedik ya biz kendi halimizde ağır ağır giderken oldu her şey. Batı yanımızdan alabildiğine hızla gelip geçti. Bizler durmuyorduk belki ama elimizdeki nimetten/vahiyden alabildiğine uzaklaşmıştık. Yalnız kalmıştık. Yüce Yaratıcımız ile olan en kuvvetli bağımız zayıflamış, kopacak noktaya gelmişti.

Sonra birkaç mırıldanma, birkaç sesleniş, üç-beş meşale dikkat çekti.

Vesayetin adını koyan zorbacı laik zihniyetin ne olduğunu dile getiren sessiz çığlıklar duyuldu.

Bilginin inanca, inancın ise eyleme dönmesi teorisinden bahseden sesler... Zulme boyun eğmenin de bir türlü zulüm olacağını söylüyorlardı. Emeğe yabancılaşan bir toplumdan bahsediyorlardı. İnsanların hayatları boyunca kavuşamayacakları hedeflerinin peşinde götürülmelerinin bir kader olamayacağını seslendiriyorlardı.

Bir insanın, bir toplumun kendi fıtri değerlerine döndüğü/döndürüldüğü oranda o insan ve o toplumda huzurun ve barışın tesisinin mümkün olabileceğini söylüyorlardı. Dünya insanın hizmetine sunulmuş bir proje idi ve bu dünyayı ya da ülkeyi mamur hale getirmekle mükellef olduklarının bilinciyle şahitliklerini yapmaya gayret ediyorlardı.

Elele vermişlerdi, şehirlerarası yollarda kilometrelerce. Umut zincirini birbirine ekliyorlardı adeta. Bir, beş, on, yirmi derken tüm ülkeye yayılan bir direniş dalgasının sahiciliğinde kara bulutlar bir bir dağılma eğilimine giriyordu.

Küresel anlamda devam edegelen sömürü çarklarının hizmetine kendilerini adamış merkezdeki siyasi mekanizma çökünce çevreden gelen seslerin tercih ederek seçtiği bir yapı muktedir olamasa da iktidar oluverdi. On yılların biriktirdiği reel sorunların yanında iki asırdan beri devam eden Batı’ya karşı reaksiyoner tavrı da sorgulayan bir rüzgâr esmeye başladı.

Esen bu rüzgâr kesilince geriye ket vurmak gibi bir şey oldu sanki. Kazanımların kaybedileceği hissinin eski duygusallıklarla birleşmesi de kaçınılmazdı tabiki.

Şimdi…

Sıradanlıktan kurtulmak isteyen kollarını iki yana açarak yitirdiklerinden sonra yanında kalan ve kendisini sürekli bir telaşlı halin içinde boğmak isteyen o masmavi tablolar çizerek her şeyi belirlenmiş normlar içerisinde okumasını isteyenleri düşündü.

Baktı yanında kimse yoktu. Yağmur kendisine bir oluk arar gibi, sanki akacağı dingin bir yolu arar gibiydi. Uzun uzadıya anlatmış ve bu anlatmanın ardından birebir misalleri sıralamıştı. Farklı iklimlerde farklı toprakların olacağını hatta farklı iklimlerin bunu farklı coğrafyalara borçlu olduğunu çoktan idrak etmişti.

Hamuru, mayayı, fırını düşündü tekrardan. Az bir gözyaşı bile damlatılsa ne kadar değişiyordu tadı hamurun.  Hele bir de adam gibi pişirildiyse değmesinler keyfine. Nasıl da giderdi üstü üste…

Istırabın, yanılsamacılıktan soyulmuş gülüşlerin, yalanı meslek edinmiş suratlarda oluşan çizgilerin dili her yerde aynıydı ama bu kadar farklı “milletin” önüne konan sayısal azaltılmışlığı duydukça kulaklarını tıkayası geliyordu; bir taraftan da hoşlandığını hissediyordu.

Elsiz, kolsuz, bacaksız olabilirdi. Herhangi müzmin bir hastalıkla boğuşuyor olmanın zorluğunda kalbi tir tir titrese de sorumluluklarındaki göreceli azalmayı anlayabiliyordu. Oysa böyle değildi. Eli, kolu, bacağı yerindeydi. Boğuştuğu en büyük hastalık ise yıllardır aynıydı ve farkında olduğu halde üzerine gitmeyi değil üzerini süslü kelimelerle örtmeyi ve kimsenin bunun üzerini açmamasını kendisine prensip edinmişti. Bazen içinde duyduğu  “korkunç bir lanet”  hissinden kaçmayı ise çok kolay başarabiliyordu. Ne ara bu kadar sevimli hale geldiğini telkin ediyordu en az haftada bir kez gecenin karanlığını yırtarak gelen bir ses. Sol ayak parmaklarının ucundan dilleri olmayan saçlarına kadar her yerinde duyuyordu bu sesi. Hemen özgüveni yerine geliyor, göğsünde bir kabarma hissediyor, nefes alıp verişlerini dahi zor ayarlayabiliyordu.

Karşı komşusundan şehrin en ücra sokağındaki eve kadar her yeri kuşattığı duygusuyla gözlerini daha bir açıyor ve daha çok açtıkça daha çok görebileceğini zannediyordu. Başkalarının sebep olduğu haksızlığın faturasını dolu dolu kesmek için bambaşka muhataplar arama mücadelesinde uğraşlar veriyordu. Kolu bunun için kalkıyor elleri bunun için tutuyor ayakları yolları bunun için arşınlıyordu. Dilinin dönmesi de sadece bunun içindi.

Duymak istediklerini duyacağı dostluklarda buluyor kendini hissetmek istediği her şeyi hissettirecek cinsliklerde değersizleşen kırık sesleri dolduruyordu kulaklarına. Bitmeyen bir ergenliğin girdabında soysuz ve de aynı zamanda sonsuz bir huzur(suzluğ)u ciğerlerine dolduruyordu.

Hayatın insanlara sunduğu ince nüanslar vardır. Çoğu kez de yanı başında gezer durur. Bu nüanslardır belki de hayatı diğerlerinden anlamlı ve farklı kılan.

Kendine düşman üretmekte oldukça mahir olan zihniyet dosdoğru bir yolun kenarlarında sıralanmış kapıların tülleri gibi davetkâr sözcüklerle seni çağırıyor olabilir. Bitmeyen hesaplaşmaların bunalttığı geniş halk kesimleri de bu tülleri bir bir kaldırıp yoldan sapabilirler. Yolun sonuna ilişkin sahici gerçekçi çözümlemeler görmezse yoldan da yolculuktan da umut kesebilir.

O halde yolun üzerindeki tüm sesleri meşru aidiyetlerde bir araya getiremez miyiz?

Hiçbir zaman binemeyeceği lüks bir otomobil fabrikasında çalışmak durumunda kalan bir işçi gibi yapıp ettiklerimize yabancılaşmadan bilincimizi yenileyemez miyiz?

Kendimize ait parametrelerimizi yaşanan hayat ve sorunların çözümünde çok daha aktif bir hale getirmek için fedakârlık yapamaz mıyız?

Argümanlarımızı gelenek/modernizm arasında sıkışmışlıktan kurtaracak bir formül bulamaz mıyız?

Yeryüzünün bir imtihan alanı olduğunun farkında olanlar ve farkında olanlarla barışık zihinlerle sosyal siyasal zeminleri paylaşamaz mıyız?

Şahin ile güvercin arasında bir uçma stili geliştiremez miyiz? Yoksa pelikanlara yem olmaz mı yavrularımız?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR