1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. OHAL/KHK Mağduriyetleri İslami İnsan Hakları Mücadelesinin Konusu Olmalı Değil mi?

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

OHAL/KHK Mağduriyetleri İslami İnsan Hakları Mücadelesinin Konusu Olmalı Değil mi?

Şubat 2019A+A-

Olağanüstü hal (OHAL) uygulamaları ve bunların siyaset, ekonomi, yargı ve toplumda açtığı yaralar üzerine İslami kamuoyunun derin bir sessizlik içerisinde olduğu günlerden geçiyoruz.

İnsani maliyeti çok yüksek olan ve sonuçlarının önümüzdeki on yıllar içerisinde de belirgin bir şekilde hissedileceği travmatik bir süreç bu.

Daha önceki yazılarımızda yargısal ve siyasi hatalarını konuştuğumuz bu süreci bu defa mağdurların duygu ve düşünce dünyası üzerinden anlamaya gayret sarf edeceğiz: Yaşanmışlıklar, yaşanmışlıklardan doğrudan etkilenen yan şahitlikler (aile, yakın çevre) ve bütün bu olan biteni kavramada üçüncü ve uzak halka olmakla birlikte aslında süreçten etkilenen diğer çoğunluklar… Resmi gözümüze yakınlaştırdığımızda, gerçeğin soğuk yüzünü kavramada ve durduğumuz yeri ölçüp biçmede bize de katkı sağlayacağını ummaktayız. Böylelikle İslami kesimler olarak mağdurların ve ailelerinin haykırışlarına bireysel ya da kurumsal olarak gereğince ses verme sorumluluğunu neden, hangi haklı sebepler/endişelerle ertelediğimizin de bir muhasebesini yapmak mümkün olacaktır.

OHAL Sürecinin Getirdikleri ve KHK Mağduriyetlerinin Topluma Yansımaları

OHAL ve KHK mağduriyetleriyle ilgili çeşitli sivil toplum örgütlerince raporlar yayınlandı. Bunlar genelde evrensel ve yerel hukuk normları üzerinden çiğnenen haklar ve bunların yansımalarıyla ilgiliydi. Bizim bugün konu etmek istediğimiz husus bunların etkilerinin mağdurlara yansıma biçimleri. Somut örnekler üzerinden bu kesimin hem ruh halini hem de işleyen siyasaya ilişkin görüşlerini ortaya koymaya çalışacağız.

Yapılan çalışmalar OHAL mağduru olanların psikolojilerindeki üç bulguyu şöyle tespit etmekte: “Güvensizlik ve paranoyaya varan şüphecilik”, “şok hali” ve “öğrenilmiş çaresizlik”.

Özellikle evrensel hukukun “masumiyet karinesi” prensibinin OHAL/KHK mağdurları için işletilmemesi ve mağdurların “kendi masumiyetlerini ispat” zorunda bırakılmaları ve suçlu olduklarını kabul etmeyen birçoklarının “suçunu/suçluluğunu gizleme”, “inkâr etme” veya “örgütsel davranış” sergilemekle dahi itham edilmesi ve buradan yola çıkılarak daha şiddetli baskı ve muamelelere maruz bırakılmaları bu psikolojik rahatsızlıkları besleyen en baş etmenler oldu.

Nitekim OHAL/KHK ile işlerinden atılan kişilerin tamamına yakını (%97) 15 Temmuz sonrasında muhatap oldukları adli veya cezai soruşturmalardan hiçbirisine 15 Temmuz öncesinde muhatap olmamış kişilerden oluşmakta. Bu da bize, 15 Temmuz sonrası mağdurlar aleyhine açılan idari/adli soruşturmaların tamamına yakının konjonktürel ve geçmişle bir bağı veya temeli bulunmayan soruşturmalar olduğunu resmetmekte.

Yine mağdur sosyolojinin işlediği iddia edilen suçlardan sadece bireysel olarak suçlanmak ve cezalandırılmak yerine aileleri ya da akrabalarının da süreçten gerek “hukuken” gerekse toplumsal anlamda “hedef gösterilme, suçlanma, dışlanma”, iş güvencelerinin yasal ya da dolaylı müdahale yollarıyla ellerinden alınması (mağdurlar buna “açlığa mahkûm etme” diyor) ve yurt dışı yasağı gibi sosyal şartları zorlaştıran uygulamalar söz konusu oldu.

OHAL/KHK süreçleri, mağdurların, aile içi ve yakın akrabalık ilişkilerine önemli zararlar vermenin yanında; komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerine de çok büyük zararlar verdi. Bu sebeple, mağdur ailelerin birçoğu bulundukları mekânlardan taşınmak zorunda kaldı. Yaşanan huzursuzluk neticesinde bölünme ve boşanmalarda da artışlar görüldü.

Cezaevleri şartlarındaki olumsuzlukların, hem hükümlü ve tutukluları hem de ailelerini etkilemesi bir yana belirli bir süre gözaltı ve/veya tutukluluk yaşadıktan sonra denetimli veya denetimsiz olarak serbest bırakılan veya takipsizlik alan mağdurlardan birçoğu için onların “sivil ölüm”, “sosyal güvencesizlik” ve “açlığa mahkumiyet” diye nitelendirdikleri uygulamalar da devam ettirildi. Bu uygulamaların devamında birçoğunun aile üyeleri ve akrabaları da işe alımlarda veya mesleki yeterlilik belgelerinin verilmesinde, “güvenlik soruşturması”, “mülakat” gibi uygulamalarla mağdur edilerek bireysel suç ve bireysel ceza uygulamaları yerine, aileleriyle birlikte, “toplu suç ve toplu cezalandırma” olarak nitelenen uygulama ve yöntemlere maruz bırakıldılar.

Bu ağır şartlara ve uygulamalara dayanmakta ve sabretmekte güçlük çeken birincil ve ikincil (yakın aile) mağdurlar, yaşadıkları travmalar ve ağır depresif durumlar neticesinde ya intihara meylettiler ya da yeni hastalıklara maruz kalıp vefatla sonuçlanan gelişmelerin kurbanları oldular. Bu süreçte 60 olarak sözü edilen ve ölümle sonuçlanan intihar vakaları kamuoyuna yansımakla birlikte, yapılan araştırmalar intihar denemelerinin ya da intihara meyilli psikoloji sahiplerinin daha fazla olduğunu ancak mezkûr sosyolojinin önemli bir kısmının Sünni-muhafazakâr tabandan olması hasebiyle bu meyillerinden geri döndükleri tespit edilmekte. 

Öte yandan, 5275 sayılı “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun”un "hamile, yeni doğum yapmış veya bebekli kadınlar" hakkındaki hükümlerinin OHAL’de ve sonrasında, OHAL mağdurlarına, “terör örgütüne üye oldukları” iddiası ile uygulanmaması insan hakları ihlali yanında, muhataplarda ciddi psikolojik ve sosyal sorunların oluşmasına yol açtı. Mersin Tarsus Cezaevinde tutuklu olan ve ağır bir hastalıkla malul Halime Gülsu örneğinde görüldüğü üzere, hakkında var olan doktor raporlarına rağmen OHAL şartları bahane edilerek tutukluluğu sürdürülürken vefat edene de rastlandı. Halime Hanım’ın doktoru Prof. Dr. A. Mesut Onat, Twitter hesabından şu mesajı paylaşmıştı:

“12 yıllık hastamdı ve iki ay önceki muayenesi gayet iyiydi. Otopsi raporu ve hekim olarak kanaatim, hastalığa bağlı kardyomiyopatiden vefat ettiği yönündedir. Vefat sabahı, teşhis için cezaevi müdürü beni aradı ve ‘Halime nasıl ölür?’ dedim. O kadar ağladığım bir sabah olmadı benim.”

Yine mesela Serhoşoğlu ailesinde yaşandığı gibi matruşka misali mağduriyetlerin birbirini kovaladığı örneklere şahit olundu. Altmışlı yaşlarındaki anne babasının ByLock ile suçlanıp cezaevine konmasının ardından bu iltisak sebebiyle ordudan ihraç edildiğini öğrenen Melih Serhoşoğlu, ‘Mor Beyin’ sayesinde aklanan anne babasının tahliyesinin ardından “iade KHK’sı”nda adı geçmesine rağmen, bilahare ankesörlü telefon soruşturmasında adı geçtiği için halen görevine iade edilemedi. Üstelik yetkili mercilere başvurduğunda ankesör davasında da hakkında herhangi bir soruşturma olmadığını öğrenmesine ve 11 aydır beklemesine rağmen.

Gökhan Açıkkollu örneğinde ise tarihte eşine az rastlanan bir gayrı insani tutum ve dramaya şahit olundu. Gözaltında ve suçu kesinleşmemiş bir halde iken vefat eden Açıkkollu’nun cenazesi de “hainler mezarlığı”na gömülmek istendi. Ailesinin ısrarları sonucu memleketine götürülmesine izin verildi ancak bu defa da cenaze aracı tahsis edilmedi ve cenaze, babasının Doblo marka arabasıyla yarısı dışarıda kalacak şekilde taşındı. Bu şekilde neresinden bakılsa elde kalan ama vicdanların harekete geçmesine yeterli gelmeyen örneklere şahit olundu.

33 yaşındaki Gülhan Köseler KHK ile ihraç edilmiş bir hemşireydi; eşi de hem ihraç hem tutuklu. 3 çocuk annesiydi. KHK sonrası yakalandığı kanseri atlatamadı, acı içerisinde vefat etti. Yakınları, eşinin son görüşüne kemoterapiden çıkıp perişan bir halde gittiğine tanıklık etmişlerdi.

19 yaşındaki üniversite öğrencisi Z.K. (Not: İnsan hakları raporlarının bir kısmında bazı kişilerin isimleri onların talepleri üzerine kısaltılarak geçiyor.) 2014’te 16 yaşında bir İHL’li iken ByLock kullandığı gerekçesiyle tutuklanmıştı. O dönemde çocuk olmasına ve lehte delilleri ortaya koymasına rağmen özgürlüğü aylarca kısıtlanmakla kalmayıp üniversite sınavlarına girememiş ve dönem kaybına uğramıştı.

Bakırköy Kapalı Cezaevi’nde kalan tutuklu Z.K., hakkında “kovuşturulmasına yer olmadığı”na dair karar verildikten sonra basına verdiği röportajda şunları söylüyor:

“Karşılaştığım yetkililerin hepsi oldukça sertti. Hakkımda ispat edilmiş bir şey yokken gözaltında kadın memurların sanki azılı bir militanmışım gibi azarlamalarıyla karşılaştım… Şahsıma dönük bizzat FETÖ’cü diye itham da oldu. Bu görevlilerin sürecin nasıl işlediğini bilmemeleri ve daha yargının vermiş olduğu bir karar yokken böyle davranmaları beni şaşırttı ve keyfi muamelelerle karşı karşıya olduğumu anladım.

Kaldığım koğuşta iki tane de bebek vardı. Onların beslenme ve (…) gelişimleri için yeterli şartlar sağlanmış değildi, oyuncak için kısıtlama vardı. İçeride defalarca sinir krizi geçiren insanlar oldu. Ortamın psikolojik havasından oldukça yıpranmış ve incinmiş kadınlar vardı.”

Operasyonlar neticesinde kimliği ve eyleminden bağımsız olarak adil yargılanma, kendini aklama imkânlarından yararlandırılmama, suçların kişiselliği çerçevesinde aile ve çocuklarının lekelenmemesi gibi haklardan yeterince yararlanamayıp, suçlamaların da ağırlığına dayanamayan bazı tutuklu/tutuksuzlar maalesef intihar yolunu seçtiler. TBMM Koruma Daire Başkanlığında görevli iken açığa alındıktan hemen sonra intihar eden polis memuru H.E.; meslekten ihraç edildikten sonra intihar eden öğretmen M.G.; FETÖ/PDY soruşturması kapsamında tutuklandıktan sonra cezaevi tuvaletinde kendini asarak intihar eden Cumhuriyet savcısı Seyfettin Yiğit bunlardan sadece birkaçıdır.

Bu tür örneklerin münferitmiş gibi algılanması medyaya yansıyabilen örnekler olmasından kaynaklı. Oysa hem rakamlar hem de örnekler toplumsal bir yapının yekûnunu etkileyecek ölçüde kabarık. Ki öyle olmasa ne olur? Bir derdin, meselenin görülüp görülememesi, örneklerinin azlığı çokluğu ile değil, zihniyet ve bakış açısıyla ilgili bir sorun.

Bu meyanda meselenin vahametini daha net görebilmek açısından açılan psikolojik ve sosyal yaralara dair mağdur kesimden sadır olan süreçle ilgili değerlendirmeleri özetlemekte fayda var.

Ortak Kimliği Mağduriyet Olan Sosyolojinin Haykırış, Tespit ve Talepleri

Mağdurlar geçtiğimiz günlerde sosyal medyada #OHALkomisyonukapatılsın gibi hukuki taleplerin yanında #OHALdeHayat gibi yaşadıkları dramları, duygu, düşünceleri paylaştıkları tag’lar açtılar ve kampanyalarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu insanlar genelde örgütlü davranma kodlarına da alışkın olmadıkları ve iki yıldan fazla bir zamandır süregelen sonuç alamama halinden bıkıp usandıkları için bu tag’lara yönelik desteksizlik halinden de mustaripler. Bazı vekillerin Meclis’te kendilerine verdikleri desteğin bile kamuoyunda seslerinin duyurulması için yeterli gelmeyeceği umutsuzluğu içinde olanların sayısı bir hayli fazla. Bu yüzden, on binlerle anılmalarına rağmen kendi içlerindeki bu örgütsüzlük ve desteksizlik de birden fazla hesap açanların azminin dışında böylesi bir gerçekliği de gözler önüne sermekte. Şimdi bir de onların durduğu yerden tablonun nasıl göründüğüne bakalım. OHAL Komisyonuyla ilgili ortak görüşler şunlar:

- “OHAL komisyonu oyalama komisyonudur.”

- “Komisyon kendini hukukun ve mahkemelerin üzerinde görmekle anayasal suç işlemektedir.”

- “Önce ihraç edilip, ardından, dosyama nelerin konulduğunu bilememek gibi ağır bir yükün altında bulunuyorum. Savunma hakkım böylece engellenmiş oluyor. Açıktır ki … mer’i yasaların suç olarak tanımlamadığı doğal insanlık ve vatandaşlık faaliyetlerinin, yasaları değiştirerek ve geriye doğru işletilerek suç unsuru hâline getirilemeyeceği temel bir hukuk prensibidir.”   

- “18 ay oldu takipsizlik alalı, başvurum hâlâ inceleniyor. Boş banka hesabı nedeni ile ihraç edildim.”

- “Yaklaşık bir yıldır başvuru sonucunu bekliyorum. Hakkımda alınmış üç tane ‘Kovuşturmaya yer yok.’ kararı var. Üçünü de komisyona ilettim. Daha sonra ihraç edilenlerin kararları olumlu ve olumsuz sonuçlandı ama daha önce ihraç edilen ve başvuru yapan bizlerin başvurusu hâlâ görüşülmedi.”

- “14 Ağustos 2018 Salı günü OHAL komisyonuna bulunduğum ildeki valilik vasıtasıyla başvurdum. Komisyon kararlarına kesinlikle güvenmiyorum. Çünkü OHAL komisyonunun son açıkladığı istatistikte 30.000 dosyanın incelendiğini, bu dosyalardan 1900 dosyanın kabul, 28.100 dosyanın reddedildiğini öğrendim. Kaldı ki ben 701 sayılı KHK mağduruyum. Benim dosyama sıra gelmesi en az 18 ayı bulur. Süreç çok uzun. Bu, mağduriyetimin uzamasına neden olmaktadır.”

- “9 aylık sendika kaydı dışında hiçbir kriterim bulunmamakta. Ama sendika kaydı olan, aynı kurumdan kişilerden iade olanlar da oldu. Benim KHK’mdan sonra ihraç olan kişilerin kararları verildi. Komisyon kesinlikle KHK sırasına göre dosya incelemiyor.”

- “Afrika’daki kabilelerde bile daha fazla hukuk ve adalet var.”

- “AİHM’ye gidişi engellemek için üretilmiş sonucu belli bir komisyon.”

- “Anayasaya göre suç olmayan ne varsa suç kabul edilmiş.”

- “Anayasal hakları kullanmak, suç kriteri olarak durdukça iade imkânsız.”

- “Anayasaya ve Türk Ceza Kanunu’na göre işlendiği dönemde suç sayılmayan bir konudan suçlanıyoruz. Anayasaya ve kanuna aykırı.”

- “Aynı gemide olanlara da ihraç. O akşam ve sonrası meydanlardaydık. Kimse bizi anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Herkes kendisinden korkuyor. Siyasetin tüm çirkefliğini gördüm. Kimseye güvenim kalmadı.”

- “Aynı şartlarda ‘ret’ alanlar var. Ama ‘kabul’ alanlar da var. FETÖ borsası galiba.”

- “Anladığım, dayısı olanın bu memlekette sırtı yere gelmez. Dayın yoksa yandın.”

- “Asla hiçbir kriter yasal değil. Komisyon aciz bir kukla görevi görüyor.”

- “Ben komisyona başvurduğumda ByLock suçlamasından haberim yoktu. İlk iddianamemde ByLock suçlaması vardı fakat karar duruşmasından sonra ByLock kullanan şahıs itiraf edince mütalaada da yoktu. Fakat gerekçeli kararda benim hattı o şahsa bilerek verdiğim kanaatiyle üyelikle hüküm verdiler.”

- “Çocuğumun okul taksitini örgüte yardım olarak değerlendirmiş.”

- “Devletin kontrol ve denetimi altında bulunan kurumlarla müşteri sıfatıyla kurduğum yasal ilişkiler ‘teröre yardım’ şeklinde yorumlanmıştır.”

- “Eş durumundan atıldım. Eşim takipsizlik aldı.”

- “Eşimden dolayı ihraç olduğum belirtildi, sözlü olarak, suçun şahsiliği ilkesini yazdım savunmamda.”

- “OHAL Komisyonu mağdur edilenlerle hukukun arasını ayıran bir ‘köle düzeni’ uygulamasıdır. İnsan haklarına ve anayasamıza aykırı bir komisyondur. Komisyonun yegane işlevi mağdurların hak arama yollarını tıkamaktır. Zulme hizmet etmektedir.”

- “Fişleme ve kurum kanaati anayasaya, insan haklarına aykırıdır. Adalet bir gün tuzak kuranlara da lazım!”

- “İspat iddia sahibine aittir. Fakat öyle bir duruma gelindi ki aleyhimize hiçbir delil olmamasına rağmen terör örgütü mensubu olmadığımızı ispatlamaya zorlanıyoruz.”

- “Komisyon benim mahkemem devam ettiği halde henüz suçlu veya suçsuz olduğum konusunda kesin bir şey olmadığı halde kesin kanaate vararak benim terör örgütü üyesi olduğuma karar verdi. O zaman ben hâlâ niye mahkemeye çıkarılıyorum? Karar zaten verilmiş önceden. Delil olmadan insanlar suçlanıyor.”

- “Komisyon normal bir işlem değil sadece süre uzatmak ve AİHM’ye gitmeyi uzatmak için kuruldu. Adil değil taraflı ve çok kötü.”

- “Komisyon, adalet için değil, hükümetin, ‘KHK ihraçlarında %1 hata yaptık.’ kanaatini hayata geçirmek için var. Kararları evrensel hukuk teamüllerine göre ‘komedi’ ama mağdurlar için sonuçları çok acı, trajedi ve gerçek.”

- “Komisyon, hangi kriterlere göre karar verdiğini kamuoyuna açıklamalıdır.”

- “Komisyonu tamamen zaman kazanmak ve hukuku askıya almak için kurulmuş bir organizasyon olarak görüyorum. Ne yazık ki AİHM bu hukuksuzluğa alet oldu.”

- “Ben engelli biriyim ve son E-KPSS’de 99 gibi bir puan alarak Türkiye 9.’su olmama rağmen KHK’dan dolayı bu başarı ve emek boşa gidiyor.”

- Bir KHK Mağdurları Grubunda onay bekleyen kişinin ret kararı almasının ardından yazılan teselli cümleleri:

“Hocam çok üzgünüm, moralini bozma, iki sene daha OHAL komisyonunu beklemekten daha iyi olabilir, en azından mahkeme yolu açıldı… İnanın beklenti daha zor. Her gün o ‘inceleme devam ediyor’ yazısını görmek daha zor. Ret geldikten sonra benim yüzüm daha fazla gülüyor. Şimdi İdare Mahkemesi dosya aşamasını her gün göreceksiniz. İnşallah hepimizi birden toparlayacak sürpriz bir düzenleme imdadımıza yetişir. Allah sabredenlerle beraberdir, Bakara 153.”

Ortalama 50 bin kişinin tutuklandığı bir süreçte 130 bin başvuru, 50 bin değerlendirme, değerlendirilenlerin yüzde doksan fazlasının ret olduğu, sadece 3 bin civarında insanın iadesinin gerçekleştiği ve ne zaman biteceği tam bir muammaya dönüşmüş bir keşmekeşten söz ediyoruz.

Şimdi de mağdurların kendi durumlarıyla ilgili vicdanlara seslendikleri ve psikolojilerini de ele veren örneklere bakalım:

- “Hakim: Seni tutuklamazsam beni FETÖ’cü diye tutuklarlar… Bizi savunmakla görevli avukatlar bize ‘itirafçı olun’ diyor.”

- “KHK’lıyım, haftanın büyük çoğunluğu iş görüşmeleriyle geçiyor, her işe başvuruyorum temizlikçilik, bulaşıkçılık ama olmuyor. Evliyim ve bir kızım var. Bir baba olarak eve ekmek getirememenin psikolojik ağırlığını yaşıyorum. Madden tükendim. Ankara’dayım,”

- “Dışlanıyoruz, köşeye sıkıştırılıyoruz, çaresiz bırakıldık. İntiharı düşünenlerimiz var. Bunları sadece mağduriyetleri dile getirmek için değil, bir insan hakları mücadelesinin başlamasını arzu ettiğim için dile getiriyorum.”

- “Hapishanede düşük yapan kadınlara şahit oldum.”

“Artık dayanacak gücümüz kalmadı, tutunacak dalımız kalmadı. Neden kimse sesimizi duymuyor? Biz Anadolu insanıyız, bir karıncayı bile incitmedik. Herkes neden bu kadar suskun? Bir canımız kaldı.”

- Bir insan hakları aktivisti: “Mağdurlarla ilgili raporu hazırlarken ruhumuz ağırlaştı, bedenimizin çöktüğü anlar oldu. Çünkü çok duygulu, insanı çok derinden sarsan ifadeler var.”

- “#OHALdeHayat 34 yaşındaki İngilizce öğretmeni Halime Gülsu’nun kendi cinayetini cezaevinde BİMER’e şikâyet etmesidir!”

- “Mağdurların şu anki ortalama geliri 800 TL’nin altında. Sosyal yardımlaşma kurumlarından ‘Teröristsiniz, size 5 kuruş yardım yapılmaz!’ diye kovalandılar.”

- “2 yaşından küçük 700 bebek cezaevine girdi.”

- “Yüzde 80 engelli olarak engelli kadrosunda 20 yıl çalışmama rağmen emekli olamadım. Kanser hastası ve ortopedik engelli iken bir de psikolojik rahatsızlık eklendi. Yapılan haksızlığı hazmedemiyorum.”

- “Bugünlerin hesabının sorulacağı günün ümidiyle yaşıyorum. Bir anneye yapılacak en büyük kötülük çocuklarını görememesidir.”

- “Bir yıl içinde 5 defa taşınmak zorunda kaldım.”

- “Akrabalar artık telefonlarıma cevap vermiyorlar.”

- “Çok fazla çocuk annesiz, babasız, evsiz, aç kaldı. Toplumda vebalı konuma geldim. İş bulamıyorum. Ailem de ben de ağır travmatik sıkıntılar yaşıyoruz.”

- “İş bulamadım. Tüm arkadaşlarımın arkadaşım olmadığını anladım. En yakın sandığım insanlar bana sırtını döndü. Beni tanıdıkları halde bunu yaptılar. Ailem maddi ve manevi anlamda çöktü. Mahalle baskısı denilen şey tam da burada cereyan etti…”

- “Gözaltına alındım. 2 aylık bebeğimden ayrı kaldım. Onu yeterince emziremedim. Gözaltına alındığıma şahit olan diğer üç çocuğum olumsuz etkilendi. Anaokuluna giden oğlum aylarca bana yapışık gezdi, okulu bıraktı.”

- “İki yıldır işsiz yardıma muhtaç yaşamaktan bıktım. Dahası çocuklarımın bile bu süreçte ötekileştirildiğini, ayrıma maruz kaldığını görmek bir babaya ve anneye çok ağır geliyor.”

- “Korkuyorum çünkü adalet yok, can güvenliği hiç yok.”

- “Her an başımıza bir şeyler gelecek korkusuyla neredeyse dışarı çıkamayacak duruma geldik.”

- “Maddi manevi çöktük, bizi toplumsal linçe uğrattılar.”

- “Oğlum gözümün önünde eriyor ve ben bir şey yapamıyorum.”

- “Ailem parçalandı. İki yıldır ben ve çocuklarım eşimden uzağız. Kayınvalidem vefat etti. Oğlum üniversiteye gidemedi. Diğer oğlum fen lisesine giderken kaydını sildirmek zorunda kaldım. Aslında daha çok şey var da bunları yazmak bile üzüyor beni.”

- “Zulüm nasıl anlatılır? İş bulamamak en büyük sorundu. Kimseye masumiyetini anlatamamak, kendini savunamamak... En kötüsü evladımın, hakkı olanlardan mahrum kalmasıydı. Onun suçu neydi?”

- “Hiçbir yerde iş vermiyorlar. Haftanın 6 günü sabah 9 akşam 7 arası bir kurumda 750 TL’ye çalışıyorum. Eşim bizden 650 km uzakta tutuklu. Mahkemesi başka bir ilde, biz buradayız. Bir çocuğum var ve 450 TL ev kirası veriyorum. Hem çocuğuma hem eşime yetmeye çalışıyorum.”

Çözüme Niyet Varsa, Çok Zor Değil

Diğer mağduriyetler bir yana özellikle OHAL/KHK’larla ilgili bunca yol kat edilip onca yanlışa imza attıktan sonra süreci başa sarmak elbette kolay değil. Nice aileler tarumar oldu, nice hayatlar değişti. Toplumun önemli bir kesimine, tazmini de neredeyse imkânsız olan zararlar verildi. Ama mağdurların, hukukçuların, mağdurlarla yakın temas içerisindeki sivil toplumun ve akil insanların da talepleri doğrultusunda bir yol güzergahı belirlemek o kadar zor değil.

Eğer siyasi erk, mağdurlar ve süreci yakından takip edenlerde haklı şüpheler oluşturan farklı siyasi hesaplar içinde değilse, bir yasa düzenlemesiyle mağduriyetler hukuk devleti normlarına uygun tarzda mahkemeler yoluyla giderilebilir. Beraat edenlerin, soruşturması olmayıp takipsizlik alanların iadeleri hızlandırılıp Cumhurbaşkanı kararnamesi ve Meclis'e yasa teklifiyle çözüm yoluna gidilebilir.

Bir kanuni düzenleme ile ceza yargılaması sürecinde aklananların direkt iadesi sağlanabilir. Lakin orada da şöyle bir açmaz söz konusu ki hakkında dava açılmayıp ihraç edilenler de var. Bu defa bunların durumu sıkıntıya düşecek. Nitekim idari soruşturma ile ceza soruşturması birbirinden farklı soruşturma türleri. OHAL komisyonu kararlarına karşı zaten dava açılabiliyor. Ama on binlerle ifade edilen dosya sayıları söz konusu iken davaların erken bitmesi mümkün olamaz.

Bu arada şunun da altını çizmekte fayda var ki aslında dava açıp aklanan hiç kimse yok. OHAL komisyonundan ret kararı alıp idare mahkemesine gidenlerden olumlu karar alanlar var ama sayıları çok az. Kısacası dava açarak aklanma gibi bir usul yok şu anda. Hakkında ceza davası açılıp beraat kararı almış olanlar otomatikman aklanmış oluyor.

Ama ceza yargılaması idari yargılamadan farklı ve idari olarak aklanan yok. Örneğin memurluktan çıkarma nedeni olabilecek bir konu ceza vermeye yeterli olmayabilir. Komisyon kararıyla ya da idare mahkemesi kararı ile aklanıp iade edilenler var. OHAL döneminde de KHK ile iade edilenler oldu. Lakin bu kararların hem sayısı çok düşük hem de çok uzun bir sürede alınabildi. Geride hâlâ on binlerce kapağının kaldırılmasını bekleyen dosya var. Şu anki süreçte de komisyon kararını beklemekten ve komisyon ret verirse idare mahkemesinden iptal kararı aldırmaktan başka bir çözüm yok. Bu arada komisyon kararları da zaten şeffaf değil ve hangi kriterlerle alındığı müphem. Bu da mağdurların komisyonun lağvına ilişkin taleplerini haklılaştırmakta ve hem komisyona ilişkin hem de sürecin hukuk devleti normlarına uygun ilerlemesi açısından yeni kanuni düzenlemeler yapmaktan başka seçenek görünmüyor.

“Diri Diri Toprağa Gömülenler” Konusu Sadece Kürtajın Ya da Suriyeli Çocukların Meselesi midir? 

İslami kesimlerin en fazla hassas olduğu konuların başında düşünce ve pratikte suiistimale uğramama konusu gelmektedir. Bir konuyu kim, hangi konumlanma içinde, hangi retorikle gündeme getiriyor meselesi elbette başlı başına yabana atılacak bir konu değildir. Ancak bazen bu endişeler öyle bir noktaya vardırılabiliyor ki konunun kendisinden daha vahim bir boyuta ulaşabiliyor. Bu da endişenin vakıanın, gerçekliğin ya da sürecin kendisinden daha önemli görüldüğü bir vasatı oluşturabiliyor. Bunun bir ileri safhasının komploculuk olduğunu çokça yazıp çizdik.

Mesela Libya ya da Suriye meselesine “taraf olmama ve kullanılmama” psikolojisiyle bakanlar uzunca bir dönem bu coğrafyalarda yaşananlara ve sivil ölümlere duyarsız kalabildiler, çocukların fotoğraflarından yüz çevirebildiler. “Taraf olmama ve kullanılmama” dolayısıyla kandırılmama tarafı baki kalmak kaydıyla sormak gerekmez mi böylesi bir insani vahşet karşısında en azından alternatif bir tutumla şahitlik ortaya koyma sorumluluğu ertelenebilir mi? Gerçeğin/yaşananların karşısında bu derece soğukkanlı bir sessizlik ancak vicdanlarımızı susturacak argümanları arayıp bulmakla mümkün olmaktadır. Sadece sessizlik olsa bir derece; ama yoğunlukla karşıt argümanlar ve karşı propagandalara duyularımızı açmakla adil şahitlik ters yüz edilmektedir. İç dünyamızdan başlamak kaydıyla yerel ya da küresel her konuda bu böyle maalesef. Ya “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” ya “Olaylar göründüğü gibi değildir.” ya “Abartmamak gerekmektedir.” ya “Ajitasyona mahal yoktur.” ya “Hadiseler münferit ve yüzdesi düşüktür.” ya da taraf olduğumuzu belli eden ve sorunu çözümsüzlüğe itse de haklı sebepleri olduğunu düşündüğümüz güç ya da ona tavır alan kesimlerin kimliği üzerinden kendi konumlanışımızı da oluştururuz. Aslında başa dönüp tam da o endişe halimiz olan “taraf olmama, kullanılmama, suiistimale uğramama” durumuna düştüğümüzün de farkında bile olmayız!

Kısacası, eğer gözümüzün önünde haksızlık, hukuksuzluk, mağduriyet konuları yaşanageliyorsa, konuları dile getirenlerin kimliklerinden bağımsız ve kendi tarzımızla pekâlâ bu konuları kendi uhdemizde gündemleştirebiliriz. Yeter ki meseleyi doğru bir perspektiften ve doğru bir konumdan okuyalım.

İslami kesimler, sessiz, ilgisiz, duyarsız kalmanın vebali büyük olan bu süreçte ön alıp Araf Suresindeki “uyarı vazifesini” bihakkın yerine getirme tavrını takınanlardan olmalıdırlar. “Umulur ki öğüt alınır ve Rabbimize mazeretimiz olur.” bilinciyle. Çünkü her alandaki adil şahitliğin bunu gerektirmesi bir yana, bunca toplumsallaşmış, siyasallaşmış bir konunun sadece bir film şeridi, kötü bir kâbus gibi gözlerimizin önünden akıp gitmesine, “Çözülse de bitse bu vicdan azabı!” şuuraltıyla çözüm üretebilmek mümkün değildir. Hele ki mazeretler üretme yarışına girmek, bin dereden su getirip sosyo-politik olgunun o derece vahamet içermediğini vicdanımıza kabullendirmeye çalışmak beyhudedir. Bu meselede ön alıp konunun çözümü için sorumluluk üstlenen seküler kesimlere bakıp “Acaba ne zaman siyaseten suiistimal edecekler, retoriklerinde haksızlık içeren haddi aşan ifadeler nelerdir?” diye pusuya yatmış bir psikolojiyle de hiçbir meselenin üstesinden gelemez, kitlelere de umut olamayız.

Bizler kendimizden sorumluyuz. Beğenmediğimiz siyasal çizgilerle aynı hattın üzerinde kesişmek bu derece rahatsızlık veriyorsa, eğer bahanelerimizden biri de buysa, öncelikle bu süreçten sorumlu olan iktidar odaklarıyla birlikte anılıyor olmaktan endişe etmek gerekmez mi? Sırf bu yüzden İslamcılığı ya da “din”i haksızca sorgulama cihetine giden çevrelere de cevabı teorik retoriklerle değil sahada vermeye çalışmalıyız. Biz şahitlik konusunda zaten yeterince geç kaldığımız konularda sorumluluk üstlenip pratiklerimizi somut olarak sahaya sürmedikçe yeni nesillerin de bizleri layığı veçhiyle anlamasını beklememeliyiz. Çünkü bu tasavvur ve pratiksizlikle geleceği inşa da çok mümkün görünmemektedir. Rabbimiz, başkalarını uyarıp da kendimizi unutanlar olmaktan sakındırması için “içimizden iyiliği emredip kötülükten sakındıracak bir topluluğun” bulunmasını emreden ayetlerini hayata geçirebilmeyi nasip etsin.

---------

NOT: Bu yazıda kişisel tanıklıklar ve sosyal medya hesapları yanı sıra I. ve II. Yılında OHAL Toplumsal Maliyet Raporları ve Mazlumder OHAL Raporu 2018’den istifade edilmiştir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR