1. YAZARLAR

  2. Resul Bozyel

  3. Müslümanlar ve Kürt Sorunu

Müslümanlar ve Kürt Sorunu

Ocak 1992A+A-

Artık "Kürt Sorunu", Türkiye günde­minin ağırlıklı bölümünü oluşturmaya başladı. Sorunun, PKK terörü, Kürt ırk­çılığı, feodal yapı çarpıklığı ve ekono­mik olarak geri kalmışlık, bölge devlet­lerinin tahriki ve emperyalizmin böl­geye yönelik politikaları çerçevesinde değerlendiren çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bütün bu değerlendiril­melerin haklı olduğu noktalar yardır. Ama bizce asıl mesele bu değerlendir­melerin, çoğu zaman sorunun görünür kaynağını görememelerinde veya görmek istememelerinde yatmaktadır.

Sorunu Türkiye müslümanlarının da yeterli bir düzeyde değerlendireme­dikleri de bir vakıadır. Tabiidir ki soruna yetersiz veya yanlış yaklaşım­ların nedeni İslam'dan değil, Türkiye müslümanlarının sağcı, devletçi, gele­nekçi, kaderci kültürü uzun süre aşa­mamış olmalarındandır.

Fransa Devrimi ile birlikte yaygın­laşan milliyetçilik akımları çeşitli uluslardan müteşekkil devletleri zaman içinde etkilemiştir. Bu etkiden Osmanlı Devleti'ndeki uluslar topluluğu da büyük ölçüde nasibini almıştır. Yanlış ve eksik bir islam anlayışına sahip de olsa, Osmanlı Devleti gücünün önemli bir ağırlığını kendi sınırları içindeki müslüman ulusları tek bir ümmet ola­rak telakki etmesinden alıyordu. Batılı emperyalist devletler, Osmanlı Devle­tinin bozuk yönetimini sona erdirip, islam toprakları üzerinde hakimiyet kurma planlarını Osmanlı toplumunun ümmet kimliğinden arınması politikası üzerine inşa etmişlerdir. 19. yüzyılda Batı'da faaliyet göstermeye başlayan Türkoloji ve Kürdoloji Enstitüleri, bu emperyalist amaç doğrultusunda kurulmuştu.

1. Dünya/Emperyalist savaşı sonunda çok uluslu devletlerin parçalanması ile birçok ulus devlet ortaya çıktı, islam topraklar emperyalist güç­ler tarafından parçalandı ve gaspedildi. Bu arada Türkiye'nin İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan kuvvetlerince işga­line karşı tüm Anadolu halkı; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi ile birlikte ümmetçi bir ruhla mücadele verdi. Fakat bu mücadelenin neticeleri emperyalist devletlerle işbirliğine giren Batıcı ve Türkçü kadrolar tarafından devşirildi. Sonuçta Anadolu'da, laik ve ulusçu dinamikler üzerine bir T.C. dev­leti kuruldu.

Anadolu'da yaşayan müslüman halklara tamamen yabancı olan bu değerler çok büyük tepkiyle karşılan­mıştı. Ama bu tepkiler T.C. güçlerince Rize, Konya, Kastamonu, Erzurum olaylarında vd., Şeyh Sait isyanı'nda olduğu gibi çok şiddetli bir şekilde bas­tırılmıştı. Gittikçe bu ülkenin insanları, inandıkları dinin Kitabı'nı bile okuya­mayacakları, diledikleri gibi giyinemeyecekleri, inandıklarını yaşayamaya­cakları çok gaddar bir uygulamayla karşı karşıya kaldılar. Anadolu insa­nını İslam'dan uzaklaştırıp, dilinden, yazısından, kültüründen koparmak ve onu laikleştirip batılılaştırmak uğruna T.C. yönetiminin verdiği mücadele belki Fransız ve İngiliz kafirlerinin işgal ettikleri islam topraklarında gerçekleş­tirmeye güç bulamadıkları baskılara, işkencelere, katliamlara dönüştü.

Ayrıca laik ve batıcı karakterinden dolayı yaptığı bu zulümler yanında T.C. yönetimi, taşıdığı ulusçu nitelikten dolayı sürekli olarak Türk olmayan her unsuru yıldırmak, asimile etmek amacıyla bir politika izledi. Türkiye'de T.C.'nin bu politikaları en somut olarak Kürt halkı üzerinde uygulandı. Resmi ideolojiye uygun bilimsel (!) tezlerle "Kürt" diye bir ırkın olmadığı ispatlan­maya çalışıldı. Dağdaki Türklerin karda yürürken çıkardıkları "kart-kurt" seslerinden "Kürt" isminin doğduğu tezi ileri sürüldü.

Selçuklular ve Osmanlılar döne­minde Kürtlerin yaşadığı bölge, doğal olarak "Kürdistan" ismiyle adlandırılmıştı. Ve islam toplum yapısı içinde bir ulusun yaşadığı bölgelere o ulusu çağ­rıştıracak bir isimle hitap etmek hem doğal hem de İslami bir haktı. Tür­kiye'de Türkçü, laik-Batıcı değerlere dayanarak egemenlik kuran T.C. rejimi bu hakları gasbetti. Türkiye Kürdistan'ının adı önce "Şark Vilayeti" son­rada "Güneydoğu Anadolu Bölgesi* olarak değiştirildi. Bölgede dağlar, yol­lar ve resmi binalar, "Ne Mutlu Türküm Diyene" vecizeleriyle(!) süslendi. Her sabah okullarda "Türküm, doğru­yum,.." andı ile Türklük bilinci bellek­lere kazınmaya çalışıldı. Resmi ideolo­jinin Türkiyeli müslümanlar üzerinde gerçekleştirdiği zulüm, Türk olmayan müslümanlar üzerinde bir derece daha artarak devam etti.

Bölgede bahsi geçen zulümlere karşı halkın diretmesi, Ağrı, Dersim örneğinde olduğu gibi çok kanlı şekilde bastırılmış, insanlar acımasızca katle­dilmişlerdi. İsyankar olarak vasıflandı­rılan insanlar ise toplu olarak asimile edilmek üzere başka bölgelere sürüldü. Bölge ekonomik olarak ikinci plana itilmiş ve halk adeta Kürt olmanın cezasını üstlenmişti.

Ne yazık ki Türkiye müslümanları birçok konuda olduğu gibi bu konuyu da yeterince gündemlerine alamamışlar, müslüman Kürt halkına uygulanan artı zulme, diğer zulümler karşısında olduğu gibi ses çıkartamamışlardı. Yeterli bir tevhidi bilinç birikimine sahip olamayan Türkiye müslümanları, özel­likle 1946'lardan sonra yok edilmek istenen varlıklarını devam ettirebilmek için egemen sistemin tanıdığı imkan­lara sığınma çözümünden başka hal yolu üretememişlerdi. Bu uzlaşma, taşıdıkları birçok yanlışlarla beraber müslümanları zamanla sağcı ve milli­yetçi politikalara yatkın anlayışlara şevketti. Önder konumda görünen çoğu müslüman, T.C.'nin Kürt halkı üzerindeki Türkçü politikalarını mah­kum edeceğine; -maalesef ki- dikkatle­rini Kürt halkının tepkilerini yönlendirme planları yapan dış güçler tehlike­sine çevirmişti.

Bu dönemlerde, özellikle 1960'lı yıl­lardan sonra tırmanan sol hareket giderek müslüman Kürt halkının sorunlarıyla ilgilenmiş ve bölge üzerine tepkicî politikalar geliştirmiştir. Birçok aşamadan sonra bugünkü PKK (Partiya Karkaran Kürdistan-Kürdistan İşçi Par­tisi) hareketi doğmuştu. Ve 12 Eylül diktasının bölgedeki faşist uygulama­ları, halkın Kürt hareketine eğilimini git­tikçe arttırmıştı.

Türkiye'de özellikle 60'lı 70'li yıllar­dan sonra gelişen İslami uyanış, Türkiye müslümanlarını sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, devletçi vd. eğreti kim­likleriyle hesaplaşmaya sevketmiş ve tevhidi bilinç gün geçtikçe güçlenmeye başlamıştır. İran İslam Devrimi'nden sonra bu bilinçlenme daha da artmış; ama müslümanların uyanışı, yeterli bir nitelik ve niceliğe ulaşamamış olması nedeniyle, yaşanılan toplumun sorunlarına yönelik yeterli politikalar ve hareketler oluşturulamamıştı. Bugün ise Türkiye ve dünya kamuoyu, Türkiye'de İslami uyanış çabalarının oluşturduğu bir islami hareketin varlığını her geçen gün daha fazla idrak etmektedir. Türkiye İslami hareketi yeni ve genç olma­sına rağmen, egemen şirk rejimine karşı tavrını etkili bir şekilde net ve uzlaşmasız olarak ortaya koymuştur; müslümanları öz kimliklerine döndürmenin öncülüğünü yapmakla birlikte, Türk'üyle, Kürd'üyle, Arab'ıyla tüm Tür­kiye müslümanlarının ve halklarının gasbedilmiş haklarını geri almaya ve bu topraklar üzerinde yeniden güçlü bir ümmet ve doğru bir hat oluşturmaya kararlıdır.

Şu unutulmamalıdır: Kürt halkı her şeyden önce evrensel islam ümmeti­nin bir parçasıdır. Kürt halkına yapılan zulüm, bütün müslümanlara yapılmış demektir. Çünkü müslümanlar "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birlikte olup karşı olanlardır." (42/Şura 39)

Bölgedeki zulmün görünen faili emperyalizmin amaçları doğrultusunda kendisine kimlik biçen ulusçu laik egemen sistemdir. Bu gerçek, bölgedeki diğer olumsuzluklar karşısında hiç bir zaman gündemimizin alt maddesine düşmemelidir. PKK ise T.C.'nin bu olumsuzluğuna karşı çıkarken aynı ulusçu-laik unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Her iki kutup da ulusçu ve laiktir. Ne T.C. ne de PKK veya Kürt ulusal hareketi bölge müslümanlarına adil bir çözüm öneremez. Adil ve hak çözüm; ancak vahyin ışığında kavranıp, sosyal hayata aktarılabilir.

Türkiye Kürdistan'ında olaylar her geçen gün ısınmaktadır. Bölge halkı senelerce tahkir edilmiş, baskı altında tutulmuş, Rabbimizin bir lütfü olan kendisine verilen dil ve kavmi varlığı yok edilmeye çalışılmıştır. Bu zulmü gidermenin yolu, bu zulmü uygulayanlar taşıdıkları ulusçu ve laik bir kimliği benzer başka bir ulusçu ve laik kimlik oluşturmak ve bu kimlikle kıyama durmak değildir, ilk elde bu zulme karşı çıkmak doğaldır. Ama bu zulmü giderme­nin yolu, zulmü oluşturan bölgedeki ve dünya üstündeki tüm emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine karşı, ümmet bilincine sahip müslümanların ortak bir mücadele cephesi açmaları ve önce­likle sun'i sınırlara mahkum olmayan müslümanların düşünce, güç ve eylem birlikteliklerini gerçekleştirmelerinde yatmaktadır.

Özelde tevhidi bilince ulaşmış müs­lümanlar, bölgede bilinçli müslümanla­rın varlığından rahatsız olan T.C.'nin veya PKK'nın tavrı karşısında ortak hareket edebilmek için istişari ilişkilere çok fazla önem vermeliler ve karşılıklı olarak 'kardeşlik hukuku'nu gözetmeli­dirler. Müslümanlar arası iletişim ağının kopuk halkaları onarılmalıdır. Müslümanların gösterdiği tepkilerin "kontgerilla" ile aynılaştınlmasında gösterilen iğrenç yanıltmaca taktiklerinde görüle­ceği gibi, müslümanların bilgi kanalla­rına sızacak fasıklara dikkat edilmeli­dir.

Üreteceğimiz çözümler bölge özelinde dahi olsa, ümmeti kuşatıcı nitelikte olmalıdır. En genelde emperyalizmin 19. yüzyıldan beridir islam dünya­sında uyguladığı atomize etme politika­sını mahkum etmeli ve gerçek kurtulu­şun topyekun tevhidi mücadele süre­cine bağlı olduğu bilinciyle hareket et­meliyiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR