1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Mazeret ya da Tehir Değil, Çözüm İstiyoruz!

Mazeret ya da Tehir Değil, Çözüm İstiyoruz!

Mart 2005A+A-

Başörtüsü düşmanlığı 28 Şubat zorbalığının ısrarla, inatla ve vahşice sürdürülmeye çalışıldığının en belirgin kanıtı olarak gündemdeki yerini koruyor. Hukuksuzluk ve mantıksızlıkta sınır tanımayan küflü zihniyet başörtüsü üzerinden İslam'a karşı kinini kusuyor adeta. İslam'ı ve İslami değerleri vicdanlara hapsetmeye yönelik sistematik devlet siyaseti ve egemenlerin İslam'a karşı duydukları derin nefret en dolaysız biçimde başörtüsü yasağında vücut buluyor. Üstelik bu doğrultuda her türlü yalana, demagojiye, çarpıtmaya başvurmaktan da çekinmiyorlar.

Öncelikle laiklik adına dinin ve dine ait değerlerin, sembol ve uygulamaların toplumsal hayattan tecrit edilmesine çalışılıyor. Olmazsa değerlerin ve kavramların içinin boşaltılması için uğraşılıyor. Bu arada dinin neyi gerektirip, neyi gerektirmediği, İslam'da neyin olup neyin olmadığına dair bol bol fetva da imal ediliyor. Son yıllarda başörtüsünün İslam'daki yerine, Kuran'da olup olmadığına dair medyatik tartışma ve spekülasyonların artması bir tesadüf değil elbette. Bu olgu bir anlamda egemenlerin sadece dışa yansıyan tutum ve davranışları belirlemekle yetinmeyip, aynı zamanda beyinlere ve kalplere de hükmetme çabası içinde olduklarının bir göstergesi. 

Mamafih ne baskı ve dayatmalar, ne de kapıkulu ulemasının münafıklık mahiyeti taşıyan demagojik ve saptırmaya dönük katkıları başörtüsü sorununu gündemden çıkartmaya yetmiyor.  Birileri görmezden gelse de, unutmaya ve unutturmaya çalışsa da sorun büyüyor. Yara kanıyor!

Başörtüsüne karşı sürdürülen ilkel ve vahşi terörün muhatapları açısından sorun yeni değil elbette. İslam'ı hayatlarında temel rehber kılma kararlılığı ve mücadelesi içindeki herkesin bu ülkede on yıllara uzanan ve sıkça karşılaştıkları mağduriyetler zincirinin sadece bir halkası başörtüsü yasağı. Üstelik en azından kitlesel düzeyde, 12 Eylül darbesinden bu yana sürekli yüz yüze gelinen, kısmen rahatlama görüntülerinin yaşandığı "ara dönemler"de dahi sürekli endişeli, gergin bekleyişlere yol açan bir zorbalık olarak hep etrafımızda, yanı başımızda, ensemizde hissettiğimiz bir sancı olduğu da bilinmekte. Bu sancının 28 Şubat hukuksuzluğuyla birlikte yaygın, kitlesel ve sistematik bir işkence boyutuna dönüştüğü ve uzunca bir süredir gündemimizin en başına sevimsiz bir misafir şeklinde çöktüğünü de biliyoruz.

Ama giderek bu sancının katlanılmaz hale geldiği de görülüyor artık. "Bu terör daha bu şekilde ne zamana dek devam edecek? Bir şeyler yapılmalı, birileri bir şeyleri değiştirmeli!" şeklinde giderek artan bir beklenti, talep ve kamuoyu baskısı şekillenmekte yavaş yavaş. Beklenti düzeyinde ne ölçüde tutarlılık arzettiği ayrıca tartışılmalı elbette ama önce Ak Parti hükümetinden, sonra AİHM'deki dava dolayısıyla AB kurumlarından gelmesi beklenen rahatlatıcı adım bir türlü gelmeyip, tam tersi tutumlarla karşılaşıldıkça kendilerini başörtüsü yasağı nedeniyle aşağılanmış, haksızlığa uğratılmış hisseden kitlelerin sabırsızlığı artıyor.

Çözümü Zorlamak, Çözüme Zorlamak

Aslında düğüm noktası belki de tam burası. Dolayısıyla başörtüsü sorununun çözümü de bu noktada geliştirilebilecek adımlara bağlı. Nasıl mı? Öncelikle silkinerek, üzerimizdeki ölü toprağını atarak. Sorumluluğumuzu layıkıyla üstlendiğimiz noktada sorunların çözüme doğru hızla ilerlediğini görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak. 

Bu noktada yanlış beklentilerden, saptırıcı yaklaşımlardan mutlaka sıyrılmak gerek. Örneğin "Hükümette bizden birileri var, bu sorunu bizzat kendi ailelerinde sarsıcı biçimde yaşıyorlar, dolayısıyla ellerinden geleni yapacaklardır." türünden beklentilere belki şans zaviyesinden bir değer atfedilebilir ama gerçekçi bir zemine ve mantıklı bir temele oturtulamayacağı da artık anlaşılmak zorunda. Bu yaklaşım evvelemirde pasifizmi beslediği, sorumluluğu üstlenme onur ve görevini kuşanmaktan kaçındığı için yanlıştır, zaaflı ve ilkesizdir. Ayrıca sonuçsuz kalmaya da mahkumdur. Çünkü amaçları için küçük bedeller dahi ödemekten kaçınanların, başkalarından büyük bedeller ödemelerini beklemeleri tutarsız ve haksız bir davranış olacaktır.

"Devletle iyi geçinme ve zinde güçlerle ters düşmeme" Türkiye'de sağ iktidarların köklü bir siyasi davranış kodu olarak yaşattıkları bir tutumdur. Üstelik iktidar nimetlerinin baş döndürücü mahiyeti de risk almama ve idare-i maslahatçılık ruhunu besleyen önemli bir faktördür. Bu kemikleşmiş, kireçleşmiş tutum sahiplerini farklı davranmaya yani risk almaya iten tek faktör ise kitlelerin taleplerini yükseltmeleri, iktidar üzerinde baskı oluşturmalarıdır. Bu yapılmadığında ya da yapılamadığında "bizden birileri" de olsalar, kimsenin tehlikeye göğüs germesi, elindeki imkanları, nüfuzu kaybetmeyi göze alması beklenemez, beklenmemelidir de.

Nitekim kendilerinden somut adımlar, mağduriyetleri giderecek düzenlemeler beklenenlerin nasıl bir umursamazlık içinde oldukları ortada. Üniversitelerden çeşitli nedenlerle atılan öğrencilere af getiren yasa dolayısıyla gündeme gelen tavır ve söylemler bu konuda hükümetin tutumunu açığa çıkarmış, bıkmadan, usanmadan hükümete kredi açmaya devam edenleri ise deyim yerindeyse sap gibi ortada bırakmıştır.

Af düzenlemesi Ak Parti hükümetinin başörtüsü mağduriyetini gidermeye dönük bir çaba, bir kaygı içinde olmadığını ortaya koymuştur. Belki bundan da kötüsü ise bu yasa etrafında gündemleşen tartışmalarla birlikte Ak Parti yetkililerinin üniversitede başörtüsü örtmenin yasak olduğunu ikrar etmiş olmalarıdır. "Ne var bunda, malumun ilamı sayılmaz mı?" diye düşünebileceklere durumun hiç de bu kadar basit olmadığını hatırlatırız. Şöyle ki, Ak Parti yetkilileri sürekli olarak üniversitelerde başörtüsünü yasaklayan yasal bir düzenleme olmadığını, yasağın üniversite idarelerinin keyfi tutumundan kaynaklandığını söylemekteydiler. Gerçekten de üniversitelerde başörtüsü bizatihi kanunla serbest bırakılmışken, üzerine vazife olmayan bir konuda Anayasa Mahkemesi'nin yetkisini ve görev sahasını aşarak yaptığı bir yoruma dayandırılmak suretiyle başörtüsüne fiilen yasak getirilmişti.

Ak Parti kurmayları da sürekli olarak bu çarpıklığa dikkat çekmekte ve sorunun yasal bir girişimle çözülmesinin zorluğunu dile getirmekteydiler. Oysa af düzenlemesiyle birlikte Ak Parti yetkilileri belli çevrelere güvence verme sadedinde başörtüsünün zaten yasak olduğunun altını çizdiler. Aynı zevatın aftan yararlanmak isteyen başörtülülerin başlarını açarak okullarına, derslerine devam edebileceklerini özenle vurgulamaktan çekinmediklerini gördük. Bu tutum hiç tartışmasız kendilerinden somut ve ileriye doğru adımlar beklenenlerin açık bir geri adımı olmuştur.

Başörtüsü sorunu karşısında hükümetin samimiyetten ve inandırıcılıktan uzak bir tutum içinde olduğunun başka göstergeleri de mevcut. En başta da bizzat Diyanet'te sorumlu bakan makamında oturan ilahiyat profesörü zatın başörtüsünün farziyeti konusunda sahip olduğu fikirler ortada köklü bir yanlışlık olduğuna işaret eder. Aynı şekilde başbakanın eşinin şehir şehir gezerek adeta halkla alay edercesine "Haydi kızlar okula!" kampanyası sürdürmesi de bir başka çarpıklık manzarası olarak kayda değer.

Çözümün Sorumluluğunu da, Onurunu da Bizler Taşımalıyız!

Kısacası kendilerinden başörtüsü sorununa çözüm getirmeleri beklenenler "bir biçimde" sorunu çözmüş haldeler! Dolayısıyla safça düşünüp, atalet içinde beklemeyi sürdürenler bir kere daha yanıldıklarını görmek durumundadırlar. Bu olgu ciddiyetle kavrandığında sorunun çözümü için neler yapılması gerektiği üzerinde daha sağlıklı, daha temelli ve daha sahih tutumlar geliştirmenin de zemini oluşacaktır.

Yakıcı ve yaralayıcı bir sorun olarak sürmekte olan başörtüsü zulmünü ortadan kaldırmak öncelikle bu sorunu kendi sorumlulukları çerçevesinde algılayan, değerlendiren kitlelerin görevidir. Gündem hükümetin –ya da başka kurumların, güçlerin– ne yapıp ne yapamayacaklarından, yapmaya istekli olup olmadıklarından çıkartılmalı ve öncelikle bizlerin ne yapması gerektiği üzerinde odaklanmalıdır. Devasa bir sorun haline gelen başörtüsü sorununun şundan bundan bir şeyler bekleyerek, vaatlerle oyalanarak çözülemeyeceği anlaşılmıştır. Bu noktada üzerinde ısrarla durulması ve esnetilmemesi gereken bir kararlılık hattını hep birlikte inşa etmek zorundayız. Daha fazla beklemeye tahammülümüzün kalmadığını en net biçimde ilgililere iletmek ve hükümet kadrolarına mazeret sunucu, erteleyici ve geçiştirici tutumlara kapalı olduğumuzu açıklıkla hissettirmek durumundayız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR