1. YAZARLAR

  2. Muhammed Hüseyin Fadlullah

  3. Madrid Konferansı'na Karşı İslami Strateji

Muhammed Hüseyin Fadlullah

Yazarın Tüm Yazıları >

Madrid Konferansı'na Karşı İslami Strateji

Ocak 1992A+A-

Tahran Konferansının önemi, manevi hezimet ruhuyla dolu olan mevcut siyasi vakıaya bir darbe vurmasında yatmaktadır.

Amerika'nın dayattığı bu siyasi vakıa müslümanlar açısından bütün duyguları adımlan ve beklentileri noktasında büyük bir moral hezimetini temsil etmektedir.

Bu konferans umumi zayıflığın yeni kaderimiz olduğu hususunda bütün taraflarca paylaşılan suskunluğu yırtan bir çığlık mesabesinde gündeme gelmiştir. Konferans siyaset oyununda çeşitli kavramlarla dans eden yeni bir vakıaya göğüs germektedir. Bu vakıa ve bu vakıayı anlamada içinde bulunmamız gereken gerçeklik şunu ifade etmektedir: Dünya istikbarının tek bir süper güçte, yani Amerika'nın elinde toplanmasından doğan yeni şartları bir an önce bütün derinliğiyle anlamamız gerekmektedir. Körfez savaşında elde ettiği mutlak zaferden sonra Amerika, dünyanın tek süper gücü durumuna gelmiştir. Amerika savaş esnasında Ortadoğu barışına ilgi göstereceğine dair vaadlerini tutmuş, bu da bütün Arapları özellikle de Filistinlileri bir daha asla tekrarlanmayacak eşsiz fırsattan(!) yararlanmaya sevk etmiştir. Amerika'nın bölge barışıyla ilgili bu kararlılığı toprak karşılığı barış esasına dayanmaktadır.

Bu konferansın önemi şu iki türlü gerçeklik arasındaki ayrılığı ciddi olarak araştırmamızda kendini göstermektedir. Birinci gerçeklik Dünya güç dengelerinin daha güçlünün çıkarına olacak şekilde feragat etmeyi zorunlu kıldığı ve asli tavırlarımızdan vazgeçmemizi gerektiren gerçekçiliktir. İkinci gerçeklik ise, kendi cephesinde sahip olduğu güç unsurlarını toplamaya çalışıp bunları gücün gerçek vasıtasını zafere götürecek şekilde nihai bir özgürlük kararlılığı istikametinde kendini yönlendirmekte göstermektedir. Bu tür gerçekçiliğe sahip olan insanlar çeşitli zamansal faktörlerin oluşturduğu yeni boyutları aşamalı bir politika sürecinde kullanmayı öğreneceklerdir.

Bu konferansın bir diğer önemi de Filistin intifadasında ve Lübnan direniş güçlerindeki öncü mücahidleri harekete geçirmesi ve özlemlerimizi ayakta tutmaya yaramasıdır. Bu öncü mücahidler her Cihadi adımlarında yeni bir ümit kazandırmakta ve geleceğe yansımaları olan geniş ufuklu bir direniş cephesini açmaktadırlar. Ama onlar çok kapsamlı bir muhasara ve vahşice saldırıların yanısıra birde karamsar basın tarafından kuşatılmıştır. Bölgedeki bütün güçler ümitleri söndürmeye, ufukları tıkamaya çalışmaktadır. Bu da İslam ümmetine, kurtuluş özlemini çalarak büyük ufukları boğan kişilerin elinden çekip alma görevini yüklenmektedir.

Tahran konferansı şu açıdan da önemlidir. Müslümanlar dünya müstekbirlerinin yönlendirdikleri bu çalkantılı siyasi aşamanın arka planına inerek orada siyasi ve düşünsel çeşitliliği sakin bir kafayla irdelemelidirler. Dünya istikbarı mustazaf halklar cephesinde adalet ve özgürlük davalarına kendilerinin dayattığı emrivakilerin başarısı için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bütün silahlarından arındırılmış, Filistin halkı da kendi önderlerinin zaaftan nedeniyle Siyonistlerin tarihsel düşlerine kurban olarak sunulmak istenmektedirler. İsrail'i Filistin halkına ve bütün bölge haklarına karşı himaye edebilecek şartlan yaratmak için elinden geleni yapan Amerika'nın planlarını ortaya çıkarmamız bir zorunluluktur. Amerika siyonist ırkçılıkla Amerikan ırkçılığı arasındaki organik bağ nedeniyle Filistin halkını çeşitli yollarla ezmek istemektedir.

Amerika'nın diğer ülkelerle arasındaki siyasi ilişkileri, dünya yahudileriyle ilişkilerinde İsrail'in çıkarlarını gözetecek şekilde yönlendirdiğini görebilmek için çok fazla derin düşünmeye bilmem gerek var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'yle geçmişte ve günümüzde yaptığı iktisadi ilişkilerin temelde hedefi Sovyet Yahudilerinin göçüne izin vermesidir. Amerika; Etiyopyalı Falaşa yahudilerinin bazen teşvik bazen tehdit yoluyla Filistin'e göç ettirilmesi planının uygulanmasında da doğrudan rol oynamıştır. Bütün bunlar Amerika'nın, İsrail'in güvenliğine sağladığı garantinin sadece askeri güvenlikle sınırla kalmadığını, aksine İsrail'in varlığını bütün cephelerde kuşatacak bütün güç unsurlarını kapsamına aldığını göstermektedir.

Bazı Arap yetkilileri ve Arap gazetecileri veya diğerleri Amerika'nın İsrail'e yaklaşımında bir değişme olduğu zehabına kapılmaktadırlar. Özellikle barış konferansının toplanma ayrıntılarında ortaya çıkan anlaşmazlıklar, Filistin'in işgal altındaki topraklarında İsrail'in yeni yerleşim birimleri girişimleri veya Amerika'nın İsrail'e sağladığı kredilere verdiği güvenceler noktasında birtakım görüş farklılıklarının çıkması içimizden bazılarını Amerika'nın İsrail'e karşı yaklaşımında değişmeler olduğu kuruntusuna itmektedir. Oysa biz, bu meselelerde İsrail açısından önemli bir sorun bulunmadığını yakinen görmekteyiz, İsrail, Amerika ile kendisi arasındaki bu tür göstermelik görüş ayrılıklarının rol icabı ihdas edildiğinin bilincindedir. Bu göstermelik görüş ayrılıkları Arapları şu noktaya sevketmek içindir, İsrail'e karşı tavrını güçlendirebilmek için Amerika'ya daha fazla taviz verilmelidir. Aslında bu tamamen siyasi bir şov niteliğinde olup Arap ve Filistin radikalizminin, özellikle siyaset alanındaki bazı meselelerde yumuşatılmasını hedeflemektedir.

Arap politikacıları, Amerika'dan körfez savaşından sonra savaşta kendisine yaptıkları yardımların bir karşılığı olarak Ortadoğu krizine titiz bir şekilde yaklaşmasını istemişlerdir. Amerika, Irak'ı acımasızca yok ederken bu politikacılar ve liderler Arapçılık ve müslümanlık maskesi altında kendisine büyük miktarlarda destek sağlamışlardır. Onlara göre bunun bir karşılığı olmalıdır. Bu noktada öne çıkan husus BM'nin Filistin meselesiyle ilgili kararlarını uygulamasının talep edilmesinde kendini göstermektedir. Tıpkı Amerikan liderliğinde Irak'ın Kuveyt'i işgaline karşı alınan kararların uygulanmasında uluslararası gücün yaptığı gibi. Ama Amerikan Başkanı bu noktada Araplardan farklı düşünmekteydi. O, İsrail'in yıllardır savunduğu doğrudan görüşmeler çözümünü esas almaktaydı. İsrail her Arap devletiyle ayrı ayrı görüşmek istiyor, Arapları toplu olarak karşısına almak istemiyordu. Çünkü Araplar, karşısında toplu olarak bulunduklarında bu siyasi bir gücü temsil edecek, dolayısıyla Filistin meselesi Araplar tarafından, Arapların ortak stratejileriyle yakından ilgili olarak bir dava olarak gündeme getirilecektir. İkili görüşmeler ise muhatap devletin İsrail'le şahsi sorunlarını çözmeyi hedefleyecek, Filistin davasının gündeme getirilmesine imkan kalmayacaktır. Filistin davasının uluslararası bir konferansta gündeme getirilişi esnasında da Filistinlilerin siyasi kimlik sahibi bağımsız bir halk olarak temsil edilmelerine kesinlikle izin verilmeyecek. Filistinliler ancak Batı Şeria ve Gazze'de İsrail Devleti'ne tâbi ulusal bir azınlık olarak, Ürdün heyeti içerisinde gözlemci olarak konferansa katılabileceklerdi. Tıpkı Irak'taki Kürt ve Türkmen azınlıklar gibi. Bu yaklaşım Filistin'in siyasi kimliğini sahneden uzaklaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacak. Filistin devleti ya da Filistin Kurtuluş Örgütü denen olgular bir yana itilecek dışarıdaki Filistinliler ile Kudüs'teki Filistinliler tamamen devre dışı bırakılacaklardır.

Amerikan yaklaşımındaki bu nokta çok önemlidir. Amerika, Filistin devleti projesini kesinlikle reddetmektedir. Kudüs meselesini ise müzakerelerde ikincil bir sorun olarak kabul etmekte ve bu meselenin müzakerelerin dayattığı birçok tavizin koparılmasından sonra ikinci bir aşamada gündeme getirilebileceğini söylemektedir. Biz, Amerikan Kongresi'nin Kudüs'ü, İsrail'in ebedi başkenti olarak kabul eden bir kararın lehinde oylama yaptığını iyi biliyoruz. Tabi Kongre'de alınan bu karar Amerikan yönetiminin siyasi müzakereler noktasındaki hareket özgürlüğünü de kısıtlamaktadır. Amerikan yönetimi Kudüs meselesini politikada çifte standart yöntemiyle savuşturmaya çalışmaktadır.

Amerikan yaklaşımını, iyice etüd ettiğimizde Amerika'nın İsrail için gereken bütün güç unsurlarını ona kazandırmaya çalıştığını, Arap toplumunu ise sahip olduğu bütün güç unsurlarından tecrit etmeyi hedeflediğini görürüz. Amerika, müslümanları bütün güç unsurlarından arındırarak her alanda tavır ve konum bakımından zayıf düşmelerini istemektedir.

Son dönemde Amerikan dışişleri bakanının Çin'den Çekoslovakya'ya kadar yaptığı dünya turlarını duymuşsunuzdur. Bu turların maksadı Suriye'ye, gelişmiş silahların özellikle de füzelerin ihraç edilmesini engellemeye yöneliktir. Oysa Amerikan yönetimi İsrail'i gelişmiş füzelerin tamamıyla donatmakta ve bu noktada onunla füze üretme ve geliştirme konusunda yardımlaşarak uzun menzilli füzeler yapabilmesi için destek olmaktadır.

Amerika, körfez krizinden önce bütün dünyayı Irak yönetiminin karşısına getirmiş, güvenlik konseyini de Irak'a yapılan silah ihracatı ve Irak'ta yapılan silah imalatım denetleyecek bir karar almaya zorlamıştır. Amerika Irak'ın sahip olduğu rejim ne olursa olsun kitle imha silahlarına sahip olmasını istememektedir. Oysa nükleer, kimyasal veya mikrobik kitle imha silahlarının İsrail'de birçok çeşidiyle bulunması gözden uzak tutulmaktadır. Bütün silahların birçoğuna sahip olan İsrail, Arap dünyası için büyük bir korku kaynağı olmaktadır. Amerika, bu noktayı görmezlikten gelmektedir. Çünkü amaç İsrail karşısındaki Arap gücünü zayıflatmak ve İsrail'in Arap-İslam dünyası karşısındaki üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun korumaktır. Hatta Amerikan merkezi haber alma örgütü dahi gelişmiş araçları ile İsrail istihbaratına Arapların silahları veya politikalarıyla ilgili sırları aktarmaktadır.

Bütün bunlar ışığında İsrail'in bölgedeki varlığını kesinlikle reddeden yaklaşımımızla birlikte Amerikan barış girişiminin asla güven uyandırmadığını görmekteyiz. Çünkü Amerikan politikasının, İsrail'in çıkarlarıyla ilgili meselelerde hiçbir ilkesi olacağına inanmıyoruz. Bu nedenle Arap dünyasının, Arap davalarının çıkarına olacağı zannıyla yöneldiği siyasi açılım, Arap gücünün İsrail karşısında daha fazla zayıflamasından başka birşeye yol açmayacaktır. Bu şeytanı politika, en büyük şeytan Amerika tarafından çizilmiş ve halen uygulanmaktadır.

Arap-İsrail savaşında, Arap dünyasında ortaya atılan siyasi dava Filistin davasıdır. Filistin davası, mücadelenin bütün boyutlarını temsil eden merkezi bir davadır. Ama emperyalist oyunlar Filistin davasını, Filistinlilerin meselesi haline indirgemeye çalışmış ve Arap devletleriyle İsrail arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkartmıştır. Örneğin Suriye ile ilgili olarak Golan meselesini Lübnan'la ilgili olarak Güney Lübnan meselesini, Mısırla ilgili olarak Sina meselesini; Ürdün'le ilgili olarak da su ve sınır meselesini ortaya çıkartmıştır.

Bütün bunları Arap vakıasıyla Filistin davasını ayıran Beyaz Saray zirvesi başlattı. Bununla, Araplar Filistin'le doğrudan sorumlu olmaktan çıkmışlardır. Amerikan yönetimi Filistinlilere hitap ederken konferansa gelmemeleri halinde en çok kaybedenin onlar olacağını söylemektedir. Çünkü diğer Arap ülkeleri konferansa katılacak İsrail'le ikili sorunlarını gözden geçireceklerdir. Bu noktada Filistinlilerin pasif bir tavır izlemeleri genel Arap yaklaşımı üzerinde hiçbir değişikliğe yol açmayacaktır. Amerika'nın bu eğilimini destekler mahiyette bir çok Arap başkentinden de açıklamalar yapılmıştır.

Sonuç itibariyle Amerika'nın barış konferansıyla ilgili olarak iki noktaya dayandığını görüyoruz:

1- Arap-İsrail sorunu, her devletin İsrail'le kendi sorunudur.

2- Filistin davası Filistinlilerin İsrail'le kendi davasıdır. Hiçbir kimsenin bu davayla bir ilişkisi yoktur.

Bu Amerikan yaklaşımından şu net sonuca ulaşmamız mümkündür: Yaşadığımız bu merhale Filistin davasının Arap-Filistin insanlarıyla tasfiye edildiği bir merhaledir. Çünkü içlerinde Filistinliler de olmak üzere Filistin'in siyasi boyutunun ilga edilmesine imza atacaklar ve BM'nin 242-338 sayılı kararlarından başka tutunacak dal bırakmayacaklar. Bu iki karar Filistin davasını mülteci sorunu davasına indirgemektedir. Eğer Filistinliler işgal edilmiş topraklardan çekilmeyi kabul ederlerse ikinci kararda miktarı belirlemeyen bu topraklar üzerinde kendi kaderlerini belirleme hakkından da mahrum edileceklerdir. Eğer görüşmelerde bu minvalde bir başarı sağlanırsa ki bu imkansız görülmektedir. Çünkü böyle bir çekilme Irak ordusunun otonomi yönetimine sahip Kürt bölgelerinden çekilmesini istemek gibi bir şey olmaktadır. Bütün bunların ışığında "toprağa karşı barış" yaklaşımı Filistin siyasi kimliği noktasından siyasi bir güvence içermemektedir.

Filistin davası bir zamanlar Filistin'in gerçek hacimlerinde bir davaydı. Zamanla bu dava sahiplerince ihmal edilerek ve çeşitli hatalar yapılarak işgal altındaki topraklar davası haline dönüşmüştür. Bu gerileme ve düşüş devam edecek ve sonuçta İsrail otoritesi altında Filistinlilerin siyasi erk bakımından otonomiye sahip oldukları bir boyuta indirgenecektir. Bu noktada Filistin'in hakları azınlık haklarıyla özdeşi esecektir. Zira şu günlerde, 1967 savaşından önceki işgal edilen topraklarda İsrail'in varlığının meşru olduğuna dair Filistinli ve Araplar tarafından yapılmış açık bir itiraf söz konusudur.

Bütün taraflar işgal altındaki toprakları geri istemektedir. Ama Filistin'i istemek onlar açısından bir fanatiklik, ütopyacılık ve gerçekçilikten uzaklaşma olarak görülmektedir. Burada söz konusu itirafı dayatan esas temeli kaydetmek istiyoruz. Bu esas temel, altında İsrail'i barındıran uluslararası şemsiyenin güç dengesidir. İsrail sahip olduğu bu güçle emrivakiyi dayatmakta ve kendisini bütün Filistin'in sahibi olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. İsrail hem toprağa, hem silaha, hem de Araplara ve müslümanlara karşı Amerikan himayesine sahiptir. Peki ya müslümanlar ve Araplar nasıl düşünüyorlar?

Burada zihnimize şöyle bir soru takılmaktadır: Araplar Filistin davasından tamamen ellerini çekmişler midir? Çünkü mevcut şartlara göre Filistin davası onların siyasi, iktisadi ve güvenlikle ilgili yapılan açısından ağır bir yükü temsil etmektedir. Özellikle Filistin-Arap ilişkilerinin iyice giriftleşmesinden sonra bu eğilim daha da güçlenmiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü'nün değişik Arap mihverlerinde içine girdiği siyasi yaklaşımlar Arapların Filistin davasına yönelik bakış açılarım hayli değiştirmiştir, örneğin Körfez savaşında FKÖ, Irak rejiminin yanında yer almıştır. Bu dönemde Arapların genel vakıasında kendini gösteren sorun, Körfez vakıasına indirgenmiş ve Arap-İsrail sorunu olmaktan çıkartılarak bir Arap-Filistin sorunu haline dönüşmüştür. Bazı Araplar, İsraillileri Filistinlilere tercih eder hale gelmişlerdir. Çünkü İsrail Yahudileri onlara doğrudan zarar vermemiştir. Oysa Filistinliler, körfez savaşında onlara doğrudan zarar vermiştir.

Peki Filistin davasının İslami kimliği ne durumda?

Müslümanların bu dava ile ilgili olarak sloganlar atmaları ve bir takım duygusal konuşmalar yapmaları yeterli midir? Gerek halk gerekse hükümetler bazında Filistin davasıyla bir etkileşim içine girmemek doğru mudur? Bu tür bir yaklaşım, İslam topluluklarını Filistin'in geleceği ile ilgilenme noktasından uzaklaştırmış, genel yaklaşım İsrail'i bir devlet olarak kabul etme eğilimine girmiştir, özellikle de adı İslami olan birçok devlet, örneğin Türkiye, İsrail'i tam olarak tanıma aşamasına gelmiştir. Bu devletler, söz konusu yaklaşımlarıyla Filistin davasını İslami nitelikten uzaklaştırmalardır. Hatta İslam Konferansı örgütü dahi bu İslami davayı en temel davası haline getirmemiştir. Hatta bazı celselerinde İsrail'le aramızdaki ihtilafları bir savaş hali olarak değil, bir çekişme hali olarak kabul ettiklerini görmekteyiz.

Filistin dosyasını tamamen kapatmak için başlatılan komplonun getirdiği siyasi süreç içerisinde çoğu Arap ve müslüman rejimin takındığı tavır işte budur. Her halükarda geleceğe açılan stratejik çizgiye kesinlikle bakılmamakta, ulusal veya İslami kaygılar bir kenara itilmek, vatan severlik olgusu ön plana çıkartılmamaktadır.

Peki Ulusçu veya İslamcı hareketlerde Arap ve İslam Ülkelerinin parlamentolarının konuya yaklaşımı nedir?

Biz, Arap kurtuluş hareketinin, ulusal boyutunu ve ulusal stratejisini yitirdiğini görüyoruz. Uluslararası politika sahasında oluşan yeni gelişmeler ve yeni dünya düzeni, yeni bölgesel düzen gibi sürekli tekrarlanan ifadeler neticesinde özellikle de uluslararası denge süper bir güç olarak ağırlığı bulunan Sovyetler Birliği'nin tamamen devre dışı kalmasından sonra ulusçu hareketin bittiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunların ışığında, Arapların, başta Filistin davası olmak üzere birçok hayati davasına yönelik baskılar üreten kapsamlı kutuplaşma eğilimi içindeki Amerikan emperyalizmine karşı ulusçu hareketin artık söz söyleyecek gücü olmadığını artık görmekteyiz. Bu hareketin önde gelen simalarının birçoğu Arap politikasında vakıayı kuşatan çeşitli baskılar neticesinde geri adım atmak için felsefe yapmaktadırlar. İslami hareketler ve İslami partiler çerçevesinde gördüğümüz genel İslami kurtuluş hareketi ise dünya emperyalizmine karşı ayakları üzerinde durmaya devam etmektedir. Ancak bu hareket de parçalanma, fraksiyonlara ayrılma gibi birçok problemlerle karşı karşıyadır. Özellikle hürriyetlerini kısıtlayan iç güvenlik sorunları, onları dış dünyadaki büyük sorunlarla uğraşmaktan ziyade kendi iç sorunlarıyla uğraşmaya itmektedir. İslami hareketlerin birçoğu artık kendi özel sorunlarıyla meşgul olma durumuna gelmiştir. Diğer İslami hareketler, örneğin Tunus'taki Nahda hareketine, Mısırdaki İslami harekete arka çıkarmamakta, destek sağlamamaktadırlar. Bu iki hareket, söz konusu ülkelerin yoğun baskısı altında bulunmaktadır. Yine Irak İslami hareketi rejimin vahşeti karşısında tek başına kalmış durumdadır. Sonuç itibariyle bütün İslami hareketlerin kendi sorunlarının baskısı altında ezildiğini söylememiz yerinde olacaktır. Hareketler, başka ülkelerdeki İslami hareketlerin sorunlarını paylaşacak durumda değildir.

Parlamentolara gelince... Bu parlamentoların çoğunun halk dayanağı olmadığını bilmekteyiz, çünkü bunlar, şu veya bu rejimin istihbarat organlarının vasıtasıyla sandalyelere oturtulmuş kuklalar mesabesindedir. Örneğin İslam ülkelerindeki parlamentoların bir bölümü Cumhurbaşkanlığı kararı veya krallık fermanıyla kurulmuşlardır. Dolayısıyla devletin diğer resmi organları gibi tamamen resmi görüşün organı olmaktan kurtulamamışlardır.

İslam ülkelerindeki parlamentoların büyük bölümünde Parlamentoya düşen görev devlet tarafından önlerine konan karar tasarılarını onaylamak ve devletin politikasına kitlesel meşruluk kazandırmaktan öteye gitmemektedir. Netice itibariyle bu parlamentolar, Arap dünyası ve İslam dünyasındaki önemli davalar üzerinde etkin bir nüfuza sahip olmaktan uzak bulunmaktadırlar.

Tablo araba bu derece karamsar mı?

Biz, davanın çözüme bağlanmasını imkansız olduğuna inanmıyoruz. Yalnız bazı noktaların aydınlatılması gerekmektedir:

1- Filistin'deki Filistin İslami intifadası, ve İslami vatan sever direniş bu konuyu karanlıkta iki ışık kaynağını temsil etmektedirler. Ancak bunlar çeşitli sayıda, iktisadi ve askeri vasıtalar neticesinde Arapların, dünya devletlerinin, İsrail'in ve kendi ülkelerinin kuşatması altında yaşamaktadırlar. Fakat bütün bu faktörler, şu ana kadar bu iki hareketi devre dışı bırakmayı başaramamışlardır, çünkü bu hareketin mensubu olan mücahitler, siyasi ve cihadi bilince sahiptirler.

2- Müslüman halk kitleleri, körfez savaşı esnasında yapılan Amerikan aleyhtarı mitinglerde de görüldüğü gibi bola İslami canlılığa sahip durumdadırlar.

İslami hareketin ileri gelenlerine düşen görev bu kitleleri kapsamlı bir İslami plan çerçevesinde harekete geçirmek ve İslam ülkelerindeki teslimiyetçi hükümetlere baskıda bulunmaktır. Bu baskılar neticesinde dünya emperyalizmiyle yakından ilişkide olan bu ülkelerin yöneticileri geri adım atmak zorunda kalabileceklerdir.

Bu vesileyle dünya İslam hareketlerini, hayati ve merkezi davaları olan Filistin davası hususunda tek vücut olduklarını ilan etmeye çağırıyorum. Filistin davası, İslama ve müslümanlara yönelik bir medeniyet tehdidi niteliğindedir. Müslümanlar, Filistin'e yeniden geri dönmek İçin planlar yapmak durumundadırlar. Günler içinde olmasa da kuşaklar sürecinde Filistin'e dönülecektir. Dava duyguları harekete geçiren sloganlar davası olmamalı, aşamaları ihtiva eden bir plan davası olmalıdır.

3- Arap kitlelerinde hayati davalarla ilgili olarak canlı ve diri tavırları yaşatan çeşitli beklentiler ve atılımlar gözlenmektedir. Bunları, bize dayatılan barış sürecini reddetme esası üzerinde harekete geçirmemiz mümkündür. İslami kurtuluş hareketi ile bütünleşecek bir Arap kurtuluş hareketi ortaya çıkartarak bunu gerçekleştirebiliriz. Bu bağlamda Filistin davası ortak paydayı oluşturacaktır. Zaman, bu iki hareketin mücadele etme zamanı değil, siyonist ve emperyalist tehditler karşısında ortak heyetin meseleleri çözmek için dayanışma zamanıdır.

4- Filistin cephesinde, teslimiyetçi barış girişimlerini reddeden birden fazla güç bulunmaktadır. Ama sorun vatansever, ulusçu veya İslamcı bu güçlerin ortak bir siyasi ve cihadı projeye sahip olamamalarında yatmaktadır. Bu güçler, dengeli ve tek bir siyaset etrafında birleşmemektedirler. Bu da Filistin halkının, özgürlük ve bağımsızlıkla ilgili beklentilerini çeşitli boş projelere bağlamasına neden olmuştur. Bu boş projeler neticede boşluktan başka birşey doğurmayacaktır. Devrim düşüncesi bir kenara itilerek, düzen ve nizam düşüncesi devreye sokulmaktadır. Oysa Filistin davası için henüz devlet aşamasından söz etmek çok erkendir.

Burada Filistinli kardeşlerimize şunu söylemek istiyorum! Amerikan dış işleri bakanı konferansa katılmamanız halinde sizin en fazla kaybedecek taraf olacağınızı söyledi. Biz onun, size karşı böylesine tehditvari bir üslup kullanarak, seraplara yönelmiş hayalciliği harekete geçiren bir tema ihsas ettirmeye çalıştığına inanıyoruz. Şimdi size şunu söylemek istiyorum ki! Madrid konferansı, katılsanız da size en fazla kaybeden taraf madalyasını takacaktır. Çünkü gerek Arapların, gerekse İsrail'le birlikte uluslararası kamuoyunun baskısı size Filistin'i, Batı Şeria'yı ve Gazze'yi satış kontratının altına imza koymaya zorlayacaktır. 1967'den önceki Filistin'in satışına, mevcut şartlarda gayrı resmi olarak imza koymuş bulunuyorsunuz. Çünkü siz, herhangi bir Arap veya Uluslararası baskı unsurunun bulunmadığı bir ortamda hiçbir karta sahip olamayacaksınız. Öte yandan İsrail, hem toprağa, hem silaha, hem de siyasi güce sahip bulunmaktadır.

Tek çözüm, siyasi birlik, cihadi birlik, kurtuluş için bilinçli bir planlamadır. Direniş, planlama ve silah...

5- İslam ve Arap ülkelerinin bazılarında, geniş halk tabanını temsil eden kitle desteğine sahip parlamentolar mevcuttur. Bu parlamentolar ümmetin temel davalarına, özellikle de Filistin davasına olan inançlarını çeşitli parlamento vasıtalarıyla ifade ettiler. Ve aynı vasıtalarla rejimlere baskıda bulunarak Arap dünyası ve İslam dünyasındaki halk kitlelerini harekete geçirebilirler. Bu bağlamda yapacakları faaliyetlerle gerçekçi bir plan sayesinde kendilerine dayatılan barış önerilerine karşı yeni bir reddediş cereyanı başlatabilirler.

6- İslam dünyasında, İsrail varlığını uluslararası toplumda tamamen reddeden yegane devlet hali hazırda İran İslam Cumhuriyetidir. İran İslam Cumhuriyeti, İsrail'i kanserli bir tümör olarak görmektedir. Merhum imam Humeyni'nin yönlendirmesi neticesinde İran İslam Cumhuriyeti, İsrail'e karşı kesin ve net tavrını belirlemiştir. O, İslami stratejisini de bu yaklaşım üzerine kurmakta, bütün çevrelerin Filistin davasını, siyasi, iktisadi, askeri olarak destekleme yoluna girmelerinin gereğini vurgulamaktadır. İran İslam Cumhuriyetinin bu yaklaşımı İslam dünyası ve Arap dünyasındaki bütün kurtuluş hareketlerinin, parti ve siyasi kişiliklerin İran'la yardımlaşmalarını ve dayanışmalarını gerektirmekte, İmam Humeyni hattı üzerinde yürüyen Ayetullah Hamaney ile koordineli hareket etmelerini icab ettirmektedir.

İsrail'le aramızdaki savaş bir medeniyet savaşıdır. Biz, İsrail'in varlığını mutlak surette reddediyoruz. Biz, İsrail'le birlikte onunla organik ilişkisi olan dünya emperyalizmim de reddediyoruz.

Bizler bu dönemde emperyalist basının göstermeye çalıştığı gibi mutlak bir zaaf içinde değiliz. Emperyalist basın, bizi karamsarlığa sevk edebilmek için böylesi bir eğilim içindedir. Bizim problemimiz, nefsi savaşın getirdiği, nefsi hezimet unsurlarıyla mücadelede kendini göstermektedir, biz, sahip olduğumuz gerçek güç unsurlarım ortaya çıkararak, onları geliştirmeye ve savaş alanında harekete geçirmeye yönelmek durumundayız.

Yüce Allah, zaferin sebeplerine sarılmamız halinde bize zaferi vaad etmiştir. Allah'a adalet ve özgürlük davalarında yardımcı olacak bir çizgi üzerinde yürürsek ve ona dayanıp kendimize güvenirsek zafere ulaşmamamız için hiç bir engel söz konusu değildir. Düşmanlarımızın hareket ettikleri noktadan hareket edersek biz de başarıya ulaşabiliriz. Onlar, bugünlerinin geleceğini,-bütün potansiyellerini kullanarak geleceğe yönelik bir planlamayla şekillendirmişlerdir. Neden biz sahip olduğumuz potansiyelleri geleceğimiz için harekete geçiremiyoruz? Gelecek, zaferin sebeplerine sarılmamız halinde fethin kesin sonucuna ulaşacağımız zamanı temsil etmektedir: "Deki: çalışınız, Allah, Rasulü ve müminler çalışmanızı göreceklerdir." Hamd alemlerin Rabbi olan Allaha, selam size olsun. Allah'ın Rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Çev.: Muharrem TAN

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR