1. YAZARLAR

  2. Halil Rahman Açar

  3. Laikliğin Aşkın Boyutunun Boyutsuzluğu

Halil Rahman Açar

Yazarın Tüm Yazıları >

Laikliğin Aşkın Boyutunun Boyutsuzluğu

Mart 1995A+A-

Bu makalede 3-5 Şubat 1995 tarihleri arasında Ankara'da Fecr Yayınevi'nin organizasyonu ile gerçekleştirilen Kur'an Sempozyumu'nda sayın Prof. Dr. Salih Akdemir tarafından sunulan "Laiklik Sorununa Yeni Bir Yaklaşım (Aşkın Boyut)" isimli bildirisine ve bu bildiride savunusunu yapmaya çalıştığı görüşlerine kısaca değineceğim. Tesbit edebildiğim kadarıyla kendi içinde çelişkiler taşıyan, ayet ve görüş naklinde "bağlam çarpıtmalarını içeren" bu bildirinin -aşağıda yer alan- maddeler halindeki eleştirisini tekrar gözden geçirmesi amacıyla kaleme alınmıştır.

1-Salih Bey, bildirisinin 3. sahifesinde laiklikle ilgili olarak "İnsanlık tarihinde ilk defa din ve düşünce özgürlüğü bütün boyutlarıyla koruma altına alınmıştır..." diyor. Bu ifadesi ile batı tarihini insanlık tarihi şeklinde okuma yanlışlığına düştüğünü görüyoruz. Her ne hikmetse yine aynı sahifede "Kur'an'ın 14 asır önce vazetmiş olduğu -Laikliğin bile ötesinde olan- çoğulculuğu öngörme"sinden (s.3) bahsedebilmiş.

2-Yine Salih Bey, "Laiklik hiç bir şekilde dinsizlik değildir" (s.3) demekte. Böylesi bir hükmü, laikliği savunanlar mı laikliğe yüklediler, yoksa Salih Bey'in kendi hüsn-i kurgusal yargısı mıdır? Aynı şekilde bildiride "din ve vicdan özgürlüğü"nün "laiklik" olarak, sunumu da siyaset bilim açısından bir hayli problemli gözükmekte. Salih Bey'e bu konuda belki bir açıdan iştirak edilebilir. Çünkü, "dinsizlik" değilse bir dini, en azından dine nasıl bakılması ve yaklaşılması gerektiği konusunda bir din anlayışı vardır, demektir.

3-Bildirinin üçüncü sahifesinde yer alan "Kur'an'a Göre Laiklik" ara başlığı, bir tefsir uzmanı sanına sahip biri için oldukça sorunlu bir başlık. 1980 öncesi İslami yayınlar'da "İslam'a Göre..." diye başlayan bir furya vardı. Şimdi toplum biraz Kur'an okumaya başlayınca Kur'an'da.., Kur'an'a Göre... " moda oldu. Ne düşünürseniz, "Kur'an'a Göre.."den sonra getirebilirsiniz.1

Salih Bey'in niçin kendi tasavvurlarına "benim imgelemelerim" diye sahip çıkmayıp da, görüşlerini Kur'an'a Göre etiketini yüklemekten çekinmediği doğrusu merak konusu! Tanrı adına konuşma ve iradesini belirleme hakkı mı var? İnsanlarımızın laiklikten ne anlaması gerektiğine ilişkin niçin yönlendirimlerde bulunmak istiyor? Niçin insanları özgürce düşünmeleri ile baş başa bırakmak istemiyor? Şu ifadelerde kimin kanaatleri kim adına konuşturuluyor? "Tanrı tek düzenliliği kesinlikle istemez; tam tersine çoğulculuğu öngörür ve bunu her türlü zenginliğin, iyiliğin ve gelişmenin zorunlu bir şartı kabul eder" (s.4). Bunlar, Ortaçağ'da Allah adına konuşan kilise babalarının sözleri değil, 21. yüzyıla ayak basarken, bir ilahiyat akademisyeninin sözleri.

4- Salih Bey yine aynı sahifede "Kur'an'a göre din bozulmamış insan fıtratı, insan doğası, yani insanın yaratılış gereği doğasında taşıdığı değerlerdir"(s.3) demektedir. "Doğasında taşıdığı değerlerdir" ifadesi ile felsefi açıdan, "din" kavramını parçacıklı tanımlamaya çalışması ile de Kur'an metninin bütünlüğü açısından sorunlu bir sav ileri sürmüştür. Sorunu şu şekilde ifade etmeye çalışayım: "Din, dini anlayacak, bilecek uygulayacak olan suredeki doğal bir ön oluşum mudur? Şayet bir ön eğitimin varlığı görmezlikten gelinirse, azımsanmayacak sayıdaki insanoğlunun "dinsizlik dini"ni seçişlerini izah edemeyiz. Çünkü savunulan savın evrenselliğini bu durum geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla dinin, bir eğitim gerektirdiği düşüncesindeyim. Zaten Allah da vahyi bize peygamberler vasıtası ile ileterek eğitmekte. Belki bu bağlamda doğru olan, dini durumlarda rol oynayan güdülerin a priori olmasına müsaade edilebilir olması olabilir. A posteriori olarak zaten dine sahip olunuyor. Öyleyse dini, bir güdüye hapsetme yanlışlığına düşmekten kaçınmalıyız. Burada Salih Bey'in doğal din2 (natural religion) ile dinin doğası (nature of religion) kavramlarını birbirine karıştırdığı kanaatindeyim.

Salih Bey, bildirideki yaklaşımını üzerine temellendirmek istediği Rum Suresi'nin 30. ayetini takip eden 31. ayetle bağlantısını keserek amacına ulaşmak istemiştir. Belki bu durum meallerde fark edilmeyebilir, ama orijinal Arapça metni okuyup anlama durumunda olanlarla, tefsir sahipleri bunun farkındadırlar. Dolayısıyla hal cümlesi durumundaki 31. ayetin başlangıcı ve devamı dikkate alınarak 30. ayetin anlamlandırması yapılmalı. Bu durumda kur'an'ın iç tutarlılığı kendini göstermekte. Medine döneminin sonlarına doğru inen Beyyine Suresi'ndeki (98/5) "gerçek din" tanımı ile bütünleşmekte.3 Salih Bey benzer bir şekilde Maide Suresini'nin 48. ayeti mealini de kendi laiklik anlayışı için ön ve arkasını keserek vermiştir.4 Bu tutumunu Bakara Suresi'nin 148. ayeti için de gerçekleştirmiştir.5 Oysa 5/48'de geçen "şır'aten ve minhacen" tabirlerinin, Kur'an'ın teknik ıstılahları olduğunun farkında olması ve bunları din ve mensek kavramları arasındaki ilişkiyi gözeterek çevirmesi gerekirdi. Türkçe meal çevirileri üzerine araştırma yapmış bir akademisyenin Ehl-i Kitap bağlamındaki ayeti, her türlü görüşe açık, serbest bir tarzda çevirisi uygun düşmemiş. Bu çeviri durumu 2/148 İçin de daha da fena bir durum arzetmiş. Çünkü bu ayetin çevirisinde, önceki ve sonraki ayetler hiç nazar-ı dikkate alınmamış. Oysa 142'den başlayıp 150'ye kadar uzanan ayetler kıblenin tahvili ile ilgilidir. Ayetteki **** ifadesi de, **** anlamında olup, Salih Bey'in metne yüklediği "herkesin yöneldiği bir yönü (bağlı bulunduğu) bir ideolojisi vardır" (s.5) ifadesinde olduğu gibi, ideoloji anlamında değildir. İdeoloji kelimesinin de çeviride parantez içine alınması gerekirdi. Bu ayet, sosyal bir gerçekliğe işaret etmektedir. Yoksa her İsteyenin istediği yolu takip edebilecekleri ve bunların hesaplarının görülmeyeceği anlamında değildir.

5- Salih Bey, tarihteki olumsuz örnekler dolayısıyla bildiride dinin kurumsallaşmasına, karşı bir tavır almıştır. Örneğin "Gerçek din, dış dünyada aşkın değerlerdir" (s.4), "Vahyin kurumsallaşmaması, büyük önem arz eder. Çünkü 14 asırlık tecrübe, laikliğe değil teokratik monarşilere yol açmıştır" (s.12) demektedir. Burada yanlış bir sorgulama yapılıyor gibime geldi. Bu olumsuz örnekler dinin kendisine mi ait yoksa takipçilerinin ve kurumları gerçekleştiren biz insanlara mı ait? Önce bunu açıklığa kavuşturması gerekiyor, kurumsallaşmanın problemler doğurduğu bir gerçekse de dinlerin ve dinimizin eğitimi, öğretimi, tebliği, uygulaması vb. hususlarda bazı araçlara ihtiyaç duyması tartışmayı gerektirmeyecek kadar açık tarihi bir hakikattir. Öyle ki laik yönetimler bile Çoğu kez dini toplulukların inançların kendi kendilerine yaşamasına müsaade etmeyip, kendileri çeşitli karşıt kurumlar kurarak, dini kurumsallaştırmaya çalışmış. Örnek olarak İslam'da bir din adamları sınıfı olmamasına rağmen T.C.'nin Diyanet İşleri Başkanlığını oluşturmasını burada anabiliriz.

Ayrıca Müslümanlar'ın "siyasal erk"i ele geçirmeleri, dinin, devlet olması anlamına gelmediğinin de bilinmesinde yarar var. Çünkü, Müslüman pratiği hiç bir zaman dinin kendisi olamaz fakat pratikleri dinden öz ve hususiyetler taşıyabilir veya taşımaz. Kendisinin sahife 8'de: "İşte Hz. Muhammed, bu ayetin Öngördüğü şekilde bundan 14 asır önce Müslümanlardan Yahudiler'den ve Müşrikler'den bir devlet kurmuştur. Bu devletin kuruluş ile ilgili metinler insanlık tarihindeki bilinen çoğulculuk anayasası örneğidir" ifadeleriyle itiraf ettiği gibi, acaba Hz. Peygamber Kur'an'ın indiriliş hedeflerini yeterince anlamayarak (haşa) hem de uyarılma imkanına sahip vahiy sürecinde niçin devlet kurmuş, kurumlaşmaya yönelmiş? Mekke'deki 13 yıllık tebliğini aynen devam ettirme yerine niçin strateji değiştirme ihtiyacını duymuştur? Çünkü peygamber, Kur'an'ın; dalalete düşen ve gazaba uğrayanların dışında siyasi bir kimliğe sahip örnek bir toplum öngördüğünü kavramış ve döneminde imkanları çerçevesinde bunu gerçekleştirmiş. Hem de teokratik monarşilere yol açmadan. Demek ki 14 asırlık tecrübenin daha ilk safhası bile Salih Bey'in savını savunulamayacak kılmaktadır. Tarihin de şahitlik ettiği gibi, Peygamber Hz. Muhammed; Salih Bey gibi "insan fıtratlarının koruma altına alınması için sürekli (vahyin) okunması" (s.4) önerisi ile yetinme garabetine düşmemiş, Müslümanlar'ın hakim unsur olduğu bir yapı ortaya koymuş.

6-Salih Akdemir Bey, L. Feuerbach'den "Din sadece duygulanım, duygu, yürek, sevgidir, yani yadsımadır, Tanrı'nın insanda eriyip çözülmesidir" (s.4) iktibasını yapıyor. Dinin, ahlak ve duyguya indirgenmesi alışkanlığı; akademik özgürlüğe yeterince sahip olamayan ve İslam'ı araştırma zahmetine katlanamayan akademik sanlı insanlarımızın son yıllarda neredeyse ortak söylemi haline geldi. Kendim, "Kur'an dininin" ahlak veya duyguya indirme girişimlerini modern batı toplumunun bir kopyası olmamıza ve yöneltildiğimiz siyasal sistemin üzerimizdeki bir yansısı olmasına bağlıyorum.

Dinin doğal olarak ahlakı ve kaçınılmaz olarak da duygu ve hisleri ürettiği bir gerçektir. Fakat dinin bilhassa Kur'an dininin bundan ibaret olduğu savı doğru değildir, Çünkü, duygu olması bakımından dinin kendisi, hususen bir duygu değildir. Örneklemeye gidilirse cinsi zevkin aksine, dini doyumun herhangi bir organ durumuyla sınırlandırılması mümkün görülmemektedir. Bilimsel olarak da, duyarlılığın bir durum ve konum sonucu olduğuna işaret etmemiz gerekiyor. Diğer bir ifadeyle "dini duyarlılık" "dini bir durum" olarak tezahür eder. Fakat dini üretemez. İnanç da bir duygu aktinden ziyade, bir bilgi aktidir. Ayrıca dinin arzu ve isteklerimize karşı duran açıklama ve hükümlerle dolu olması, bizlerin batı düşüncesi içindeki her savı düşünmeden sahiplenmemiz gerektiğine bir uyarı olmalıdır.

7- Bildirinin 5. sahifesinde müfessirlerin "İslam dini dışındaki dinlerin kurtuluşa ve hayırlara vesile olamayacağı" düşüncesi yadsınmakta. Ben, okuyucuları bunu değerlendirebilecek kapasitede görüyorum. Aynı sahifede S. Akdemir Bey, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki semavi dinden bahsetmekte. Özellikle profesörlük düzeyine yükseltilmiş bir akademisyenin Kur'an'ın Yahudilik ve Hıristiyanlık isimli semavi dinlerden bahsetmediğini bilmesi gerekirdi. Varsa, Kur'an-ı Kerim'den delillerini tarama süresi verebiliriz. Kullandığı ayetler semavi dinlerden değil, sosyal bir gerçeklik olan dini topluluk ve toplum gruplarından bahsetmekte. Alıntıladığı her iki ayette de (2/111-112) dini toplulukların (cennetin kendilerine ait olduğuna ilişkin) kendi kuruntuları anlatılmakta.

Salih Bey'in bildiride çizdiği şemalar ve yaptığı eşitlemelerde bu konuda pek çok hata içermekte. Örneğin, Yahudilik, Hıristiyanlık, Putperestlik, Musevilik, Ataizm ve Sabiilik bir öğreti, inanç sistemi olarak Allah katında bir tutulmadığı gibi, Kur'an metininde de bir tutulmamıştır.6 Hiçbiri İslam'la bir değildir.7

Böylesi bir hatayı 2/62, 5/69 ve 22/17 ayetleri bağlamında daha önceleri Sayın Prof, Dr. H. Atay ve Prof. Dr. S. Ateş Beyler işlemişlerdi. Hem de ilahi dinin, sürekli bir din olduğu ve tüm peygamberlerin aynı din için gönderdikleri hakikati unutularak. Kur'an'ın, iniş sürecindeki toplumsal grupları, toplumsal bir gerçeklik olarak zikretmesi, onların mevcut akide ve dinlerinin "gerçekliği" gibi anlaşılmış. Oysa belirtilen ayetlerde bir öğretiye bağlılık savında bulunana müminlerin bile imtihan dünyasında inanç ve amelde sergileyebileceklerinin dikkate alınacağı belirtilmiş, diğer toplulukların da Allah'a ahirete iman ve salih amel gibi ilahi dinin ilkeleri doğrultusunda ahirette Allah'ın karar vereceğine işaret edilmiştir. M. Esed'in de işaret ettiği gibi Müslüman tabirinin yaygın olarak peygamber Muhammed'i takip edenlere verilmesi Kur'an sonrası bir gelişmedir.

8-Kur'an'da mürtedin dünyevi cezasının zikredilmediği hususu, yeni bir konu değil. Salih Bey'den çok önceleri pek çok insan, Müslüman hukukunda yer alan bu hükmün, değişik değerlendirmelerini yapmışlar. Dünyada kişinin sahip olduğu inancın bir doğruluk değeri taşıması gerektiği gerçeğini; irtidat edenin ve değişik dini grupların dünya hayatı sonrasında peşlerinin bırakılmayışında, hesap verme durumlarında bulunuşlarında ve kendilerine azab'tan bahsedilmesinde görüyoruz.

9-Salih Bey, kendi kurgusu laikliği Kur'an'da ispatlamak için meslektaşı sayın Doç. Dr. H. Kırbaşoğlu'nun görüşlerini de -aynen ayetlerde olduğu gibi- bağlamı dışında kullanmaktan çekinmemiş. Önce S. Akdemir Bey'in iktibasını verelim. "Ancak hükmün sadece Allah'a ait olduğunu bildiren ayetler dikkatle incelendiğinde, değerli bilim adamı Doç. Dr. Hayri Kırbaşoğlu'nun açıkça tesbit ettiği gibi (s.27) onların egemenlikle hiç bir ilgilerinin bulunmadığı açıkça görülür" (s.10) diye yazmakta. Halbuki Sayın Kırbaşoğlu, şunları kaydetmekte: "Oysa sünneti delil olmaktan çıkarma amacıyla başvurulan ayetlerden bir diğeri de "Hüküm ancak Allah'ındır" mealindeki ayettir. Bu ayete bakılarak, hüküm verme yetkisinin sadece Allah'a mahsus olduğu, onun dışında kimsenin dinde hüküm verme yetkisinin olmadığı, binaenaleyh Hz. Peygamberin de Kur'an dışında hüküm koyamayacağı öne sürülmekte ve buradan sünnetin bir kaynak ve delil olamayacağı sonucuna varılmaktadır"8 demekte ve ayetleri incelemeye almakta. Daha sonra da Sayın Akdemir gibi "egemenlikle hiçbir ilgilerinin bulunmadığı"nı belirtmemekte. Hep beraber Kırbaşoğlu'nun yazdıklarına bir göz gezdirelim: "Bütün bunlar bir yana, zikredilen ayetlerin delil olarak kullanılması doğru görünmemektedir, zira "hüküm ancak Allah'ındır" demek, Allah, ihtiyaç duyduğumuz ve karşılaşabileceğimiz her konuda detaylı hükümleri tek tek göndermiştir, demek değildir. Aksine bu ibarenin anlamı, hüküm vermede başvurulması gereken temel ilke ve değerleri vazetmek sadece Allah'a mahsustur** demektir. Hazreti Peygamberin bu ilkelleri göz önünde bulundurarak, Kur'an'da açıkça çözümü bulunmayan konulara çözüm getirmesi ise, "hüküm ancak Allah'ındır" ilkesine aykırı değildir."9

Hak Söz dergisinin sınırlı sahifeleri arasında "hükümle ilgili ayetlerin bir dokümanını yapmayacağım sadece Dr. N. A. Mustafa'nın Kur'an-ı Kerim'de "hüküm" çerçevesi içinde yaptığı araştırmada, bu kavramın "yargılama ve uyuşmazlığı çözümleme" anlamında kullanıldığına10 ve Kur'an'ın pek çok ayetinde "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi" ele aldığına işaret etmekte olduğuna11 değinip, kendisinden bir-iki iktibasla yetineceğim.

"Allah'ın hakimiyeti" bilfiil ilahi tesirde ve şeriatın içerdiği emirler, yasalar ve kendisine inanan toplumlar açısından uygulanması ve uyulması gerekli hükümlerde geçerlidir, kendinden çıkarılan kanunlar, İctihadlar ve gereğine hüküm verme şeklinde şeriatı anlatma, son tahlilde şeriatin hükmünü kanun kalıbına dökücü yasama faaliyeti anlamındaki düzenlemeleri uygulayan ve bu düzenlemeye uygun olarak' yargılama yapan ve hükümlerini yürüten insanların elindedir."12 "Buna göre milletin veya halkın ya da temsilcilerin yasamadaki otoritesi/Öncelikle ilahi yasamanın egemenliğini kabul eder. böylelikle, yasama gücünün millete bırakılan kısmı, ilahi yasama kaynağından ve bununla uyuşan kanunlar konulması suretiyle ictihadi hükümler çıkarılması çerçevesini aşmaz"13 "Müslüman yönetici veya müctehidin de Şahsının mukaddes bir niteliği yoktur."14 Öyleyse "hükümranlık yetkilerini Tanrı'dan alma"nın İslam dünyasında batıdaki gibi iddiası yapılabilir mi? Her şeyden önce böyle bir iddiaya Kur'an'da yer verilmiş olması gerekmez mi? Kur'an'ın "Allah'ın halifesi" kavramına yer vermeyişi, böyle bir şeyin olamayacağını göstermiyor mu?

Öz olarak, bu bildiride Kur'an metnine dayatılarak savunulmak istenen "laiklik" anlayışı, Salih Bey'in bir hüsn-i kuruntusu. Burada ben de Batı literatüründe yer alan sekülarizm anlamındaki laiklik tanımlarından bir tanımı okuyucularla tanıştırmak istiyorum. Laiklik, doğru din anlayışı ve uygulamasının ortadan kalkmasıdır. Bu önce ferdin düşünce planında başlar sonra topluma yayılır, toplumsal boyut kazanır, nihayetinde siyasal bir sisteme dönüşür. Örnek olarak, Peygamber'in vefatından çok kısa bir süre sonra Kur'an'ın getirdiği dünya görüşü dengesinin bozulmasını, din ve dindışı gibi bir ayrımına yönelinmesi durumu gösterilebilir. Bu tanıma göre laiklik, siyasal sistem haline dönüşmeden de insanların sahip oldukları bir husus olarak tezahür eder.

Salih Bey hiç korkmasın istediği gibi, yaşamaya, yaşadığı gibi inanmaya ve inançlarını açıkça söyleme hakkına sahip. Nitekim Müslümanlar'ın organize ettiği ve dinleyicisi olduğu sempozyuma gelip, serbestçe düşüncelerini ortaya koymuştur. Fakat bu inançları ile ahiret hayatında nereye gideceği bizi değil Allah'ı ilgilendirmektedir. Cenneti kadar cehennemi de var. Meşhur hocaefendi gibi konuşmamaktansa konuşması daha evladır. İmkan sahiplerinin bu tür düşüncelere sahip akademisyen ve hocaları böylesi zamanı sınırlı sempozyumlara değil açık oturumlara, tartışmaya davet etmelerini önereceğim. Bunun, geleceğimiz ve toplum yararına olacağı inancındayım. Dinin İlahiyat Fakültesi sınırlarına kapatılmasıyla insanımız, bu alanda yıllarca emek verenlerin bile ne dini ne de dış gerçekleri anlayabilme olanağı olmadığını bu vesilelerle acı acı görmekte. Bunun en güzel örneği bu bildiridir. Hem Siyaset Bilimi açısından hem de dini açıdan tutarsızlıkları kendi içinde barındırmaktadır. Sosyal bilimlerle 2. dereceden uğraşmanın zaafiyeti gözardı edilebilir fakat dini zaafiyete ne demeli? Başkalarının da Salih Bey kadar Kur'an metnini okumaya ve doğru bağlama bağlama hakları yok mu?(!) Varsa, konumuzu iki ayet mealinin iktibası ile bitiriyorum.

"Onlardan bir grup vardı ki, Allah'ın sözünü işitirlerdi, aklettikten sonra biliyor oldukları halde onu tahrif ederlerdi..." 2/75

"Vay haline o kimselerin ki yazıyı*** elleri ile yazıp daha sonra "bu Allah katındandır" derler... Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!" 2/79

Dipnotlar:

1-Daha önceleri "sağcılık", "solculuk" hatta "sosyalizm" Salih Bey bu bildiride:

a- K.K'e göre çoğulculuk (s. 4),

b- K.K'e göre Mutlakçılık Sorunu (s.5),

c- K.K. göre Egemenlik Sorunu(s.10)'dan bahsetmekte.

2- Bu konuda M. Gökberk'in yazdıklarını burada alıntılamanın yararına inanıyorum: "Her türlü dış formdan ve gelenekten -yani ortadaki tarih dinlerden- bağımsız olan, insanın doğasında yerleşik bulunan bir dinin, özellikle Henaissance sonlarında arandığı görülür. Bu akıma "doğal din" ya da Tanrı'nın bir açılmasını (vahyin) değil, aklın üründür. (Felsefe Tarihi, s. 206)

3- Rum Suresi 30. ayet

Rum Suresi 31. Ayet

Beyyine Suresi 5. ayet

Bu arada sempozyumda Merhum Elmalılı'nın dini tanımlamasından kalkarak "doğru dini" anlatma çabasına giren Doç. Dr. H. Onat'ın "Kur'an mentalitesi"nin ne olduğu da anlaşılmış oluyor. Hasan Bey niçin "gerçek din" tanımlamasında, Kur'an'ı bırakarak kaçıncı tabakadan bir tefsircinin peşine düştüğünü anlamak pek zor olmasa gerek. Çünkü Türkiye akademisyenlerinin din, Kur'an, anlayışları bu Türkçe tefsir üzerine dönmekte. Orjinal metin mi? O İlahiyat Fakültemizde bile ancak tefsir kürsüsü altında incelemeye tabi tutulmakta. Kur'an dersinde de nasıl Arap Fonetiğine göre okunacağı öğretilmekte.

4-Karşılaştırma için ayetin verilen kısmını bildiriden aynen iktibas ediyorum: "Herbiriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; şayet Allah sizi dileseydi, tek bir ümmet kılardı. (Böyle bir şeyi dilememiş olması) verdikleriyle sizi denemek (istemesinden) dolayıdır. O halde hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'a olacaktır. O zaman O, size, ayrılığa düştüğünüz hususları bildirecektir," (5/48-49) (s.5)

5- Karşılaştırma için ayetin verilen kısmını bildiriden aynen iktibas ediyorum: "Herkesin yöneldiği bir yönü (bağlı bulunduğu) bir ideolojisi vardır. O halde hayırlı işlerde birbirinizle yarışın" (2/148) (s.5)

*- Salih Bey'in. bu önerisi, Ortaçağ Katolik Kilisesi'nin bozukluğuna karşı bir tepki olarak Renaisance çerçevesinde Batı'da gelişen mistisizm akımının takındığı tavra benzetilebilir. Mistisizm, ilkesi gereği içinde doğrudan doğruya doğmasına değer verir" (M. Gökberk, Felsefe Tarihi, s.202-203)

6-Bkz. 3/19ve3/85

7- Özellikle Salih Bey'in s. 11'de ve s. 12'de "Kur'an Düzeni" altyazısı ile verdiği ve dinleri eşitlediği tablolara bakılabilir.

8- H. Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s.156.

** Tarafımızdan italik yapılmıştır.

9- Kırbaşogulu, a.g.e. s. 153.

10-N. A. Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, s. 86.     :

11- A.g.e., s. 88.

12- A.g.e., s. 87-88.

13- A.g.e., s.91.

14- A.g.e., S.92.

*** Metinde geçen kitab kelimesi yerine kullanıldı. Çünkü Arapça'da kitap kelimesi ke-te-be kökünden alınmıştır. Bu kök, fiil olarak "yazdı" veya "bir araya topladı" demektir. "Kitab'da başlı başına bir bütün olan yazıdır. Bundan dolayı "kitab" kelimesi mektup için (27/28-29) kullanıldığı gibi, yazı yazılmış sahife anlamında da kullanılmıştır.

Ayrıca "kitab" kelimesi -ister yazılı ister sözlü- Allah'ın peygamberlere indirdiği her nevi vahiy için de kullanılır.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR