1. YAZARLAR

  2. Yusuf Aydın

  3. Kur'an Sempozyumu Değerlendirmesi

Kur'an Sempozyumu Değerlendirmesi

Mart 1995A+A-

Ramazan ayının ilk haftasında 3-5 Şubat tarihleri arasında Ankara'da Fecr Yayınları tarafından 1. Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu düzenlendi. Sempozyum üç gün sürdü ve her gün sabah ve öğleden sonra iki oturum yapıldı. Sempozyuma, değişik ilahiyat fakültelerinden akademisyenler, araştırmacı ve yazarlar tebliğci ve tartışmacı olarak katıldılar.

1. Oturum:

Sempozyumun ilk gününde dünyada ve Türkiye'de Kur'an'a yaklaşımlar başlığı altında iki oturum yapıldı, "İslam Dünyasında Kur'an'a Yaklaşımlar" başlıklı sabahki oturumun başkanlığını Prof. Dr. Hüseyin Atay yaptı. Bu oturumda Hüsnü Özer "Mısır'da Kur'an Çalışmaları" hakkında bilgi verdi. Özer, Mısır'daki tefsir çalışmalarını; sosyal, edebi, ilmi, hukuki ve mevzui tefsirler olmak üzere bölümlere ayırdı. Bu çalışmalar içinde mevzui tefsirler hariç diğerlerinde Mısırlı büyük ıslahatçı düşünür Muhammed Abduh'un etkisinin olduğunu vurguladı. Özer şu konulara dikkat çekti: "Abduh'tan sonra onun takipçisi Emin el-Huli: olmuştur. Huli, filolojik çalışmalar üzerinde durmuştur. Aynı zamanda Huli'nin eşi ve öğrencisi Ayşe el-Huli bu akımın önemli takipçisidir ve iki ciltlik tefsir kaleme almıştır. Konulu tefsir çalışmaları da Ezher Üniversitesi'nin Usulu'd Din bölümünde özellikle son yıllarda gelişme göstermiştir.

Oturumda "İran'daki Kur'an Çalışmalarına değinen tebliğci Dr. Harun Anay İran'da Kur'an çalışmalarının Şii temelli çalışmalar olduğunu vurgulayarak söze başladı. Daha sonra Kur'an'ın tahrifi konusuna da değinen Anay, Sünniler'de de Şiiler'de olduğu gibi tahrifatla ilgili rivayetlerin bulunduğunu söyledi; ancak bu konuda tahrifat rivayetlerinin değeri üzerinde durmadı. Oysa önemli olan bu tesbitin yapılmasından çok, yüzyıllar boyu problem oluşturmuş ve oryantalistlerin iddia ettiği bu tür rivayetlerin değerinin ne olduğunu belirlemektir. Anay, çağdaş İran'da Ahmet Kesrevi, Şeriat Sengelci gibi doğrudan Kur'an'a yönelen ulema ile Mühendis Mehdi Bazergan gibi ilmi tefsir çalışmaları yapan en önemli isimler üzerinde durdu.

Oturuma "Hint Alt Kıtasında Kur'an Çalışmaları" başlıklı konuşması ile katılan Ali Tuna özellikle son asırlarda Hint Alt Kıtası'nda yükselen İslam Modernizminin durumundan bahisle Sir Seyyid Ahmed Han ve Aligarh Üniversiteleri'nin İslam Modernizmi çevresindeki yerine değindi. Tuna'nın konuşması Aziz Ahmet'in Yöneliş Yayınları'ndan çıkan Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ile İslam kitabının bir özetini kapsıyordu dersek herhalde hata etmiş sayılmayız.

Oturumun en ilgi çekici konuşmalarından birini de "Bangledeş'te Kur'an Çalışmalarını anlatan Seyfullah İslam yaptı. Konuşmasının daha başında kendisinin bu konularda uzman olmadığını belirterek başlayan İslam, Bangladeşli Müslümanların Emperyalizm'le olan mücadele tarihinin Kur'an'ı ve İslam'ı anlama tarihiyle de yakından ilgili olduğunu söyledi. İngilizler'in ülkelerini işgal ettikten sonra eğitim kurumlarını gerilettiğini, mevcut olan beş üniversiteden biri dışında hepsinin kapatıldığını, eğitim kurumlarının İngilizlerin denetiminde ve onların belirleyiciliğinde geliştiğini anlattı. Seyfullah İslam'ın belirttiğine göre, emperyalizmin bu ilk döneminde İngilizler eliyle yapılan ilk geleneksel tefsirler ortaya çıkmaya başladı. Hurafe, bidat ve İslam dışı unsurların yoğun olarak işlendiği tefsirlere örnek olarak İngilizlerin Allah tarafından onun yardımıyla ülkeye girdikleri ve Bangladeş halkını korumak üzere orada bulundukları, dolayısıyla Müslüman halkın ulu'l emri olan İngilizler'e itaatin farz olduğu gibi saptırmaları gösterdi.

Bangladeş Müslümanları'nın uyanışı da dünyadaki İslami uyanışa paralel gelişmiş özellikle de Pakistanlı alim Mevdudi'nin ve Mısırlı Şehid Seyyid Kutub'un tefsirlerinin çevirileriyle bu gelişme ivme kazanmıştır. Bangladeşli Seyfullah İslam'ın, hoş Türkçesiyle yaptığı konuşma olumlu tepki aldı.

Oturumun diğer bir konuşmacısı Filistinli Fikri Şaban, öncelikle bir yanlışı düzeltmekle konuşmasına başladı. Arap olmayanların yaygın olarak Araplar'ın Kur'an'ı anladıkları gibi yanlış bir kanıya sahip olduklarını, oysa bugün Arapların Kur'an'ın indiği vahiy dilinden habersiz, ondan uzak ve onu anlayamamakta olduklarını belirtti. Araplar arasında da dil açısından önemli farklılıklar olduğu gözönüne alınırsa Kur'an'la aralarındaki bağın daha da kopmakta olduğunu; hatta bırakın Kur'an'ı anlamayı birbirlerini anlamakta bile zorluk çektiklerini belirtti.

2. Oturum:

Sempozyumun ilk günü öğleden sonra yapılan oturumunda ise "Türkiye'de Kur'an'a yaklaşımlar" konusu ele alındı. Oturumu kısa bir konuşmayla açan Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu idi.

İlk konuşmacı Selçuk İlahiyat Fakültesi'nden Dr. Saffet Bakırcı konuşmasının başında kendisinin yıllardır tecrübe ettiği ve hala da devam etmekte olan Kur'an çalışmasını anlattı ve Müslümanları Kur'an'dan okuyup anladıklarını safha safha hayata uygulama çabası içinde olmaya davet etti.

Sait Çekmegil Türkiye'de Kur'an'a iki çeşit yaklaşıldığını 1. yaklaşımın Kur'an anlaşılmaz diyenler, 2. yaklaşımın da Kur'an'ı herkesin anlayabileceğini iddia edenlerin oluşturduğunu belirterek, her iki yaklaşımın da olumsuzluklar barındırdığını vurguladı. Samimi olarak Kur'an'ı anlamaya çalışanların bir takım yanlışlıklar yapsalar dahi Allah'ın bu gayretlerini boşa çıkarmayacağını ekledi.

Şeyho Duman da eski Diyanet İşleri Başkanı Sait Yazıcıoğlu'nun oturum başkanı olmasını fırsat bilerek Kur'an kurslarında Kur'an'ın anlaşılmasına yönelik herhangi bir eğitimin olmamasını eleştirdi.

Üçüncü konuşmacı olarak çağrılan Ercümend Özkan'ın vefatı nedeniyle onun yerine İktibas Dergisinden katılan Hüseyin Bülbül, Kur'an'ın önündeki engelleri müşahhas örneklerle anlattı.

Dördüncü konuşmacı olan Hamza Türkmen, tarihte ve günümüzde Kur'an'a yaklaşırken iki konuya dikkat edilmesi gerektiğini belirtti: Birincisi taşınan kimlik, ikincisi ise bağlısı olduğumuz topluma egemen olan siyasi güç ve dayatmaları. Türkiye'de Kur'an'a "Kültürel ön kabullü yaklaşım" ve "Kültürel ön kabulsüz yaklaşım veya yaklaşım çabasından bahsedebileceğine işarette bulunan Türkmen; birinci yaklaşımı vahiy dışı rivayetleri temel belirleyici alan Rivayet Tefsiri'nin, aklı vahyin ortaya koyduğu düşünce formu kapsamı dışında ölçüsüzce kullanan Dirayet Tefsiri'nin ve spekülatif bilgi kaynaklarını önceleyen Tasavvuf Tefsiri'nin oluşturduğunu ve bunların ortak özelliklerinin ise tarihi süreç içinde oluşan tesbit ve ön kabulleri taklit etmek olduğunu vurguladı. İkinci yaklaşımın izlerini Osmanlı tarihinde Kadızadeler hareketinde ve Akif'in bazı yaklaşımlarında yakalayabileceğimizi; ama özellikle bu tutumun 19601ı yıllardan itibaren Türkiye'de güç kazandığım belirtti.

Türkmen, Kur'an'a ön yargısız yaklaşmaya çalışanlardan bir kanadın Rasulullah'ın konumunu, salat'ı, toplumu "aceleci ve dışlayıcı" bir tavırla değerlendirerek önemli acemilikler yaptığını; diğer kanadın ise önemli olmakla birlikte bir türlü usuli ve detay çalışmalardan Kur'an'ın mesajını yaşadığımız ortama uygun bir belirlenimle sosyalleştiremediklerini ifade etti.

Aslında Türkiye'de Kur'an'a yaklaşım konusunda gerek geleneksel ve gerekse 1960 sonrası Kur'an merkezli çalışmalarda yaşanan zaafın, Osmanlıdan devralınan ve TC rejiminde de sağcılık, milliyetçilik, devletçilik şeklinde eklemlemelerle taşınan kimlikten yeterince anılmamışlıktan ve Türkiye'deki egemen güçlerin ve modern yaşam biçiminin dayatmalarına karşı tevhidi tavrı kuşanamamaktan kaynaklandığını belirten Hamza Türkmen, Kur'an'ın temel belirleyici ve anlaşılan bir kitap olduğunu savunanların mevcut güçleriyle bile bu zaaflardan uzaklaşmış olarak, olması gereken sosyal şahitliği gerçekleştirebileceklerini iddia etti. Ama bunun aynı zamanda bir tercih meselesi olduğunu belirtti. Ve Kur'an'ın önerdiği vasat bir ümmet olmanın sorumluluğunu yerine getirmenin, Kur'an'ı ön kabulsüz anlaşılabileceğini savunan müslümanların en birincil yükümlülükleri olduğunu vurguladı.

Son konuşmacı Hikmet Zeyveli de toplumu değiştirmek isteyen Kur'an'ın, toplumunu oluşturan fertten işe başladığına işaret edip Kur'an'ı Fatiha'dan Nass Suresi'nin sonuna kadar okumak yerine nüzul sırasına göre okuyup ayetlerin arka planını (nuzül ortamı) bilmenin önemini vurguladı. Kur'an üzerinde yapılan ve detay kabul edilen çalışmaların çok önemli olduğunu belirtti. Ayrıca Hamza Türkmen'in konuşmasına atıfla şöyle dedi: "... anlaşılmış olan Kur'an'ın sırasını da bilemiyoruz. Yani nereden başlanacağını. Alıyoruz Kur'an'ı Bakara'dan okurken bir ukubat ayetine rastlıyoruz. Kısas ayetine rastlıyoruz hemen uygulayacak mıyız? Oysa Kur'an-ı Kerim nuzül seyri içerisinde toplum eğitiminde bazı şeylere öncelik vermiş, bazılarını da sonraya bırakmıştır..." Bunun üzerine bir açıklamada bulunan Hamza Türkmen özetle "Rasulüllah'ın vahiyle belirlemiş mücadele sünnetini Kur'an bütünlüğü içinde kendi safhamıza indirgemeden kavrayabilir miyiz?" diye sordu. Ve devamla "Ancak şunu sormalıyız. Biz Türkiye Müslümanları olarak, Kur'an'la hemhal olan insanlar olarak, bugün yaşadığımız safhada ve günümüze tekabül, eden ayetlerle Kur'an'ı hayata indirgeyebiliyor muyuz? Hakikatin şahitliğini gereğince yapabiliyor muyuz?"

3. Oturum;

Sempozyumun ikinci gününün ilk oturumda Kur'an İlimleri konusunda tebliğler sunuldu ve tartışıldı.

Oturuma muhkem ve müteşabih konulu tebliğiyle katılan Doç. Dr. Yusuf Işıcık Kur'an'da muhkem ve müteşabih ayetlerin bulunduğunu belirterek "Allah'ın eli" ve "istiva" gibi kelimeleri müteşabih ayetlere örnek göstererek selefi bir bakışla, müteşabihleri anlamının bizim algı sınırlarımızın dışında olduğunu söyledi ve bu ayetleri te'vil etmeden zahiri nasılsa öyle kabul etmemiz gerekir dedi.

Oturuma Esbab-ı Nuzül tebliğiyle katılan diğer bir tebliğci de Prof. Dr. Selahattin Polat idi. Selahattin Polat, esbab-ı nuzül ile Kur'an'ın anlaşılmasında temel konulardan biri olan ayetlerin arka planının da bilinebileceğini vurgularken, bunun uzun ve yorucu bir iş olduğunu söyledi. Polat'ın tezinde her ne kadar Kur'an anlaşılır bir kitap olarak kabul ediliyorsa da arka plan vurgusuyla Kur'an'ın anlaşılmasının önüne sanki yeni engeller çıkartılıyor gibiydi. Söz konusu teze göre ayetlerin arka planı (esbab-ı nuzül) bilinmeden ayetlerin neyi kasdettiği de bilinemez deniyordu. Bu da esbab-ı nuzül veya ayetlerin tarihsel, toplumsal arka planını mutlaklaştırmak değil mi? Oysa "mübin" (apaçık) Kur'an ayetlerinin mesajını her ne gerekçeyle olursa olsun anlaşılması noktasında sınırlandırmak mesajın gölgede kalması anlamına gelmeyecek mi? Ne olursa olsun hiç kimsenin Kur'an'ın anlaşılmasını lingustik, semantik, tarihsel ve sosyal şartların önemini mutlaklaştırarak hapsetmeye hakkı yoktur.

Prof. Dr. Sait Şimşek ise da daha önce yayınlanmış çalışması Kur'an'da İki Mesele kitabından nesh konusunu tebliğ olarak sundu. Şimşek; nesh konusunda neshi kabul edenler ve kabul etmeyenler olmak üzere iki yaklaşımın bulunduğunu hatırlatarak nesh taraftarlarının nesh konusunda Kur'an ayetlerinden getirdikleri delilleri ele aldı. Bu deliller arasındaki çelişkili yönleri göstererek eleştirdi.

Oturuma müzakereci olarak katılan Prof. Dr. Süleyman Ateş eleştirilerini muhkem ve müteşabih konusuna hasrederek, Al-i İmran Suresi 7. ayetinin Müslümanlar'ı değil Yahudi ve Hristiyanlar'ı muhatap aldığını söyledi. Aynı şekilde ayette geçen "el-kitab" kelimesi ile de Tevrat ve İncil kastedilmiştir; muhkem ve müteşabih konusu da Müslümanları değil Yahudi ve Hristiyanlar'ı ilgilendirir, dedi. "Ayetteki ilimde rasih olanlar tabiriyle de Ehli Kitab uzmanları kastedilmiş olup Peygamber'in sahabelerine ya da Müslümanlar'a hitab etmez; Kur'an'da onlar için "ummiyyun" kelimesi kullanılmıştır" dedi. Ateş, ayrıca zikr (Hicr 9) kelimesinin de sadece Kur'an manasında anlaşılmasının yanlış olacağını belirtirken, Tevrat ve İncil'in orjinalinin mi koruma altında olduğunu yoksa bu ilahi kitapların ana temalarının Kur'an ile koruma altına alındığını mı belirttiği pek anlaşılamadı.

Müzakereci olarak kürsüye gelen Doç. Dr. Mevlüt Güngör, neshin fiili bir durum olduğunu ve te'vili mümkün olmayacak açıklıkta mantık oyunları yapılarak inkarının söz konusu edilemeyeceğini söyledi. Sait Şimşek'in ise vakıaya ters olan ancak mantık örgüsü kuvvetli örülmüş bir tebliğ sunduğunu vurguladı. Güngör "Aslında bu konuda nesh var mıdır, yok mudur? şeklinde bir tartışma ayıptır. Pratik hayat neshin bir sır olmadığını gösterir. Miras, içki gibi konular neshe örnek olarak gösterilecek ayetlerdir" diyerek ilmen de ayıp olacak bir yaklaşımda bulundu.

Oturumun son tartışmacısı Doç. Dr. Hayri Kırbaşoğlu idi. Kırbaşoğlu konuşmasına başlarken sunulan tebliğlerin Arap ve Batı dünyasında yapılan çalışmalardan geri olduğunu söyledi. Çünkü sunulan tebliğlerde yeni olan orjinal şeyler pek az ve genelde klasikti. Kırbaşoğlu nesh ile ilgili olarak da "bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştiririz" ayetinin Sait Şimşek'in iddia etiği gibi öyle da basit bir şekilde nesh ile ilgisi yoktur denilemeyeceğini söyledi. Ve bu ayete yeniden bakılması gerektiğini ekledi. Yine Sait Şimşek'in geçmiş şeriatlerin nesh edildiği yönündeki görüşünün de itiraza açık olduğunu belirterek eleştirdi.

Kırbaşoğlu, Şimşek'in zikrettiği "Kur'an ayetlerinde bir çelişki ve ihtilafın bulunamayacağı" ayetinin de nesh ile ilgili olamayacağını söyleyerek, nesh toplumdaki şartların gereği izah edilebilir ve ayetteki ihtilafı buna göre değerlendirmek gerekir, neshin temelinde toplumsal değişme vardır dedi.

Kırbaşoğlu, neshin şartlara göre olup olmadığı düşünülebilir ifadesi ve nesh konusunda takındığı klasik tavırla neyi amaçlıyordu? Neshin Kur'an'da olduğunu kabullenmek aynı zamanda onun toplumla ilişkisinin kurulması aklımıza İslam modernizmin büyük ustası Fazlur Rahman'ı getirdi. Fazlur Rahman bazı ayetlerin hükmünü sosyo kültürel şartlara bağlarken, Kur'an'ın özellikle ahkam ayetlerinin indiği dönemle irtibatlı olduğunu, zamanın ve şartların değişmesiyle bu hükümlerde de değişmenin meydana gelebileceğini iddia etmiyor muydu? Hatta vahyin lafzı konusunda bile onun Peygamberin diliyle biçimlenmiş olduğuna kadar vardırılan bu görüş Kur'an'da yer alan ahkamla ilgili bazı ayetlerin sadece o günkü şartlara has olduğunu iddia ederek, Kur'an konusunda rölativ bir bakış ortaya koymuyor muydu? Rölativizmin "arkaplan", "neshin toplumsal şartlarla ilişkisi" gibi farklı başlıklar altında dile getirildiği bu bakış açısının 6O'lı yıllarda laik milliyetçi çevrelerde yankı bulduğu gözönüne alındığında, Kur'an diyen bu zihniyetin siyasi izdüşümü rahatlıkla görülecektir. Bugün de Yaşar Nuri Öztürk ve benzeri bazı akademisyenlerin "Kur'an'ı anlamak" diyerek flaş olmalarının arkasında da resmi ideolojiye meşruiyet kazandıran bu yaklaşım gelmiyor mu? Çünkü eğer siz Kur'an lafzından hükümlerine kadar tarihin belli bir dönemine aidiyetiyle ilgili yorumlar yaparsanız, neticede Kur'an'da siyasi hiçbir modelin önerilmediğini, o halde demokrasi, sivil toplum, çoğulculuk hatta laikliğin İslam'da mevcut olabileceğini iddia edersiniz. Hatta Kur'an'daki ahkam ayetlerini de "ezmanın tağayyürü ile ahkamın tağayyürü inkar olunamaz" Mecelle kaidesine göre el kesme gibi seri hükümleri tevil eder ve bugün içinde yaşadığımız rejimin ne kadar İslami olduğundan dem vurabilirsiniz. Nitekim Hindistan alt kıtasında Sir Seyyid Ahmet Han, Mısır'da Ali Abdurrazık gibi modernistlerin yaptıkları da bu değil miydi? Hangi insaf sahibi Kur'an'ın Emperyalist İngilizler'e hizmeti üzerimize farz kıldığını iddia edebilir? Yine hangi Müslüman Peygamber'in salt mesaj getiren bir elçi olup devlet başkanı, komutan bir kişiliğe sahip olmadığını söyleyebilir? Dahası kim TC rejiminin Müslümanlar'a zulmetmediğini Müslümanlar'ın bu rejimin içinde özgürce yaşayabildiğini iddia edebilir?

İslam modernizmi adı altında Kur'an ayetlerini moderniteyi gözeterek yeniden okuma çabası Kur'an'ın inzal olduğu şartları zorlayarak şartlara bağlı Kur'an yorumu yapıp lafız ve hükümlerle oynamaya gidilmektedir. Aslında bu tutum geleneğin tarihi şartlar içinde nesh nazariyesi ile bazı Kur'an ayetlerinin hükmünün kalktığı tutumundan da farklı değildir. Bu iki tutum geleneksel veya modern formlarda da gözükse, özde aynı şeyleri barındırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Fazlur Rahman'ın modernist mi yoksa gelenekçi mi olduğunu ayırdetmek de zordur.

Oturum sonunda söz alarak Kırbaşoğlu'nun eleştirilerini cevaplayan Sait Şimşek Kırbaşoğlu'nun haklı olarak Türkiye'de İlahiyat Fakülteleri'nde yapılan çalışmaların yetersizliğini vurguladığını; ancak kendilerini klasiklikle İtham eden Kırbaşoğlu'nun da eleştirilerinde klasik şeyler dışında orjinal fikirler öne sürmediğini söyleyerek karşı tenkitte bulundu. Şimşek, nesh konusunun hayati öneme sahip pratik meseleler tealluk eden bir konu olduğunu söyleyerek geçmiş şeriatlerin neshinin de tümden nesh etme değil, büyük bir kısmın nesh etmek şeklinde algılanmalıdır dedi.

Oturuma müzakereci olarak katılan diğer katılımcı da Mehmet Akif Ersin'di. Ersin, "Müteşabihin Tevili" başlığının konu açısından uygun bir başlık olduğunu söyleyerek tevil kelimesi üzerinde durdu. Bunun yanında gaybi konulardan bahsedilirken, din dili kullanılır. Bu dil temsilidir. Müteşabihlerde din dil bağlamında ele alınırsa dilin çağrıştırıcı özelliğine dikkat edilmelidir. Kur'an'da kullanılan her cümle geçişli manasında ele alınmamalıdır. Esbab-ı nuzül konusunun da ilk muhatablarının nasıl anladığını kavrayabilmemiz için önemlidir. Kur'an'ı anlamamız için metinin arka planı içinde okumanın gerekliliği konusu önemli olmakla beraber bu konuda yapılmış çalışmalar bulunmamaktadır, dedi. Ersin, nesh konusu hakkında da "Neshin hangi tarihi şartlar ve hangi pratik ihtiyaçlardan çıktığı konusu araştırılması gereken önemli bir konudur" dedi.

4. Oturum:

İkinci gün, dördüncü oturumun konusu "Kur'an'ın Anlaşılmasında Yeni Yaklaşımlar" idi. İlk olarak Kur'an'ın kimliği üzerinde tebliğini sunan Doç. Dr. Halis Albayrak. Kur'an'dan yararlanmamada Kur'an'ı hem dış hem de iç alemi itibariyle hukukun kaynağı sayan Kur'an resmi ile Kur'an'ı tarihe sürekli değişik formlarla müdahale eden mesaj olarak gören Kur'an resminin birbirinden farklı olduğunu belirtti. Albayrak, ayrıca şunları söyledi: "Eğer bu problem halledilemezse Kur'an metnine kapanır ve insanlığa alternatif bir proje ve medeniyet sunamayız. Şurası da açıktır ki her Kur'an okuyucusu Kur'an'a yaklaşırken belli ön kabullerle yaklaşır ve geleneğin okuyucuya kazandırdığı Kur'an kimliği belirleyici otur. Bugün de geleneğin belirlediği bu form hakimdir. Oysa sahabe için Kur'an kutsal bir metin değil, toplumu oluştururken dengeli ve taktik değişikliklerini içeren Allah'ın hikmetli failliğinin bir yansımasıydı. Onlar Allah'ın muhatablarının ihtiyaçlarına cevap vererek kendini tarihle, toplumla, imanla kayıtlı olduğunu Kur'an'ın metnini okuyarak değil canlı bir şekilde yaşayarak öğreniyorlardı. Hz. Ömer'in ganimet arazilerinden savaşa katılanlara pay vermemesi bunun en güzel örneğidir. O tarihe sürekli müdahalenin en güzel örneğini sergileyerek Allah'ın kasdını muayyen bir zamana hapsetmenin Allah'a yapılacak en büyük haksızlık olacağının dersini vermiştir. Hicri 2. asırda fıkıh kurulu bir disiplin haline geldi. İlk dönemlerde insan fıkhını (anlayışını) kullanmalıdır demek adet iken artık insan fıkıh öğrenmeli fıkıh çalışmalı denmeye başlandı. Özellikle Kur'an'ın normatif (şeirat) denilen kimliği fukaha tarafından belirlenir oldu. Kur'an'ın iç alemi ve dış alemi ile ilgili belirlenimler fukahaca yapılmaya başlandı. Oysa iç alemde değişme söz konusu değil iken dış alemde değişme şartlara göre kaçınılmazdı. Fukahanın yaptığı bu metodolojik çalışmalar her ne kadar başıboşluğu önlemek açısından bir değere sahipse de, şeriat konusundaki bu vurgu ebedileşti ve tabulaştı. Bu tavır selefiler ve ıslahatçı düşünürler tarafından aşılmaya çalışıldıysa da başarılı olunamadı."

Albayrak'ın söz konusu tebliğinden yaptığımız önemli bazı alıntılarda görüldüğü gibi Kur'an'ın tarihselliği ve Kur'an ahkamının şartlara göre değişmesi noktasında düğümlenmektedir. Bu söylem her ne hikmetse ahkama dair ayetlere hasredilerek Allah'ın faaliyetinin bütün bir tarihe müdahalesini engellemeyi öngörmektedir. Ancak bugün her şeyden önce sorulması gereken "Acaba biz Müslümanlar olarak' safhamız itibarıyla ahkama dair ayetleri uygulama durumunda mıyız?" sorusu bu tartışma içinde gözardı edilmektedir. Oysa her şeyden önce Allah'ın ahkamını tatbik etme durumuna nasıl ulaşırız? sorusu daha öncelikli bir soru değil midir? İslam ümmetinin Kur'an'ın mesajından habersiz cahili değerler içinde yaşadığı şu dönemde mevcut halimizi değiştirme ve üzerimize vurulan prangalardan kurtulmanın hesaplarını yapmamız daha elzem değil midir? Aksi halde Kur'an'ın müdahalesinden söz ederken bize müdahale edemeyen ve halimizi değiştiremeyen Kur'an'ı nasıl olacak da tarihe müdahale ettireceğiz? Yoksa tarihe müdahale mevcut halimizi kabullenerek moderniteye uygun proje ve tezler önermek mi olacak?..

Albayrak, nesh konusunda da yukarıda değindiğimiz benzer bir yaklaşımla neshi şartların değişimi olarak yorumlanması da modernizmin geleneksel olandan beslenerek meşruiyet alanı oluşturmak istemesinden başka ne anlama geliyor? Kur'an'ı bir hükümler manzumesi görme zamanı geçmiştir. Buna göre Kur'an'ın kimliğini sadece nasih olan ayetlerin belirleyici rol oynamasıyla ortaya konamayacağını söylemek durumundayız" ifadesi de bu görüşün başka bir versiyonunu oluşturmaktadır.

Oturuma tebliğci olarak katılan Dücane Cündioğlu da "Kur'an'ı Anlamanın Anlamı - Hermonetik Bir Yaklaşım" başlığını taşıyan bir tebliğ sundu. Cündioğlu, tebliğinde Kur'an'da kullanılan kelimelerin tek anlamlılığı üzerinde durdu. Kur'an ilk muhatapları tarafından tamamen anlaşılmıştır; bunun tarihteki iki şahidi, Ebu Ubeyd ve İbn Haldun da teyid etmişlerdir, dedi. Cündioğlu konuyla ilgili olarak Türkçe meallerde yapılan yanlışlara örnek gösterdikten sonra bu konuda İslam Fıkıh geleneğinde bolca örneğe rastlandığını söyleyerek İslam hukukunda lafz-ı müşterek umumu müşterek konusuyla ilgili örnekler verdi.

Oturumun diğer tebliğcisi "Seyyid Kutub'un Kur'an'a Yaklaşımı" başlıklı tebliğini sunan Doç. Dr. İbrahim Sarmış idi. Sarmış, Seyyid Kutub'un Kur'an anlayışının olgunlaşma sürecini anlattı ve O'nun Kur'an konusunda bir çığır açtığını söyledi. Sarmış ayrıca şu vurguları yaptı: "Kur'an'ı sosyal atana indirgeme konusunda hiçbir çalışma O'nun seviyesine çıkamamıştır. Fizilal bir eğitim, cihad ve hareket kitabıdır. Tefsirin amacı, Kur'an'la Müslü­manlar arasında irtibat kurmak, Müslümanlar'a hareket metodunu göstererek cahiliyye ve zulüm düzenleriyle aralarında sürecek savaşın stratejisini göstermektir. Kur'an'a her türlü önyargıdan arınarak yaklaşmak gerekir. Yoksa Kur'an bizi değil biz onu yönlendirmeye çalışırız. Müslümanlar Kur'an'a mevcut kötü durumlarına meşruiyet aramak için değil içinde bulundukları durumu değiştirmek için yaklaşmalıdır. Bunun için de o, tefsirinde daha çok pratik hayatla ilgili "hareket metodunu" kullanmıştır. O, daima Müslümanlar'ın yaşadıkları zillet durumunu değiştirmenin Kur'an dinamizmiyle aşılmasının yollarını aramıştır. Bu yüzden O, Kur'an'ın indiği dönemdeki cahiliyye düzen ve Lailahe illallah kelimesinin anlamları üzerinde durmuştur. Bunu da Peygamber ve ashabının yaptığı gibi Kur'an'ı mücadele alanına indirgemekle mümkün olabileceğini gördü. Kur'an'ı anlamak onun atmosferini hayat içinde yaşamakla olur. Yani Kur'an'ın dinamik yapısını keşfederek. Kutup bu amaca ulaşmada klasik tefsirlerin yetersizliğini görerek tefsirini kaleme almıştır."

Oturuma tartışmacı olarak katılan Yasin Aktay tebliğcilerin "Kur'an'ı Anlama" problemini sunuş biçimlerinin pozitivistik yaklaşımlar içerdiğini söyledi. Aktay konuşması boyunca kullandığı yabancı literatür ve dolambaçlı cümlelerle yaptığı eleştirilerinde Kur'an literatüründen uzak bir tavır sergiledi. Aydınlanmacı filozoflardan verdiği örnekler pozitivist yaklaşımlara örnek veren Aktay, hermonetik anlama önyargıların zihni çalışmanın eşliğinde tahakkuk eder dedi. Anlamanın nötr olamayacağını geleneğin zihnimizde oluşturduğu kalıntılarla oluşacağını belirtti. Aktay konuşmasında ısrarla Kur'an'ın ön kabulsüz anlaşılmasının imkansızlığı tezini işlerken buna örnek olarak gösterdiği çok önemli(!) delili ise tanıştığı solcu bir arkadaşının Kur'an'ı okuduktan sonra yaşadığı deprasyondu. Arkadaşı için Kur'an'ın hiçbir şey ifade etmediğini ve Kur'an'la kurulacak böylesi direkt bağların zararını dile getirdi. Ardından da şu soruları sordu: "Kur'an'ın içindeki tüm anlamların tüm insanlara ifşa olabileceği bir an var mıdır? Tüm bu anlama arayışları bu anı mı yakalamaya çalışıyorlar? Bundan sonra da Kur'an kimilerine hidayet kimilerine saptırma teşkil etmeyecek mi? Aktay, Albayrak'ın tebliğine matuf olarak da şu soruyu sordu: "Kur'an'ın hitabında böylesine pozitivist içerimlerle yüklü bir anlam sorunu var mıdır?"

Aktay'ın orijinal eleştirilerinden biri de İbrahim Sarmış'ın tebliğini Seyyid Kutub'u militarist bir gözle anlama girişimi nitelemesi idi. Oysa "Seyyid Kutub hermonatik ve edebi açıdan oldukça zengin içerimlere sahip" idi. Aktay'a göre Kutub'u bu şekilde değerlendirmek onun bu zenginliğini harcamaktan başka bir şey değildi. Bu yaklaşımları okuyan biri ister istemez "Bu ne sempozyumuydu?" sorusunu sorabilir kendine. Kur'an Sempozyumu adı altında gerçekleştirilen böyle bir toplantıda tebliğcilerin şahsında Kur'an'a ve Onun örnekliğini mücadeleleriyle göstermiş şehidlere üstü kapalı olarak anlaşılmaz bir dille saldırmak üzüntü verici bir durumdu. Gerçekten de Kutup Kur'an'ı anlamak için çaba sarfetmemiş miydi? Yoksa O'nun verdiği dinamizmle içinde bulunduğu müşrik düzenle girdiği mücadelede, mücadelesini şehadetiyle taçlandıran o değil miydi? Hatta şunu bile sorabiliriz: "Yoksa FiZilal, Seyyid Kutub'a ait değil mi? Şayet aitse bugün emperyalistlerin mücahid Müslümanlar için "terörist", "militan" yaftasını biz de ona karşı mı kullanıyoruz. Zaten bu konuda eleştiri sunan Aktay'ın, Kur'an'ı Kur'an'la anlamak ve pratize etmek kaygısızlığı yanında "Müslümanca hayatı Kur'an'ın tahakkuk edeceği uygun bir atmosferde hermonetik birikimin eşliğinde eğilmek istemişimdir" ifadelerinden de görüleceği gibi tehir edici ve karmaşık bir tutumun içinde olduğu anlaşılıyor.

Aktay, Albayrak'ın tarihsellikle ilgili görüşünü de eleştirerek Kur'an'ın bugüne adaptasyonuna çalıştığını söyledi. Bugün Müslümanlar'ın öznel bir varlık olarak tarih içindeki yerlerini almadan tartışmanın akademisyen çevrelerce icra edilen yerel ve küresel hegemonyalara tabi olarak geliştirildiğini de belirterek İlk dönem Müslümanlar'ın güç kazandıktan sonra normatif ayetlerin indiğini söyledi.

Oturumdaki diğer tartışmacı Doç. Dr. Turan Koç'tu. Koç, Cündioğlu'nun tebliğindeki olumluluk ve çelişkilere dikkat çekti. Mesela Türkçe'de otuz bin kelime var. Bu kelimelerin her birinin bir kaç anlamı vardır. O halde nasıl olurda bu kelimeleri tek anlamlı olarak kullanabilirsiniz? Kur'an'ın tamamını tek anlamlı olarak okursak onu felsefi bir düz yazıya dönüştürürüz, dedi.

Ardından tartışmacı olarak kürsüye gelen Prof. Dr. Sefahattin Polat da aynı konuya temas ederek çekincelerini dile getirdi. "Seyyid Kutub ve Elmalı'nın tefsirleri de tarihsel yaklaşımlarla ele alınırsa hermonetiktir. Seyyid Kutub tefsirini o şartlarda değil de Amerika'da bir üniversitede yazsaydı acaba aynı tefsiri mi yazardı? Lafzı müşterek konusunda da karine olmayan bir kelimenin anlamı sübjektif ve değerlendirmelere göre farklı anlamlar kazanmayacak mı?" dedi. Kur'an'ın tarihselliği konusunda Albayrak'ın tebliğini takdir edilecek bir çalışma olarak nitelendiren Polat, "Allah yedinci yüzyıldaki müdahale formuyla değil yirminci yüzyılın icab ettirdiği bir formla tarihe müdahil olmalıdır" dedi. Bu cümle tarihi şartları Kur'an'ın önüne geçiren eğilimin meramını bütün çıplaklığı ile sergiliyordu.

Son müzakereci olan Dr. Ömer Özsoy da Albayrak'ın çok önemli ve güzel şeyler söylediğini vurgularken bazı hususlara dikkat çekti: "Tarihselci ve mutlakçı yaklaşım da cesur bir adımdır. Ancak tarihselciliğin bizi Kur'an'dan uzaklaştıracağı riski unutulmamalıdır. Ülkemizde de maalesef bu tavrı açık yüreklilikle sahiplenenler yoktur. Ancak bu yükün altına Halis Albayrak'ın girdiğini görmek sevindirici gözükmektedir. İlahi iradeyle test etme imkanı olmayan tarihselci yaklaşımın riski de görülmelidir" diyen Özsoy devamla "Hz. Ömer ile ilgili örneğe gelince, eğer Hz. Ömer örneği tarihselci yaklaşımı desteklemek için bir kalkış noktası olarak kullanılıyorsa bu kişiliksiz bir tavırdır. Öncelikle Hz. Ömer ile Kur'an metni arasında meşruiyet sorununu çözmek gerekir" dedi.

Oturumun sonunda gündem dışı söz alarak kürsüye gelen yaşlı emekli bir hakim yazdığı üç ciltlik tefsirinden örnekler vererek kısa bir konuşma yaptı.

Halis Albayrak yaptığı cevabi konuşmada Hicri 2. asırda fukaha tarafından oluşturulmuş olan Kur'an kimliğinin değiştirilmesi gerektiğini söylerken, Yasin Aktay'ın eleştirilerinin de postmodern bir içeriğe sahip olduğunu belirtti.

5. Oturum:

Üçüncü günün ilk oturumunda "Bilgi Kaynağı Olarak Kur'an" konusu işlendi. Prof. Dr. Hayri Bolay başkanlığındaki oturumun ilk tebliğcisi Halil Rahman Açar "Kur'an'ın Epistemolojisinden Epistemolojisine" başlıklı tebliğini sundu. Açar tebliğini anlaşılmaz bir dille sunmasından dolayı konuşması ve mesajı anlaşılamadı. "Vahyi bilgi empirik bilgi olmamakla beraber, Allah'ın yokluğu ispat edilmedikçe onun Allah tarafından olmadığı da ispatlanamaz. Vahyi bilgi akli olarak ispat edilmedikçe onun Allah tarafından olmadığı da ispatlanamaz. Vahyi bilgiyi akli olarak ispat etmek mümkündür. Onun Allah tarafından olduğu da ispat edilebilir. Kur'an tarihe, topluma, dünyaya ilişkin emprik iddialarda bulunuyor mu? Yaratılış astronomi ile ilgili haberler nasıl değerlendirilecek? İşte bu noktada bilim din çatışması doğar ki Kur'an bilimsel olma iddiasında olmayıp, olayları kendi içinde değerlendirir" diyen Açar, "Epistemolojimizi oluşturmamız için kavram araştırması, sorumluluk taşıyan, muhteva çözümlemesi, bunun üzerine ciddi kuramsal tartışmalarla bu branş teşekkül ettirilecektir" dedi.

Oturumun ikinci tebliğcisi Şakir Kocabaş Kur'an'la ilgili dil çalışmalarından bahsettikten sonra kelimelerde meydana gelen değişimleri örnekleyerek anlattı. Kavramların uğradığı anlam kaymaları, Kur'an'daki birçok ayet için variddir. Akıl, din, millet, ümmet, kavm kelimeleri gibi. İlim kavramının kullanıldığı bağlam ve değişik anlamları ele alınırken Kur'an'daki kullanımları incelenmeli, dedi. Doğru bilgiler doğru kavramlar üzerine kurulur. Ancak bunun üzerine metodoloji geliştirilebilir dedi.

Doç. Dr. Turan Koç da "Din Dili Olarak Kur'an Dili" adlı tebliği sundu. Din dili dünya dili ayırımı yanlıştır. Bu ancak zihni bir ayrımdır. Kendi alanlarına hapsedersek daha ciddi problemlerle karşılaşırız. Ancak dini dille kelami dil ayrılabilir dedi.

Prof. Dr. Mehmet Bayraktar ve Bekir Demirkol da yaptıkları müzakerelerde çoğu zaman tebliğlerde kullanılan dilin ağır ve anlaşılmaz olduğuna dikkat çektiler.

6. Oturum:

Sempozyumun son gününde Prof. Dr. M. Said Hatipoğlu başkanlığında "Kur'an'ın Önerdiği Toplum Modeli" tartışıldı.

İlk tebliğci olarak Prof. Dr. Salih Akdemir "Laikliğe Yeni Bir Yaklaşım; Aşkın Boyut" başlıklı tebliğini sundu. Akdemir konuşmasına Türkiye'nin geleceğinin karanlık olduğunu belirterek başladı. Ve tebliğini de bu yüzden hazırladığını söyledikten sonra şu açıklamalarda bulundu: "Türkiye üzerinde oynanan oyun budur. Öncelikle laiklik kelimesine açıklık getirmek gerekir. Laiklikle laisizim arasında fark vardır. Türkiye'de laikleştirme anlayışı vardır. Bu anlayışa göre her şeyin ve herkesi laikleştirilmesini savunurlar. Oysa laiklik dinsizlik değildir. Laiklik devletin din karşısında alacağı kayıtsızlıktır. Devlet dine karşı yansızdır. Bu tanımda birleşmeliyiz. Benim laiklik anlayışım devletin her dine cemaate eşit davranması eşit haklar tanımasıdır. Benim bu çalışmam Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kuruluna sunulmuş bir çalışmadır." Akdemir, önce laiklik kelimesinin batıdaki tarihi gelişimini verdikten sonra kilisenin düştüğü mutlakçıl anlayışın olumsuzluklarını serdetti. Ve bu mutlakçı anlayıştan vazgeçilmesinin gerekliliğini vurgulandı. "Gerçek din de dış dünyadaki kurumsallaşmış din değil, insanın doğasındaki fıtri dindir" diyen Salih Akdemir, "dış dünyadaki dini teolojinin emrinden çıkarıp antropolojik bir mahiyet kazandırılmalıdır" dedi. Tanrı tekdüzeliği değil çoğulculuğu emreder diyen Akdemir "Her biriniz için bir yol kıldık.", "Eğer dileseydik sizi bir tek ümmet yapardık." Yine Bakara 62'de "Yahudi ve Hristiyanlar'ın cennete gireceği müjdesi" konusunda dikkatlerin yoğunlaşması gerektiğini belirten Akdemir, '"bu yaklaşımları Kur'an'ın öngördüğü hümanizma" olduğunu ve dinde zorlama olmadığını, dileyenin inanıp dileyenin inkar edebileceğini ve işaret ettiği ayetlerde de çoğulculuğun önerildiğini belirtti. Akdemir mürtedin hükmü konusuna da girerek mürtedin öldürülmesi anlayışının tashih edilmesi gerektiğini söyledi. Akdemir ülkemizde İslami uygulamak isteyenler iktidara gelirse haklı olarak en başta kendisinin olmak üzere birçok kişinin öldürüleceğini de hatırlattı. Akdemir, Kur'an'ın egemenliği halka bıraktığını, Allah'ın Kur'an'dan sonra insana bahşettiği en önemli nimet olan laikliğin işlevsel olarak ise Kur'an'dan önemli olduğunu söyledi.

Oturuma katılamayan Doç. Dr. Sami Şener'in tebliği de okunarak sunuldu. Oturuma mazeretsiz olarak katılmayan Ali Bulaç'ın yerine Hikmet Zeyveli Kur'an'ın Müslüman insana fert olarak yüklediği sorumluluğu Asr Suresi çerçevesinde anlatarak tebliğine başladı. Zeyveli her şeyin bir bedeli olduğunu vurgulayarak Kur'an'ın toplumsal boyutunu dile getirmeye çalıştı. Ayetlerin Mekki ve Medeni olmak üzere ayrılabileceği ancak daha ilk ayetlerde maldan mülkden vermeden bahsederek insanları eğitmeye çalıştığını belirtti. Toplum kuralları sadece Medeni ayetlerde değil Mekki ayetlerde de yer aldığını; Tekasür, Hümeze, Alak ve Asr sureleri bu surelerden olduğunu ve İslam toplumunun hayra çağıran kötülükten nehyeden bir özelliğe sahip olması gerektiğini belirtti. Kur'an çoğulculuğu veya laikliği değil, müslümanlarla kafirler ve müşrikler arasındaki safların ayrıştırılmasını istediğini ve Kur'an'ın isimleri arasında yer alan Furkan lafsının da bu anlama geldiğini açıkladı.

Son oturumun ilk müzakerecisi Ömer Çelik'ti. Çelik Akdemir'in tezinin Kur'an'la delillendirilemiyeceğini, bunun "Aydınlanma" felsefesinden etkilenen bir yaklaşım olduğunu ifade ettikten sonra; "Laikliğin işlevsel olarak Kur'an'dan önemli olduğu" iddiasına da "Haşa" demekten başka bir söz bulamadığını belirtti. Dr. İlhami Güler ise Kur'an'ın toplumsal hayata doğrudan müdahale eden ayetleri varken, ondan laiklik konusunda bir çıkarımda bulunulamayacağını ifade etti.

Salih Akdemir'in yaklaşımına destek veren Doç. Dr. Hasan Onat ise din ile vahyin aynı şeyler olmadığını belirtti. "Vahiy eşittir din değildir. Din sonsuz tekamül evrelerini yönlendirmek için inmiştir. Dini yenileyen müceddidlerin konumlan bu duruma açıklık getirir" diyen Onat, "inanç-amel" bütünlüğünü savunan Harici terörizmin ve Mutezile'nin vahyin değerini anlayamadıklarını vurguladı.Ve Ebu Bekir'in halife seçilmesinin vahiyle ve dinle alakalı olmadığını, İslam'ın siyasi meseleleri insana bıraktığını söyledi.

Son tartışmacı olan Hamza Türkmen ise Salih Akdemir'in tebliği ile ilgili olarak sonunda belirteceği yargısını başta açıklayarak, bu tezin yeni bir loyalizm olduğunu ve Akdemir'in İngiliz sömürge yönetiminde yıldızı parlatılan Seyyid Ahmet Han ve Ali Abdurrazık'ların söyleminden daha fazla bir şey söylemediğini belirtti. Kur'an'a yaklaşımda taşınan kimliğin ve vahiy dışı güç odaklarıyla olan ilişkinin çok belirleyici olduğuna dikkat çeken Türkmen, Akdemir'in tezinde belirtilen "Laiklik dinsizlik değildir" iddiasının doğru olduğunu; ama bu dinin Kur'an'da belirtilen "halis din" veya "tevhid dini" mi yoksa "Firavun'un dini" mi olduğunu sordu. Bu tür yaklaşımları modern güçler ve dayatmalar karşısında bir çok insanın dile getirdiğini ve böylece modern bid'at ve hurafeler üretildiğini belirtti. Hamza Türkmen, geleneksel muharref değerlerle, modernizmin dayattığı modern muharref değerlerin birbirini beslediğini ve ıslah öncülerinin, Kur'an'ı yalın olarak kavrayıp mesajını sosyalleştirmeye çabalayan tevhidi uyanışın önünü kesmeye çalıştıklarını bu bağlamda sivil toplum veya Medine vesikası tartışmalarının, demokratlaşma ve laiklik söylemlerinin Amerika ve güdümündeki oryantalistlerin üretmeye ve görmeye çalıştıkları "ılımlı İslam politikası" ile büyük oranda paralelleştiğini belirtti. İslam'da yönetim biçiminin içtihadımıza bırakıldığını ama tevhid ve adaleti ikame etme görevi yükleyen vahyi ilkelerin kesinlikle siyasi sahayı laiklerin keyfi tutumlarına bırakmadığını vurguladı.

Sempozyumun kapanış oturumu özel bir iftar yemeğinde yapılan konuşmalarla gerçekleştirildi. Bu özel oturumda yer alan konuşmacılar ise Halis Albayrak, Selahattin Polat ve Salih Akdemir'in ortaya attıkları görüşleri örtülü-açık destekleyerek veya eleştirerek tartışmayı devam ettirdiler.

Ankara'daki Kur'an Sempozyumunda Mahmut Kaçar'ın Eylemi de Değerlendirildi

1. Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu'nun son oturumunda tartışmacı olarak konuşan Hamza Türkmen, "Laikliğin Allah'ın Kur'an'dan sonra insanlığa bahşettiği en önemli nimet ve işlevsel olarak da Kur'an'dan önemli olduğu" tezini işleyen tebliğci Prof. Dr. Salih Akdemir'i ve ayrıca Doç. Dr. Hasan Onat eleştiren konuşmasında, Mahmut Kaçar olayını gündeme getirdi ve özetle şunları söyledi:

"İlk oturumda yaptığım konuşmada özellikle Kur'an'a yaklaşırken ve Kur'an ile sorunlarımız arasında bağ kurmaya çalışırken, çok önemli iki noktaya dikkat etmemiz gerektiğini belirtmiştim. Yineliyorum:

Bu iki noktadan birisi sahip olduğumuz kimlik ve diğeri bize egemen olan vahiy dışı güç odaklarıyla olan ilişki boyutumuz.

Tarihten buyana bu iki nokta Kur'an'a yaklaşım konusunda, birçok insanın yaklaşımının yönlendiricisi ve belirleyicisi olmuştur. Eğer bugün Kur'an'ın toplum bazında yeteri kadar tanınmamışlığı veya toplumun Kur'an'dan mahrumluğundan bahsediyor isek, bunun temellerini büyük oranda sözünü ettiğim hal ve ilişki biçimlerinde aramamız lazım. Yani Emevi veya Abbasi saraylarında ulemanın ürettiği Kur'an'a yaklaşım biçimi, tabii ki beşeri bir biçimdi. Ve bu biçimin olumsuzluğuna karşı durmaya çalışan ve bize sadece resmi tarihin aktardığı Mutezile, Şia, Haricilik veya Tevhid ve Adalet Ehli ifadeleriyle anılan ve İslami çaba sarfeden insanların yaklaşımlarında resmi tarihin aktardığı boyutlarda bile bazı olumluluklar görebiliyoruz. Fakat aynı saray çevresinde yer alan ulemanın bize Ehl-i Sünnet Akaidi diye sundukları akaid kitaplarında, "zalim sultana itaatin farz olduğu"na dair sapık ilkelerini akideleştirdiklerini de görüyoruz. Bu çelişkiye dikkat etmeliyiz.

Bugünkü egemenlik ilişkilerine de çok dikkat etmemiz gerekir. Eğer Kur'an'ı gerçekten inzal olduğu ortam içinde değerlendirmeye çalışıyorsak, Kur'an'daki İslami mücadele sürecinin safhalarını ve vahye karşı egemenlik ilişkilerinin tutumunu ve tavır alan güçlerle ilgili durumları değerlendirmek istiyorsak, içinde bulunduğumuz hali ve safhayı da çok iyi değerlendirmek durumundayız.

Bugünkü Türkiye toplumu üzerindeki egemenler Kur'an dışı anlayışlarıyla eğitim kurumlarından camiye kadar ellerini uzatıp müdahalede bulunabiliyorlar.

İşte bu noktada eylem biçimi tartışılabilir olmakla beraber, gerçekten dua etmemiz gereken bir eylemi yaşadı Ankara. Mahmut Kaçar'ın olayını. Mahmut Kaçar malum törende egemenlere "cansızlara itaat" etmemeleri, tapmamaları, "La ilahe illallah" demeleri, "Kur'an'ı oku"maları ve Kur'an'a tabi olmalarını vurgulamıştı.

Şimdi bu müslümana Türkiye'de mecnun diyen insanların mantığı ile Mekke oligarşik yapısında Rasulullah ve arkadaşlarına mecnun diyen, cinlenmiş diyen insanların mantığı arasında pek fark olmadığına inanıyorum. Ve bugün, dünkü müşrikler gibi müslümanlara mecnun diyen insanlara bizleri nasıl yöneteceklerine dair, müslüman bildiklerimizin proje sunmaması gerektiğine inanıyorum. Ve bu tarz davrananları kınıyorum."

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR