1. YAZARLAR

  2. Ömer Mahir Alper

  3. Kur’an’ın Korunmuşluğunda Ölçü

Kur’an’ın Korunmuşluğunda Ölçü

Ağustos 1994A+A-

Kur’an’ın Korunmuşluğunda Ölçü

Kur'an-ı Kerim Allah'ın koruması altında olup (15/9) kendisinde şüphe olmayan (2/2), önünden ve ardından batılın yaklaşamayacağı (41/42) yegane kitaptır. Onun bu vasfı, insanlara "yol gösterici" olma özelliğinin kıyamete kadar devam etmesi sebebiyledir. Kur'an'ın Allah tarafından koruma altına alınmasının kuşkusuz ilahi yönü olmakla birlikte beşeri, insanların eliyle gerçekleştirilen yönü de bulunmaktadır. İşte biz burada günümüze kadar tevatürle gelen bu eşsiz Kitab'ın muhafaza edilişinin bir nebze de olsa bu ikinci yönü üzerinde durmak, daha Rasul zamanında Kur'an'ın cem edilişine ve tevatürle gelmiş oluşuna ışık tutmak istiyoruz.

Vahyin indirildiği andan itibaren korunuşu, ilk olarak Hz. Peygamber'de gerçekleşmekteydi. Bu, Allah tarafından Kitab'ın ayetlerinin unutulmayacak şekilde Rasul'ün kalbinde toplanması şeklinde vuku bulmaktaydı:

"Sana okutacağız ve sen artık Allah'ın dilediği hariç unutmayacaksın. Şüphesiz Allah açığı ve gizleneni bilir." (87/6-7)

"Şüphesiz onu toplamak ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et." (75/17-18)

Hz. Peygamber mübelliğ olma vasfı ve görevi sebebiyle kendisine gelen vahyi insanlara ulaştırmakla yükümlüydü. Nitekim daha ilk gelen ayetlerde Peygamberin, vahyi insanlara okuması emrediliyordu:

"Yaratan Rabbi'nin adıyla oku! O insanı Alaktan yarattı." (96/1-2)

Kuşkusuz, vahyin insanlara ulaştırılmasını yalnızca sözlü bir aktarımla düşünmek mümkün görülmemektedir. Yazının, en az sözlü aktarım kadar belki de ondan daha da fazla, mesajın insanlara ulaştırılmasında, onlara bu değerlerin öğretilmesinde payı vardır. Bu sebepten yukarıda Alak Suresi'nde verdiğimiz ayetlerin devamında -ki bunların ilk ayetler olması dikkat çekicidir- kalem ve kalemle öğretim konusunda bir bilinçlendirme söz konusudur:

"Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (96/3-5)

Yine Mekke'de inen surelerden biri olan "Kalem" suresinde yazının ehemmiyeti Allah tarafından yemin edilerek şöyle vurgulanmaktadır:

"Nun. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin." (68/1-2)

Vahyin, daha başlangıçta yaptığı bu vurgular, önceki toplulukların kitaplarına karşı tutumlarını bilen Rasul için vahyi yazıyla tesbit etmeye girişmesi bakımından yeterli bir saiktir. Zaten Kur'an-ı Kerim sürekli olarak kendisini "kitap" olgusu üzerinde takdim etmekte, kitap nosyonunu zihinlerde açık bir biçimde oluşturmaktaydı. (Kitabın "yazı"yla meydana geldiğini söylemeye gerek yok sanırız.)

Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir parçası nazil olduğunda Hz. Peygamber okuma-yazma bilen sahabilerden birine veya bir kaçına inen ayetin sırasını belirterek bu gelen vahyi yazıyla tesbit ettirdiğinde kaynaklar ittifak halindedir.

Kur'an-ı Kerim böylece bir taraftan yazıyla tesbit edilirken diğer taraftan Hz. Peygamber'in Kur'an'ı hıfzı esas alınarak sahabe de çeşitli miktarlarda gerek tebliğ (aktarma), gerekse ibadi faaliyetleri için Kur'an'ı ezberlemekteydiler. Tabii sahabe arasında asıl hedef Kur'an'ın tamamını ezberleyebilmekti ki bu yaygın bir olay olarak görülmemektedir. Fakat yine de Kur'an'ın toptan değil de parçalar halinde 23 yıl gibi uzun bir sürede indirilmiş olması (ki günümüzde dahi 6-24 ay gibi kısa bir sürede Kur'an'ı ezberleyen on binlerce insan bulunmaktadır) onun pek çok sayıda kişi tarafından ezberlenmiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Buhari, Bi'r-i Maune savaşında 70 hafızın öldürüldüğünü kaydetmektedir. Müsteşrik Nöldeke'in de ifade ettiği gibi, okuma yazmanın henüz nadir bir sanat olduğu zamanlarda "ezberleme" olayının büyük bir önemi vardı ve Kur'an'ı ezberleyenler bellediklerini bir kitap sadakatiyle koruyup aktarıyorlardı. Böylece ezberleme ve yazma gibi çift yönlü bir metodla Hz. Peygamber zamanında Kur'an'ın mükemmel bir biçimde muhafazasına ve diğer gelenlere aktarıldığına şahit olmaktayız. Tabii bunda Hz. Peygamber'in kendisi vefat etmeden çok önceleri bağımsız sosyo-politik bir yapılanmayı gerçekleştirmesi ve olabildiğince imkanların geniş kullanılmasının da önemli bir payı olsa gerektir.

Kur'an'ın Hz. Peygamber zamanında yazıyla tesbit edildiği konusunda ittifak olmakla birlikte, yaygın bir kanaat Kur'an'ın Hz. Peygamber zamanında cem edilmediği (toplanıp bir araya getirilmediği) ayet ve surelerin dağınık vaziyette çeşitli şahıslarda bulunduğu şeklindedir. Yine kanaate göre bu cem işi Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde olmuştur. Bu kanaatin temeli Buhari'nin "Sahih"inde naklettiği bir rivayete dayanmaktadır:

"...Zeyd b. Sabit şöyle demiştir: "Ebu Bekr Yemame ehli öldürüldüklerinde beni çağırttı. Ömer b. Hattap da yanında idi. Bana: "Ömer bana geldi ve Yemame günü Kur'an'ı hıfzeden pek çok kişinin şehid düştüğünü ve çeşitli yerlerde daha birçoğunun şehid düşüp Kur'an'dan bir kısmının kaybolmasından korktuğunu belirtti. Onun için de Kur'an'ı cem etmemi teklif etti. Ona Rasulün yapmadığı bir şeyi biz nasıl yaparız dedim. Ömer, Allah'a yemin ederim ki bu hayırlı bir iştir, dedi ve teklifinde ısrar etti. Nihayet benim de gönlüm bu işe yattı. Ömer'in görüşünü ben de uygun görüyorum." Zeyd devamla Ebu Bekr'in kendisine şöyle dediğini söylüyor: "Sen genç ve akıllı bir kişisin. Seni itham edecek bir durum da yoktur. Ayrıca Rasulullah'ın vahiy katiplerindendin. Araştır ve Kur'an'ı topla." Allah'a yemin ederim ki, dağlardan birini taşımamı teklif etmiş olsalardı, Kur'an'ı cem etmemden daha ağır olmazdı. Dedim ki: "Rasulullah'ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?"; Ebu Bekr: "Vallahi bu bir hayırdır" dedi. Allah Ebu Bekr ve Ömer'in kalbini nasıl ferahlattı ise benimkini de açtı ve onların görüşlerine uydum. Ben Kur'an'ı yazılı bulunduğu hurma dallarından, beyaz ince taşlardan ve hafızların hıfzından tertip ettim. Tevbe Suresi'nin sonundaki ayetleri başka bir kimsede değil, yalnız Ebu Huzeyme el-Ensari'de bulabildim. Topladığım bu sahifeler hayatı boyunca Ebu Bekr'in yanında kaldı; sonra Ömer'e ondan sonra da kızı Hafsa'ya kaldı."

Bu ve benzeri rivayetlerden yola çıkarak bazı müellifler gibi Muhammed Hamidullah da, Hz. Peygamber devrinde bütün olarak ve Kur'an'ın tamamını içine alan bir müdevvenattan söz edilemeyeceğini; aksi halde halk arasında dağınık vaziyette bulunan Kur'an parçalarını arayıp bulma ve bir araya getirme zahmetine girişilemeyeceğini ifade etmektedir.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Hz. Peygamber'in kendisine gelen vahyi yazıyla tesbit ettirmesi; bir bütün halinde Kitab'ın gelecek nesillere ulaştırılması, herhangi bir karışıklığa ve fitneye mahal vermeyecek şekilde böyle bir emanetin sağlıklı olarak muhafazası anlamına gelmektedir. Yoksa dağınık parçalar halinde, birbirinden kopuk malzemenin pek çok şahsa yayılmış olması yazıyla tesbit ameliyesinin gayesine ters düşmektedir.

Aslında yukarıda Buhari'nin naklettiği rivayet de göstermektedir ki, böyle dağınık parçalar halinde gerçekleştirilen "yazım olayı" neticede bazı Kur'an parçalarının tek kişide bulunmasına yol açmakta ve dolayısıyla vahyin tevatüren nakli gerçeğine halel getirmektedir. Subhi es-Salih, bu rivayetin vahyi, haber-i vahid derekesine düşürmüş göründüğünü; bununla birlikte sadece Ebu Huzeyme'de bulunan ayetlerin hafızlar tarafından zaten ezberlenmiş olduğunu, dolayısıyla bu rivayetin Kur'an'ın mütevatir gelişini zedelemediğini belirtmişse de bu yorum tutarlılık açısından pek yeterli görünmemektedir. Zira bu durumda esas olanın hıfz olayı olduğu sonucu çıkar ki o zaman Rasul'ün Kur'an'ı yazıyla tesbit etme ameliyesinin bir anlamı olmayacak demektir. Çünkü burada yazılı bulunan bu metin, devre dışı bırakılmaktadır. Zaten bu rivayet, Zeyd b. Sabit'in Kur'an parçalarını toplarken iki adil şahid olmaksızın bu parçaları Kur'an metnine almadığı rivayeti ile de çelişmektedir.

Şunu ifade edelim ki, Hz. Peygamber için Kur'an surelerini toplayıp bir arada tutmak (iki kapak olmayabilir) zor bir olay değildi. Nitekim Hz. Peygamber'in gerektiğinde, o güne kadar inmiş olan vahyi topluca yazılı metin halinde başkalarına ulaştırdığı nakledilmektedir. Samhudi ve İbn Kudame (el-İstibsar)'nin aktardığına göre, Hicret'ten bir kaç yıl önce İslam dinine girmek üzere Yesrib (Medine)'den Mekke'ye gelenler arasında Rafi İbn Malik ez-Zürki de bulunuyordu ve Akabe'de Rasulullah ile buluşmuştu; görüşme esnasında Hz. Peygamber kendisine, o vakte kadar vahyolmuş ayet ve surelerden oluşan bir Kur'an metni vermişti. O da bu ayet ve sureleri, Yesrib'de kendi oturduğu mahallede inşa ettirdiği ve İslam aleminde ilk mescid diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara tilavet ediyordu.

Es-Suyuti'nin yer verdiği bir rivayette de Rasulullah'ın vefat etmesinden sonra Kur'an'ın tamamının dağınık vaziyette de olsa Hz. Peygamber'in evinde bulunduğu ve hiç bir şeyin zayi olmaması için toplanıp bir iple bağlandığı belirtilmektedir.

Aslında kaynaklar, Hz. Peygamber devrinde Kitab'ın cem edilmesinin pek çok kişi tarafından gerçekleştirildiğini kaydetmektedirler.

Sahih-i Buhari'de, Katade'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: "Enes b. Malik'e Rasulullah döneminde Kur'an'ı kimin cem ettiğini sordum. "Hepsi de Ensar'dan dört kişiydi." dedi: "Ubey bin Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd." Bir rivayette de şöyledir: Rasulullah vefat ettiğinde Kur'an'ı sadece şu dört kişi cem etmiştir: Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Ebu Zeyd. Şa'bi'den nakledildiğine göre o bu dört kişiye Sa'd b. Abid ve Hz. Osman'ı da ilave etmektedir.

İbn Nedim de Fihristinde Rasulullah döneminde Kur'an'ı toplayanların isimlerini şu şekilde kaydetmektedir: Hz. Ali, Sa'd b. Abid, Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ubey b. Ka'b ve Ubeyd b. Muaviye.

Osman Keskioğlu, başka kaynaklara da işaret ederek, Kur'an'ı Rasul devrinde cem edenlerin bu isimlerden daha fazla olduğunu belirtmekte ve "ashabın ellerinde yazılı mushaflar vardı; bunda hiç şüphe yoktur." demektedir.

Böylece yukarıda ortaya koyduklarımızdan anlaşılmaktadır ki, Zeyd b. Sabit'ten Hz. Ebu Bekr döneminde Kur'an'ın toplandığı şeklinde aktarılan rivayetin bir geçerliliği olmamalı ya da farklı tarzlarda anlaşılmalıdır. Bununla birlikte geleneksel görüşe sıkı sıkıya bağlı müellifler, gerek Kur'an'ın tevatüren gelmiş olmasındaki kesinliğe, gerekse diğer rivayetlere rağmen bu haber-i vahidi kurtarmaya çalışmakta, bunu yaparken de pek çok mantıki çelişkilere düşmektedirler. Mesela Kur'an'ı Hz. Peygamber devrinde "cem edenleri "ezberleyenler" diye anlamakta böylece de Zeyd b. Sabit rivayetini "kurtararak" Kur'an'ın cem'i olayının Hz. Ebu Bekr döneminde yapıldığını söylemiş olmaktalar. Fakat bu müellifler eserlerinde kendilerinin de yer verdikleri, Yemame günü 70 hafızın öldürüldüğü ve bir o kadar da Rasul devrinde Bi'r-i Maune'de öldürülmüş olduğu şeklindeki Kurtubi'nin aktarımını da kaydetmektedir ki bu onlar için önemli bir çelişki yaratmaktadır. Zira bu nakil 100'ü aşkın hafızın varlığından söz etmekteyken "cem etti" ifadesi "ezberledi" diye anlaşıldığında üç-beş hafızın varlığı söz konusu edilmiş olmaktadır ki bu açık bir tenakuzdur. Ayrıca "cemaa" "topladı" fiilini "ezberledi" anlamına çekmek de dil açısından uygun bir tutum olmasa gerektir. Çünkü o durumda tutarlı olmak için Hz Ebubekir'in kendisi hakkında kullanılan "Kur'an'ı ilk o cem etmiştir" sözünü de "Kur'an’ı ilk o ezberlemiştir" şeklinde anlamak gerekecektir ki bu mümkün değildir.

Kaynaklar Hz Osman’ın hilafeti zamanında da Kur'an'ın cem ve istinsah edildiğini kaydetmekteler . Buna göre çeşitli bölgelerde ve çeşitli ortamlarda Kur'an'ın farklı bölge insanlarının ağzıyla okunması ihtilafları meydana getirmiş; Hz. Osman da kendisine yapılan müracaatlar sonunda Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. As ve Abdurrahman b. Haris gibi zevatdan oluşan bir heyetle Kur'an'ın Kureyş lisanı üzere Peygamberden duyulduğu şekilde "imla" edilmesini deruhte etmiştir. Kaynaklara göre Hz. Osman döneminde yapılan bu olay doğru okumaya açıklık getirmekten ve nüshaları çoğaltarak değişik bölgelere göndermekten başka bir şey değildir. Hz. Osman'ın diğer mushafları yaktırdığı görüşüne gelince bazı kaynaklar bunu genel geçer bir hüküm olarak almamakta, "düzgün yazılı olmayan mushafları ıslah etti" şeklinde değerlendirmektedirler. Osman Keskioğlu'nun da ifade ettiği gibi, İtkan ve diğer Kur'an ilimleri hakkında yazılı eserler tetkik edildiğinde şu iki husus anlaşılmaktadır:

1) Hz. Osman; Ali, Abdullah İbn Mes'ud, Ubey b. Ka'b gibi ileri gelen zatların mushaflarına asla dokunmamıştır. Sebebi de düzgün yazılı olmalarıdır.

2) Bunlarda da Osman'ın mushafına uymayan bazı yönler bulunmaktaydı. Fakat bu, surelerin tertibi bakımındandı. Hz. Ali nüzul sırasıyla tertip etmişti. İbn Mes'ud uzunluk ve kısalık bakımından bir başkalık yapmıştı.

Görüldüğü gibi Hz. Osman'ın hilafeti döneminde, fertlerin mushaflarına ilaveten yönetim de imkanlarını kullanarak mushaf sayılarını çoğaltma cehd ve gayretine girmiş; böylece Kur'an-ı Kerim tüm İslam dünyasına gerek sözlü, gerekse yazılı metinler halinde aktarılmıştır.

Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber döneminden itibaren başlayan bir tarihte, geniş topluluk tarafından gelecek nesillere aktarılmış; kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde, tevatüren ta bizlere kadar gelmiştir. Bunu söylerken bazı samimi müminlerin ortaya koyduğu gibi Kur'an'ın korunmuşluğu meselesini ayetlere dayandırmak suretiyle ispat olayına girmiyoruz. Çünkü Kur'an'ın tahrif edildiğini kabul eden bir kişi için Kur'an'ın korunmuşluğunu ifade eden bu ayetler, bir mana taşımayacaktır. Zira ona göre bu ayetler de Kur'an'a sonradan dahil edilmiş olabilir. Öyleyse Kur'an'ın hiç değişmeden bize gelmesi olayını daha nesnel bir kriterle açıklanması gerekir. Kur'an'ın bugün tüm dünyada aynı olması, Kur'an'ın nüshaları arasında herhangi bir farklılığın olmaması gerekir.

Gerçekten de tarih boyunca İslam ümmetinin mensupları bazı uzantıları günümüze kadar sarkan pek çok mezhep, mektep ve yapılanmalar içerisinde olmasıdır, hatta birbirlerini tekfir eder hale gelebilmişler ama buna rağmen herkesin elindeki Kur'an'ın gerçek olduğunda, tahrif olmadığında mutabakat etmişlerdir. Ne ilginçtir ki insanlar birbirlerini eleştirirken, bidat ve hurefecilikle hatta küfürler suçlarken aynı Kur'an'dan kendilerine destek bulmaktaydılar. Hizipleşme ve fırkalaşma o kadar had safhadaydı ki, hiç kimse Kitab'ını başkasından alacak durumda da değildi. Herkes kökleri ta ilk zamanlara kadar uzanan fırkalaşmanın ve ekolleşmenin şartları içerisinde Kitab'ını kendi yapı ve tarikatı içerisinde öğrenmekteydi. Nitekim kaynaklarda Kur'an'ın öğrenildiği farklı silsileler hakkında malumat pekçoktur. İşte bugün elimizdeki Kur'an nüshalarına baktığımızda dünyanın her tarafındaki birbirinden habersiz hiç tanımamış ve hatta ismini bile duymamış peç çok müslüman topluluğun aynı Kitab'a sahip olduğunu görmekteyiz. Bu ayniyet İslam'ın ilk dönemine geri götürülsün ya da oradan günümüze getirilsin kesinlikle kopmamaktadır. İşte bu Kur'an'ın mütevatirliği hadisesidir.

İslam ümmeti tüm fırka ve gruplarıyla Kur'an'ın nesilden nesile tevatüren aktarıldığı konusunda ittifak halindedir. Bu haber kesinliği (tevatür); aynı vakıa irtibatlı bütün farklı ekollerin, vakıayı aynı kesinlikle bu aktarımları yine farklı yollardan müteselsil olarak bize ihtilaf oluşturmayacak şekilde ulaşmasıdır. İslam'ın üzerinde bazı şüpheler oluşturmak şaz şahsiyetler bir takım aykırı görüşler iler sürmüşse de bunlar sadece kaynaklarda rivayetler olarak kalmıştır. Günümüzde de yaşayan en büyük iki mezhep olan Şia ve Ehl-i Sünnet kendi kaynaklarında Kur'an'ın tahrifine ilişkin bir takım rivayetler aktarmışlarsa da bunlar hiç itibara alınmamış, uydurma ve yalan oldukları her yer ve zeminde ifade edilmiştir. Zaten Kur'an'ın bir tek (aynı) olması vakıası karşısında aktarılan bazı rivayetlerin hiç bir değeri olamaz. Bunlar "en sağlam" diye addedilen kitaplarda olsa da... İslam düşmanlarının Kur'an üzerine yazılmış yazılarda bu tür kenarda kalmış uydurma rivayetlere sarılmaları karşısında bazı müslümanlar kendilerini sıkışmış hissetmektedirler. Tabii bu, bir takım hadis ve tarih kitaplarının yanlış olarak Kur'an kesinliğinde algılanmış olması sebebiyledir. Şunu ifade etmek gerekir ki hangi kaynakta olursa olsun Kur'an'ın tahrifine ilişkin her rivayet, Kur'an'ın tevatüren kesin bir biçimde aktarılmış olması karşısında sadece ve sadece İslam'a leke bulaştırmak isteyen uydurmaları ve itirafları olarak algılanmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR