1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. Kardeşlik ve Helalleşme Süreci

Kardeşlik ve Helalleşme Süreci

Nisan 2013A+A-

30 yıllık kanlı ve kirli savaş süreci, Diyarbakır Newroz alanında Öcalan’ın mektubunun okunmasıyla sona erdi diyebiliriz. “Artık silahlar sussun, fikirler konuşsun” vurgusuyla PKK önderi, silahlı mücadele döneminin kapandığını, “zamanın ruhunun” gerektirdiği yeni strateji gereği “silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset sürecine geçildiğini” ilan etti.

İmralı Sürecinin Anatomisi

Açlık grevlerinin en kritik döneminde, yaptığı çağrıyla hiç kimse zarar görmeden açlık grevlerini sonlandıran Öcalan’ın o dönemde devlet yetkilileriyle çözüme dair görüşmelerde bulunduğu biliniyor. Silvan saldırısıyla kanlı biçimde kesintiye uğrayan Oslo sürecinin devamı sayılabilecek bu görüşmelerde, şiddetin son bulması ve çözümün nasıl planlanacağı kaldığı yerden tekrar konuşulup yeniden ortak mutabakata varıldı. Ve bu durum Başbakan’ın Ocak ayının ilk günlerinde “silahların susmasına” yönelik çağrısı ile birlikte kamuoyunun gündemine girdi. Aynı tarihlerde Ahmet Türk başkanlığında BDP’li bir heyet gizlice İmralı’ya gitti ve doğruluğu zamanla kanıtlanan sürecin aşamalarına dair bazı bilgiler basına sızdırılarak çözüm sürecinden tüm toplum haberdar edildi. Son iki yılda giderek şiddetlenen bir savaşın ardından aniden başlatılan görüşmelere toplumun nasıl tepki vereceğinin kestirilememesi nedeniyle böyle bir yola başvurulmuştu. Ve çabucak anlaşıldı ki, kanın durmasına, her geçen gün daha da çirkinleşen bu savaşın son bulmasına yönelik toplumsal destek halen diriliğini korumaktaydı. Daha evvel çözüm adına yürütülen girişimlerin hiçbiri bu kadar heyecanlandırmamış ve beklenti oluşturmamıştı. Köstek olmaktan başka işlev görmeyen medya bile genel hatlarıyla son süreci destekleyerek, kirli sicilinin aksi yönde hareket etmekteydi. Başta medya olmak üzere süreci destekleyen herkes, daha önceki çözüm girişimlerinin her defasında sabote edildiğini hatırlatarak bu sürecin de provoke edilmesine karşı uyanık olunmasını salık veriyordu ki, bu vaziyet, yürütülen görüşmelerin oluşturduğu olumlu atmosferi açıkça ortaya koymaktaydı.

Ne var ki, Sakine Cansız ve arkadaşlarının Paris’te uğradığı suikast ile İmralı süreci de sabote edilmeye çalışıldı. Ama bu defa hesaplar tutmadı ve öldürülen üç kadın için Diyarbakır’da düzenlenen cenaze töreninin BDP ile devlet yetkililerinin aklıselimle hareket etmesi sayesinde sakin geçmesi, bu defa aynı filmi izlemeyeceğimizi, barış fırsatının savaş tacirlerinin hesaplarına kurban edilemeyecek kadar önemsendiğini gözler önüne seriyordu. Bu provokasyon girişimin ardından süreç biraz soğutularak ama daha da sağlam bir temelde işletildi. Sonrasında BDP milletvekillerinden oluşan heyet ile Öcalan arasında İmralı’da iki defa görüşme yapıldı. Öcalan’ın Kandil, BDP ve Avrupa’daki PKK’lileri çözümün metodolojisi ve gelişen şartlar hakkında bilgilendirmek ve sürece dâhil etmek için yazdığı mektuplar bu heyet marifetiyle muhataplarına iletildi. PKK hareketinin tüm bileşenleri Öcalan’ın hâlihazırda tek başına yürüttüğü müzakereleri desteklediklerini ve Öcalan’ın konuyla ilgili devletin asıl muhatabı olduğunu cevabi mektuplarında ifade ettiler.

Her ne kadar Kandil ve BDP yetkilileri süreci kerhen destekledikleri izlenimi sunsalar da devletle müzakerelerin muhataplığı konusunda bugüne dek hep Öcalan’ı öne çıkartmaları ve Öcalan’ın PKK üzerindeki güçlü etkisi nedeniyle açıktan tavır takınmayı göze alamadılar. Yakın zamana kadar devrimci halk savaşı stratejisi gereği siyasetiyle, belagati ve öfkesiyle militarist ve toptan reddiyeci bir söylemi kuşanan Kürt Ulusal Hareketi, ılımlı bir barış iklimine hazır olmadığını ortaya koyuyor ve başlarda ayak diretiyordu. Özellikle BDP’liler İmralı’ya gidecek heyette eş başkanların yer alması konusunda epeyce ısrar ederek, bu görüşmelerin aksamasına neden olmaktaydılar. Ta ki, yine Öcalan’ın devreye girip, kardeşiyle gönderdiği mesajda heyette bulunması gereken isimleri iletmesine kadar. BDP, İmralı sürecinde pasif bir pozisyonda bulunmayı içine sindirememiş olacak ki, sürecin hassasiyetlerine göre adım atmayarak yer yer ortamı geren durumlar içine giriyordu. Heyetin Öcalan’la yaptığı ikinci görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılmasına neden olan BDP, bu davranışının sürece yönelik bir sabotaj olarak algılanması karşısında, içine düştüğü durumdan çıkmak için, kamuoyundan ve çözüm için çabalayanlardan “özür” dilemek zorunda kaldı.

Bugüne dek kanın durması ve silahların susması adına etkili bir aktif siyaset ortaya koymayan, Kandil’in ve Öcalan’ın gölgesi altında kalmayı yeğleyen bu partinin, son süreçte bir postacı gibi görevlendirilmesine şaşmamak gerek. Zira açılım sürecinin baltalanmasından duydukları memnuniyeti basının önünde sevinç kahkahalarıyla gösteren, Oslo sürecinin Silvan’da katledildiği sıralarda Öcalan’ın şimdilik rafa kaldırılsın demesine rağmen aniden demokratik özerkliği ilan eden bu partiydi. BDP’nin barışa mesafesi, Demirtaş’ın Şemdinli’de PKK’nin kontrolünde olduğunu iddia ettiği alandan çok daha uzak bir mesafedir. PKK’nin militarist vesayetini aşıp sivil siyaset yapmak bir yana, bu yönde adım atan Leyla Zana’nın barışa ve silahların susmasına dair açık ve net tespitleri karşısında PKK’den daha fazla savaş çığırtkanlığı yaparak Zana’yı aforoz eden de bu partidir.

PKK’nin statükosunu benimseyerek tercih edilen iradesiz bir siyaset tarzı, BDP ve selefi olan partilerin genel yaklaşımı olagelmiştir. Bu edilgen siyasetsizlik hali, doğal olarak BDP’nin son süreçteki rolünün çerçevesini de belirliyor. BDP, üstlenmesi gereken tarihî misyonu risksiz ve sorumluluk almayan bir siyaset uğruna reddettiği için, kıyıda bırakılmıştır. Süreç PKK adına sadece Öcalan’la yürüdü ve öyle devam edecektir. Bu yönüyle Öcalan’ın çağrısıyla iki yıldır PKK’nin elinde bulunan kamu görevlilerinin serbest bırakılması da İmralı’nın PKK üzerindeki etkinliğini göstermekteydi. Ama bunlardan da önemlisi, Newroz günü Diyarbakır’da okunan Öcalan’ın mektubudur ki, bu sayede sorunun çözümü yönünde tarihî bir eşik aşılmış, Öcalan’ın emriyle PKK’nin silahlara veda etmesi istenmiştir.

Newroz’da okunan bildirinin içeriği ve arka planıyla ilgili genel değerlendirmeyi yapmadan evvel Öcalan-PKK ilişkisini yansıtması bağlamında bu bildiriyi iyi değerlendirmek gerekiyor. Öcalan dışında hiç kimsenin PKK’yi silahsızlandıramayacağı, çok parçalı silahlı kadroyu ikna edemeyeceği son süreçte bir kez daha anlaşılmıştır. Öcalan’ın siyasi çözüm perspektifi olarak “demokratik mücadele” yöntemini öne sürmesini ilk başlarda duymazlıktan gelen Kandil kadrosu, “Çekilmek zor iş, öyle kolay gerçekleşemez!”, “Konjonktür ve dengeler bizden yanayken silahları bırakmak yok oluştur!” gibi savlarla silahlı mücadelenin bitmemesi gerektiğini ya da en azından sadece ateşkesle yetinilmesini önermeye çalışıyordu. PKK’nin bu soğuk ve mesafeli tavrı nedeniyle hemen herkes Öcalan’ın Newroz günü sadece ateşkes çağrısı yapacağını, sınır dışına çekilme emrinin daha ileri bir aşamada, PKK üst kadrosunun tam anlamıyla ikna edilmesinin ardından geleceğini düşünürken, Öcalan’ın kesin biçimde sınır dışını işaret etmesi oldukça şaşırtıcıydı. Silvan saldırısıyla “önderliğine” halel gelse de anlaşılıyor ki, 14 yıldır cezaevinde olan Öcalan, PKK üzerinde halen o güçlü etkinliğini korumakta.

Öcalan’ın Barış ve Kardeşlik Çağrısı

Bugüne dek hep direnişle, başkaldırıyla anılan; daha geçen yıl devletin engellemeleri nedeniyle çatışmalarla geçen Newroz, ilk defa barışın ruhuna uygun biçimde bir bayram coşkusuyla kutlandı bu sene. Belki de yakın tarihte ilk defa bir Newroz olaysız bir şekilde geçti. Şüphesiz bunun nedeni, son süreçle birlikte beslenen umutların artması ve Newroz günü fırsat bilinerek Öcalan’ın mektubunun okunacak olmasıydı. Ve beklendiği gibi barışa, birlik beraberliğe, kardeşliğe yapılan vurgularla bezeli; silahın devrinin kapandığını, artık siyasi yollarla çözüm arayışının geliştirileceğini ilan eden mesajlarla yüklü bir mektup yazmıştı Öcalan. Yıllardır silahların devrinin kapandığını, gençlerin kirli ve sonu olmayan bir savaşa kurban edildiğini, Kürt sorununun şiddetle ancak çıkmaza sürüklendiğini, çözümün esasını sivil siyasi çabaların oluşturması gerektiğini söyleyenlerden hiçbir farkı bulunmuyordu Öcalan’ın mesajlarının. Oysa birçok aydın, sanatçı, yazar bu çağrıları yaptığı için ya da bu şekilde düşündüğü için PKK ve yedeğinde bulunan Kürt milliyetçileri tarafından ya dışlanmış ya da tehdit edilmişlerdi. Geriye dönüp bakıldığında belki de Öcalan’ın çağrısının onlarınkinden daha net ve daha ılımlı olduğu bile söylenebilir.

Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır’da Kürt sorunu temalı konuşması ile Öcalan’ın Newroz meydanında okunan mektubu biri birine çok yakın vurgulara sahip. Öcalan’ın betimlediği kardeşlik ve birlik-beraberlik mesajlarının daha edebi versiyonlarını grup konuşmalarında Erdoğan’ın da zaman zaman söylediğini biliyoruz. Birlik ve kardeşlik merkezli bir barış pratiğine yapılan vurguyu oldukça önemsemekle birlikte özellikle son iki yıldır ölen binlerce gencin ne uğruna öldüğünü anlamak zor geliyor. Kürt sorununu çözme iradesine sahip olduğunu defalarca ifade eden ve bu yönde siyasi riskler alarak adımlar atan hükümeti ve başbakanı, “Hükümet milliyetçi oylara oynuyor!”, “Erdoğan bu çağın Hitler’i!”, “AKP Kürt halkının en büyük düşmanı!”, “Başbakan, Kürtleri imhaya hazırlanıyor!” analizleriyle karalayıp suçlayanların, hızını alamayarak DTK tüzüğünden “kardeşlik” vurgusunu çıkaranların, PKK’ye silah bırakma çağrısı yapmayı ahlaki bulmadığını söylemekten utanmayanların, Öcalan’ın tepeden tırnağa sivilliği vazettiği mektubuna “sonuna kadar destek” şeklinde karşılık vermelerini nasıl tanımlamak gerekir? Burada maksat, eski defterleri açıp hataları yarıştırmak değil, gözünü kan bürümüş birilerinin zamanında kapıldıkları kibri ve basiretsizliği ortaya koymak ve onların bugünkü konumlanışları bağlamında şu anki aymazlıklarını hatırlatmaktır.

Öcalan’ın Zihniyet Değişiminin Nedenleri

Öcalan’ın mektubunda yaptığı çağrı aslında yeni vardığı bir kanaat değil. Yazdığı metinlere ve yaptığı açıklamalara dikkatle bakıldığında 1993 yılının başlarından itibaren Öcalan’ın düşüncelerinin değiştiği ve silahlı mücadelenin sonlanmasına dair görüşlere sahip olduğu görülecektir. Bu zihniyet değişimi en iyi 1999 yılında tutuklanmasının ardından sistemli biçimde görüşlerini ifade etme olanağı bulmasıyla görünür oldu. Demokratik Ekolojik Toplum, Demokratik Modernite, Demokratik Özerklik, Demokratik Ulus vb. gibi demokrasiye atıfla kimi felsefi dayanaklar üzerine inşa ettiği bir yığın tez geliştirdi son 14 yılda Öcalan. Bazen Kürt toplumunu aşağıladı, çoğu zaman PKK’yi ve her defasında BDP’yi. Kendisinin anlaşılmadığını, tezlerinin kavranmadığını iddia etti. Geliştirdiği söylemler aşırı düzeyde komplocuydu ve gerçekliğe uzaktı. Kendisine yüklediği anlamın tarihsel bir karşılığı bulunduğunu belirtecek kadar da megaloman. Kürt toplumunun değerlerine uzak teoriler geliştirmesine rağmen, kendisini destekleyen Kürtlerin çoğunun tezlerinden haberdar bile olmadığını biliyor muydu, burası muamma. Ama yine de Öcalan şiddeti sık sık dışlayan bir tavra sahipti. Aslında devletle pazarlık için devletin çok hoşuna gidecek bu kozu her fırsatta dile getirmekti çabası. Öcalan’ın pragmatik kişiliğine uygun bir davranış tarzıydı bu. Biri biriyle çelişen birçok şey söylemiş olsa da PKK şiddetini bitirebilecek güçte olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Hükümetle müzakerelere ilk başlarda sıcak bakmıyor, “devlet yetkilileri” ile görüşmelerin daha anlamlı ve işlevsel olacağını belirtiyordu. Buradaki temel ayrım, askerin vesayeti altında bulunan kadroların halen devleti yönettiği mantığından besleniyordu. O nedenle sık sık Ergenekon operasyonlarını, çözüm isteyen paşaların cezalandırılması olarak yorumluyor; askerî vesayete karşı hükümetin yürüttüğü mücadeleyi “Yeşil Ergenekon” diye tanımlıyordu. Öcalan, devletin Kemalist paradigmasının değişeceğini asla öngörmediği için Mustafa Kemal’i çeşitli vesilelerle överek, eski devleti temsil eden kesimlere yakın durmaya çalışıyordu. Hatta 12 Eylül anayasa referandumuna karşı çıkıp sandıkları boykot çağrısı yaparak, resmi ideoloji yandaşlarıyla aynı safta yer almıştı. İşte Öcalan’ı tavır değişikliğine iten en önemli kırılma anı, anayasa referandumunda çetin bir muhalefete rağmen AK Parti’nin başarılı olmasıydı. O andan itibaren Kemalist devletin resmi paradigmasının çatırdamaya başladığını, eski kadroların tarihin dışına itildiğini ve hükümetin “devlet”leştiğini kavramaya başladı. 2012 Şubatı’nda “paralel devlet olmaya çalışan kesimlerin” KCK operasyonları üzerinden MİT sorumluları hakkında soruşturma açma girişimini, Başbakan’ın doğru bir yorumla kendisine yapılmış bir darbe olarak okuması ve derhal müdahale ederek bu kadroları da tasfiye etmesi, hükümetin sahip olduğu gücü ve iktidarını hiç kimseyle paylaşmaya niyeti olmadığını göstermişti Öcalan’a. Bu noktadan sonra Öcalan, hükümetle müzakereleri daha sağlıklı bir temelde ilerletmeye ikna olmuş, açlık grevlerine müdahale ederek müzakerelerin başlamasını sağlayan önemli bir jestte bulunmuştu.

Halk Bu Savaşın Bitmesini İstiyor

Ortadoğu’da yaşanan halk ayaklanmalarının sebepleriyle korele bir sosyolojiye sahip olduğunu sanan PKK’nin, Kürt halkını AK Parti’ye karşı topluca ayaklanmaya davet eden devrimci halk savaşı stratejisi son iki yılda bölgede 90’larda yaşanan atmosferi hatırlattı. Çuvallayan bu strateji, iki taraftan binlerce insanın yersiz yere hayatını kaybetmesine neden oldu. 30 yıllık yıkım, ölüm, acının üstüne defalarca denenen barış girişimlerinin bir sonuca ulaşmamış olması ve ardından çok kanlı iki yıllık bir dönemin yaşanması, bu savaşın öyle kolay bitmeyeceği algısını iyice kanıksatmıştı topluma. Şiddetin yol açtığı sosyolojik değişimlerin merkezine oturan milliyetçi refleks, korkunç bir hızla Kürt ve Türk halkının zihinsel ve tarihsel olarak biri birinden uzaklaşmasına, nefret ve öfkeden beslenen bir karşıtlığın tesis edilmesine neden oluyor, göz göre göre.

Şiddetin kutsandığı toplumlarda, savaşmanın barışmaktan daha kolay olduğu bilinen bir gerçek. Varlıklarını ve gelecek tasavvurlarını etnik-ulusal bir temele dayandıran sosyal kesimler, kazanımlarını-kayıplarını da bu kapsamda değerlendirirler. Şükür ki, Kürdü ve Türküyle Türkiye toplumunun geniş katmanları halen ulusalcılığın damarlarını besleyen uç seviyede seküler bir milliyetçiliği içselleştirmiş değil. Daha ziyade duygusal gerekçelerle, etnisiteyi sadece önemseyen romantik bir bağlanma hali var toplumun genelinde. Zaten bu nedenledir ki, barış girişimleri her zaman Türkiye halkları için ortak bir beklentidir ve yeşeren umutlar bu beklentiye karşılık gelişmektedir.

Türkiye halkları bu savaşta çok yoruldu ve yıprandı. Yapılan anketlerde, İmralı sürecinin de toplum tarafından desteklendiği görülmekte. Başbakan, toplumun yüzde 58’inin bu süreci desteklediğini açıkladı. Kürt illerinde bu desteğin oranı yüzde 80’leri geçiyor. Sürece karşı çıkanların oranı yüzde 30’larda. Geri kalanlar ise halen ne olduğunu anlamaya çalışan çekimserler. Kürtler, haklarını şiddete başvurmadan, siyasi yollarla alabileceklerine inanıyorlar. Hükümetin çözüm iradesi ve yöntemi olmadığı, Erdoğan’ın Kürtlere düşmanlık beslediği iddialarının bölgede toplumsal bir karşılığı yok. Aksine bu sorunun özellikle Erdoğan’ın inisiyatif alması ile çözülebileceği görüşü hakim. Başbakan’ın baldıran zehri retoriği, bölgede yaşanan acılara atıfta bulunarak bunları önemsediğini hissettirmesi ve her defasında risk alarak çözüme dair yeni süreçleri başlatması Kürtlerin umutlanmasını sağlıyor.

Öcalan’ın da ifade ettiği gibi artık kardeşlik ve helalleşme zamanı. Başbakan’ın, Resulullah’ın (s) “Veda Hutbesi”ne atıfta bulunarak tüm milliyetçilikleri ayaklarının altına aldığını söylemesi, millet kavramını özüne uygun biçimde kullanması, devletin “Türk ulusu” uğruna Kürtlere dayattığı asırlık zulmün artık üstünün çizildiğinin en önemli kanıtı. Kürt sorunu sistematik bir inkâr ve asimilasyon projesinin ürünüdür ve artık inkârın, asimilasyonun sona erdiğini Öcalan da ifade etmiştir. Yine Öcalan’ın helalleşmeye vurgu yapması, devletin işlediği cürümlerle, zulümle yüzleşmesini gerektirmedir ki, bunun ancak hukuksal zeminde mümkün olacağı bilinmektedir. Aynı şekilde PKK de bu helalleşmeden nasibini almalı; sivillere, masumlara yönelen şiddetinden, farklı hesaplar uğruna tırmandırdığı savaştan dolayı kendisiyle yüzleşmelidir. Toplumsal barışı, birlikte ve kardeşçe yaşama kültürünü daha da güçlü kılmak için “helalleşme”nin pratiği de karşılıklı ortaya konmalıdır.

BDP ve Kandil’in Memnuniyetsizliği

Barışın yanında saf tutanlar umutla sürecin sağlıklı biçimde ilerlemesini dilerken, çözüm sürecinden rahatsız olanlar her geçen gün itirazlarını daha ileriye taşıyorlar. Barış sürecinden rahatsız olanları kategorik olarak ayırsak da hepsinin ortaklaştığı alan, şiddet ortamında devşirdikleri kazanımları kaybedecek olmalarıdır.

Öncelikle Kürt cenahında bu gelişmelere yönelik eleştiriler başta Kandil ve BDP olmak üzere, bunların dışında kalan ve toplumsal tabanı pek bulunmayan aşırı milliyetçi diyebileceğimiz “Bağımsız Kürdistan” ya da en azından “federasyon” talebinde bulunan kesimlerden gelmekte. BDP yedek kulübesinde bırakılmanın acısını yaşamakta, Oslo sürecinde olduğu gibi direkt muhatap sayılmayı, daha aktif rol üstlenmeyi arzulamakta. Öcalan’la İmralı’da yapılan görüşmelerden sonra BDP’nin yaklaşımında esneme olsa da küskünlüğünü aşamadığı biliniyor. Kandil ise önderliğinin umut dolu barış mesajlarını öyle hemen birden benimseyip uygulama taraftarı değil gibi. Karayılan, Hasan Cemal’le yaptığı görüşmede “Önder Apo’nun mektubundaki çerçeveyi bütünüyle doğru buluyor ve katılıyoruz.” demesine rağmen çekincelerini sıralamayı da ihmal etmiyor: “Fakat sorun yönetim ekibinin içindeki birlikle bitmiyor. Özellikle orta komuta kademesi var. Bu kesimin yaşadığı çeşitli tereddütler söz konusu. Bu arkadaşları ikna etmemiz gerekir. Ben dün 250 kişi ile (savaşçı kesim ve orta kademeden oluşan) konuştum. İkna sürecinin bir parçası olarak konuştum. Bu toplantıda birçok arkadaş kaygılarını söyledi. Zor bir mesele… Diyor ki: 'Biz savaşmaya geldik. 10 yıldır savaşıyoruz. Sonuç alma noktasına geldik. Şimdi durun, diyorsunuz...' Bu mütereddit ve endişe ifade eden sesler örgütün otorite zaafı değildir. İşte bu noktada önder Apo’nun ikna sürecinde devreye girmesinin önemi vardır.”

Bugüne kadar, Öcalan’ı bütünüyle iradeleri olarak takdim eden, onun şahsında varlıklarını tanımlamayı asla ihmal etmeyen “gerillalar”, söz konusu barış olunca kendi iradelerinin farkına varıyor ve “Az kalsın kazanıyorduk, neden geri çekilelim?” diyorlar. PKK’liler ne uğruna savaştıklarını sorgulayabilirler elbette ya da kısa aralıklarla değişen stratejik planların da nedenini muhataplarından öğrenmek isteyebilirler. Ama bir yandan savaşın döneminin bittiğini söyleyip öte yandan “kazanmak üzereyiz, bırakmayalım” algısına sahip olmak, devrimci halk savaşı konseptini üreten hayalciliği hatırlatmakta. PKK, orta ve uzun vadeli stratejisi bulunmayan, teorik alt yapı ve siyasi perspektif bağlamında tümüyle Öcalan’ın ağzından çıkan sözlere endekslenmiş bir harekettir. Bunlara rağmen devletin işlediği zulüm nedeniyle büyük çoğunluğu devlete düşman kesilen Kürt halkından muazzam destek almış ve bu sayede geniş bir toplumsal tabana ulaşmıştır. Kandil bu tabanla birlikte, silahın sunduğu otoriteyi ve gücü kaybetmek istemiyor. Yıllardır yürüttükleri savaşın, en azından bir zafer görüntüsü içinde sonlandırılmasını bekliyor. Ve en önemlisi de üst kadroların başka ülkelere gönderilme planının, kendilerinin tamamen tasfiye edileceği anlamına geldiğini biliyor. Bunlardan dolayı ayak diretiyor. Öcalan’ın geri çekilme çağrısına ne düzeyde itaat edilecek, bunu yakında göreceğiz. Kandil’in tutumunun ana hatları da bu süreçle birlikte daha da belirginleşecektir.

Ulusalcıların ve CHP’nin Vaziyeti

“Yeni Kürt dostu” eski “Ergenekoncu” solcular da çözüm sürecinden oldukça rahatsız görünüyorlar. Son iki yıldır PKK’nin tırmandırdığı şiddete AK Parti’yi yıprattığı için destek veren bu kesimler, çözüm süreciyle birlikte PKK’yi ve Öcalan’ı yerden yere vurmaya başladılar. Ergenekon, Balyoz operasyonlarının ardından hükümeti devirecek zinde güçlerini yitiren bu eski tüfeklerin, AK Parti düşmanlığı üzerinden geliştirdikleri PKK muhipliği de kısa sürede bitmiş oldu. Onlar şimdilerde oradan buradan bayrak sallamaya, yandan CHP’ye yanaşmaya başladılar. Daha dün dost oldukları PKK’yi bugünlerde, “Erdoğan Kürtlerle anlaşıyor çünkü başkan olmak istiyor!” sözleriyle tekfir ediyorlar. Devrimci halk savaşı döneminde ise geliştirdikleri şu söyleme sarılıyorlardı: “Erdoğan Kürtleri eziyor çünkü başkan olmak istiyor!”

Genel olarak CHP süreçten rahatsız olsa da CHP içindeki bazı isimler müzakerelerin başarısız olması için elinden geleni yapıyor. Sorulduğu zaman “89 Raporu”ndan başka söz bilmeyen ama “Kürt” sözcüğünü kullanmaktan da özellikle imtina eden Kılıçdaroğlu’nun muhalefeti, açılım sürecine açıktan cephe alan Baykal gibi değil, daha düşük seviyede. Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sindeki ulusalcı kanat ise bu sürece çok sert muhalefet etmekte. Başbakan’ın millet kavramına yaklaşımına ve Türk milliyetçiliğini mahkûm etmesine en sert tepki CHP’lilerden gelmişti ve bunun üzerine CHP Adıyaman milletvekili Salih Fırat istifa etmişti. Kılıçdaroğlu durumu toparlamaya çalışıp ulusalcı kesime hafiften parmak salladıysa da illa da “Türklük” diyen ulusalcı kanat pişkin biçimde basına “haklıyız” ve “Türk’üz” temalı demeçler vermeyi de ihmal etmediler.

CHP içindeki ulusalcı kanadın telaşı “Türklüğe” halel gelmesi. Bu nedenle anayasadaki vatandaşlık tanımına da çok sert çıkmışlardı. Bu topraklarda Türk ulusalcılığı son bulduğu anda Kemalizm de ebediyete intikal eder. CHP’li ulusalcılar bunu çok iyi biliyorlar. Bunun dışında bu sürecin çökmesi halinde AK Parti’nin büyük bir darbe yiyeceği ve “eski rejim”e belki tekrar dönebilmenin imkânını elde edebilecekleri gibi bir hayalden de medet umuyorlar. Ama en önemlisi, bu topraklara barışın gelmesi CHP’nin geri dönülmez biçimde hızlı bir yok oluşa sürüklenmesi demektir ki, asıl muhalefete kaynaklık teşkil eden de bu kaygıdır. Kendi geçmişiyle tarihiyle yüzleşemeyen, hesaplaşamayan CHP, Türkiye’nin de dünüyle bir hesaplaşma derdinde olmadığı için barışın tesis edildiği bir toplumda karşılığı olmayan bir yapıya evirilecektir. Nitekim PKK bile kendi dünüyle hesaplaşıp silahlara veda etmeye hazırlanarak CHP’den çok ileri bir noktada konumlanıyor. AK Parti de Türkiye’nin kronikleşen, dünden tevarüs eden hastalıklarını tedavi etmeye çalışarak iktidarını perçinleme yolunda ilerliyor.

MHP, Süreci Tehdit Etmeye Çalışıyor!

MHP'nin dün olduğu gibi bugün de ne dediği, ne önerdiği bilinmiyor. Kuşkusuz silahların susması ile birlikte MHP çok yakın vadede tarih sahnesinden silinecektir. MHP’nin kaba milliyetçiliği, ırkçı yapısı ne Kürt sorununun sebeplerini anlamaya ne de çözüm adına tek kelimelik öneri sunmaya imkân tanır. Aksine MHP’yi var eden, çatışma ve gerilim ortamından beslenen milliyetçi atmosferdir. Bu iklimin değişmesiyle birlikte MHP de birden biter. İşte bunu gören Bahçeli ve MHP’liler, barış sürecini; yalanlarla ve iftiralarla toplumun sinir uçlarına dokunarak sabote etmeye, toplumu kutuplaştırmaya çalışmaktadırlar. MHP Başkanı Bahçeli, ülkenin bölüneceği, devletin satıldığı gibi milliyetçi argümanlarla “Türklüğe” atıfta bulunarak muhataplarını “vatan müdafaasına” davet ediyor. 9 büyük ilde düzenlenecek “barışa hayır” mitinglerinin ilkini Bursa’da düzenleyip orada “vuralım, ölelim” nidaları arasında çok saldırgan ve tehditkâr bir üslupla konuşma yapıyor. Daha düne kadar ülkücü çetelere prim tanımadığı, ‘ülkücü saldırganlığı’ önlediği için olumlanan Bahçeli, barışa karşı sokağı galeyana getirmeyi hedefliyor. MHP belki şimdilik muhalefetini siyasetle yürütüyor olabilir ama zaman içinde yok olmamak için süreci tehdit edecek çılgınlığı yapmaya da hazır görünüyor.

Statükocu-vesayetçi-milliyetçi kesimler ve anlayışlar, barışın tesis edilmesini kendi sonları olarak görüyorlar. Çünkü şiddet sarmalından beslenerek, siyasete ve ülkeye yön veriyor, bu hukuksuzluk içinde kendi kayıt dışı uygulamalarına zemin bulabiliyorlardı. Bu durum iki taraflı statüko için de geçerlidir.

Kürt Sorunu Nasıl Çözülecek?

Barışa doğru heyecanlı ve istekli bir seyir var. Uzun soluklu ve oldukça meşakkatli olan bu süreç Kürt sorununun da siyasi yollarla çözümünün önünü açacaktır. Hükümetin ve Öcalan’ın kararlı olması, güvenli siyasal alt yapının inşasını kolaylaştıracaktır. Silahlı mücadelenin bir çözüm getirmediğini gören Öcalan’ın 2009’da önerdiği ve hükümetin o dönem de kabul ettiği yol haritası yavaş yavaş uygulanıyor. Özellikle hükümet kanadı konunun nezaketi gereği pek konuşmadan süreci ilerletmeye çalışıyor. Bir yandan provokasyonlara karşı tedbiri elden bırakmamaya çalışıyor diğer yandan muhataplarına ne oranda güvenebileceğini kestirmeyi amaçlıyor. O nedenle sık sık parlamentonun değil, hükümetin bu süreci yönettiğini belirterek, müzakereleri yasal değil fiilî bir zeminde sürdürme uğraşında. PKK kanadı ise ısrarla parlamentoyu sürece katmayı öneriyor. Hükümet diğer meselelerde de olduğu gibi sorunları esnek yöntemlerle zamana yayarak, toplumu irrite etmeden ve hassas dengeleri fazla zedelemeden çözme derdinde. Bu meselede de sürecin iyice olgunlaşmasını bekleyecektir. Ve geniş bir zamana yayacaktır. Özellikle Kürt ulusalcıları ne olduğunu, nasıl bir çözüm perspektifiyle muhatap olacaklarını pek anlayamadıkları için “somut” ve dişe dokunur sonuçları hemen görmek istemekteler. Oysa PKK ve Kürt sorununu ayrıştıran hükümet, çözüm için öncelikle sağlıklı bir siyaset ortamı üretmeyi amaçlamakta ve PKK’nin sınır dışına çekilmesiyle birlikte somut sonuçların elde edilebileceğini ima etmektedir. Fakat Kürt sorunuyla özdeşleşen PKK sorununun muhatapları ise çekilmeyle eş zamanlı olarak bazı taleplerin karşılanmasını arzulamaktalar. Tam da bu noktada, silahları gömmenin karşılığında Kürtler ne kazanacaklarını sorarak PKK’yi ihanetle suçlamaktalar. Özellikle ‘Bağımsız Kürdistan’ isteyenler PKK’nin ikinci bir Lozan’a imza atarak Kürdistan davasını sattığını iddia etmekteler. Hükümeti ve PKK’yi zor ve sancılı bir sürecin beklediği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.

Her ne kadar Başbakan PKK’nin sınır dışına çekilmesi sırasında bir saldırının olmayacağını temin etse de 99’daki geri çekilmede büyük kayıplar veren PKK haklı olarak endişe etmektedir. Sınır dışına çekilme, provokasyona açık ve uygun bir zemin sunmaktadır. Bu amaçla geri çekilmeyi gözetlemek ve toplumu sürece adapte etmek amacıyla önerilen “akil insanlar” komisyonu ile bu sorun aşılmaya çalışılıyor. Lakin PKK, Meclis’te kurulacak bir komisyonun bu görevi üstlenmesini istemekte. Gözetleme ve denetim işinin bir krize dönüşeceğine ihtimal verilmiyor. PKK’nin bu gibi konulardaki ısrarlarının büyük çoğunluğunun tabanını tutmaya yönelik olduğu belirtiliyor. Aynı biçimde hükümetin de zaman zaman üslubunu kesinlik adına sertleştirmesiyle tabanın kaymamasının hedeflendiği biliniyor.

Kürt sorununun çözümünün en önemli dinamiğini yeni anayasa oluşturacak. Vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim gibi temel konular yeni anayasayla belirlenebilecek hususlar. KCK tutuklularının salıverilmesi için 4. Yargı Paketi geniş bir imkân sunuyor. Yerel Yönetimlere Özerklik Şartı’na konan çekincenin de kaldırılacağı ifade ediliyor. Bununla beraber neyin ne zaman yapılacağına dair açık bir takvimin olmadığı görülüyor. Bu da sabırsızları ister istemez telaşlandırıyor. PKK ve BDP Kürtlere statüyü ön plana çıkarmaktalar. Hâlbuki Öcalan’ın mesajında vurguladığı birliktelik ruhu, yeni anayasada eşit yurttaşlık tanımına karşılık gelmekte. Yine Öcalan’ın ulusçuluğa karşı çıkarak hep beraber yaşama kültürünü teşvik etmesi de statünün gereksizliğini işaret etmektedir.

Silahlar sustuktan sonra bölgeye yapılacak yatırımlar, güven ve istikrar ortamının gelişmesi bölgenin sosyolojisini ve siyasi dinamiklerini de yeniden şekillendirecek. Özellikle hükümetin 2023 vizyonu kapsamında siyasi ve ekonomik anlamda ulaşmaya çalıştığı hedeflerin tutması halinde birçok şeyin yeniden dizaynı mümkün olacak. Son günlerde Erdoğan’ın “2023’te başbakan olsaydım eyalet sistemini düşünürdüm.” sözleriyle eyalet sistemine yeşil ışık yakması, Osmanlı’daki eyalet sisteminin Osmanlı’nın güçlü siyasi-ekonomik yapısıyla mümkün olduğunu ifade etmesi Kürt sorununun çözümünde birçok sürprizle karşılaşabileceğimizi de göstermektedir. Ama her şeyden önemlisi öncelikle akan kanın durması ve silahların bir an evvel susmasıdır.

Sonuç

Silahların susmasıyla beraber, bölgenin siyasi yapısında bariz değişiklikler olacak, Kürt toplumunun gerçek ve asıl siyasi yönelimi aşağı yukarı netleşecektir. PKK’nin silahlarının gölgesinde siyaset yapmanın, özgürce örgütlenmenin zorluğu bölgedeki her kesimin malumu. Farklı düşüncelerin kendini siyasi zeminde ifade etmesi, toplumsal bir taban bulmak için çabalaması PKK’nin hemen hiç istemediği bir şey. Silahların devri kapandıktan sonra; travmatize olmuş toplum kesimleri arasında tanımlayıcı bir kimlik olarak sahiplenilen ve zihinsel algıda kopuşu dayatan milliyetçilikten zamanla uzaklaşılacaktır. Irak’ta, Suriye’de eksen değişikliklerine giden Kürt siyaseti, Ortadoğu’da yaşanan İslami uyanışın da katkısıyla bu bölgede de kendi eksenini bulacak, silahların sustuğu bir ortam her halükarda Müslüman Kürt halkının lehine bir sonuç doğuracaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR