1. YAZARLAR

  2. Uri Avnery

  3. İsrail-Filistin Sorununa Farklı Bir Bakış Açısı

İsrail-Filistin Sorununa Farklı Bir Bakış Açısı

Ocak 2005A+A-

2000 Eylül'ünde patlak veren şiddetli çatışmalara "El Aksa İntifadası" adı verildi. Ama aslında bu 19. yy sonunda Siyonist hareketin doğmasıyla başlamış tarihi anlaşmazlığın bir başka evresiydi.

İsrail ve Filistin'de bu anlaşmazlık beş kuşaktır devam ediyor. Bugünkü kuşağın bütün maddî ve zihinsel dünyasını bu çatışma şekillendiriyor ve hayatlarına her yönüyle egemen oluyor.

Bu uzun süren anlaşmazlık boyunca, her savaşta olduğu gibi, iki tarafta da yığınla masal üretildi, tarih çarpıtıldı, propaganda amaçlı sloganlar ve önyargılar biriktirildi.

Her iki tarafın da anlaşmazlığa yaklaşımı 120 yıldır onlara anlatılan tarih tarafından şekillendirildi. Siyonist tarihle Filistinlilerin anlattığı tarih, hem genel bakış açısıyla hem de ayrıntılarında, tam olarak birbirinin zıddı.

Anlaşmazlığın başladığı günden bu yana Siyonist/İsrail liderleri, tarihin Filistin versiyonuna karşı tamamen umursamaz bir tavır takındılar. Çözüme ulaşmak istedikleri zamanlarda bile, Filistin halkının ulusal özlemleri, travmaları, korkuları, umutları konusunda umursamaz olduklarından, bu çabalar en başından kaybetmeye mahkûmdu. İki taraf arasında bir eşitlikten bahsetmek imkânsız olduğu halde, benzer bir durum diğer taraf için de geçerliydi.

Böylesine uzun bir tarihi süreç içinde gelişmiş olan anlaşmazlığın çözümü, sadece her iki tarafın da ötekinin zihinsel politik dünyasını anlamaya ve diğerini eşiti olarak görüp karşı karşıya konuşmaya hazır olmasıyla mümkündür. Hor gören, güç odaklı, mütehakkim, duyarsız ve cahilce yaklaşımlar kabul edilebilir bir çözüme ulaşılmasını önler.

Kendilerine bel bağlanan "solcu" İsrail hükümetlerinin de, başlangıçta vaat ettikleri ile korkunç uygulamaları arasında derin uçurumlar olmuştur. (Mesela, Ehud Barak hükümeti dönemi)

Hemen Barış (Peace Now) gibi eski barış hareketlerinin ("Siyonist sol" ya da "akıl yanlıları" olarak da bilinirler) büyük bir kısmı da bu tür davranışlardan muzdarip olduğundan, kriz anlarında işlevlerini yitirmektedirler.

Bu sebeple, yeni İsrail barış cephesinin ilk görevi, kendini yanlış ve tek taraflı görüşlerden arındırmaktır.

Bu, İsrail söyleminin otomatik olarak reddedilmesi ve Filistin'in söyleminin sorgusuz sualsiz kabul edilmesi, ya da bunun tam tersi anlamına gelmez. Ancak iki ulusal deneyim arasında köprü kurmak ve onları ortak bir söylemde birleştirmek için, her iki tarafın da, diğerini dinlemeye ve durumunu anlamaya hazır olması gereklidir.

Diğer her yol, iki halk ve İsrail -Arap dünyası arasında, şiddet içeren düşmanlıklarla bölünen, dönemlik zahiri rahatlamalar ve yatışmalara yol açacak, çatışmanın sürekli hale gelmesini sağlayacaktır. Kitle imha silahlarının geliştirilme hızına bakacak olursak, bu düşmanlığın ileriki aşamaları çatışmanın her iki tarafının da yok oluşuna yol açabilir.

Çatışmanın Kökeni

Çatışma temelinde Yahudi-İsrail ulusuyla Arap-Filistin ulusunun çatışmasıdır. Dini ve sosyal, diğer unsurları içerse de özünde milliyetçi bir çatışmadır.

Siyonist Hareket, aslında Avrupa'da ortaya çıkan, az ya da çok antisemitist olan milliyetçi hareketlere karşı Yahudilerin tepkisidir. Avrupa ulusları tarafından dışlanan Yahudilerden bazıları, kendilerini ayrı bir ulus olarak yapılandırmaya ve yeni Avrupa modelini takip ederek, kendi kaderlerini tayin edebilecekleri bir ülke kurmaya karar verdiler.

 Geleneksel ve dini etkenler Siyonist Hareket'i Filistin'e (İbranice'de Eretz İsrael) getirdi ve Yahudi devletinin burada kurulmasına karar verildi. Düsturları, "topraksız insanlar için insansız topraklar"dı. Bu düstur, sadece cahilce tasarlanmakla kalmamıştır, ayrıca Avrupa'da o dönemlerde Avrupalı olmayanlara karşı takınılmış olan küstah tavrı da yansıtır.

Ne 19. yy.'ın sonunda, ne de başka bir dönemde, Filistin bir "boş toprak" olmadı, o zamanlar %90'ı Araplardan oluşan 500 bin kişinin yaşadığı bir bölgeydi. Bu nüfusa, tabii ki, topraklarına akın eden yabancı yerleşimciler dâhil değildir.

Milliyetçi Arap Hareketi, Siyonist Hareket'le neredeyse eş zamanlı olarak, önce Osmanlı İmparatorluğu'yla, ardından I. Dünya Savaşı sonrasında, bu imparatorluğun yıkıntıları üzerine kurulmuş sömürgeci rejimlerle savaşmak üzere ortaya çıktı. Ayrı bir Arap-Filistin milli hareketi, İngilizlerin "Filistin" adıyla ayrı bir devlet kurmasından sonra, Siyonist sızıntıya karşı mücadele sırasında ortaya çıktı.

I. Dünya Savaşı'nın sonundan bu yana, iki milliyetçi hareket, - Yahudi-Siyonist ve Filistinli-Arap- arasında devam eden bir çatışma vardır. Her iki hareket de aynı bölgede –taban tabana zıt-amaçlarına ulaşmak peşindedirler. Bu durum bugüne kadar değişmemiştir.

Avrupa'da Yahudilere yapılan zulmün dozunun artması ve dünya ülkelerinin cehennemden kaçmaya çalışan Yahudilere kapılarını kapatması sonucunda Siyonist hareket güç kazandı. Nazi antisemitizmi, eğitimli işgücünün, entelektüellerin, teknolojinin ve sermayenin, kitleler halinde Filistin'e göçmesine neden olarak, Siyonist ütopyayı gerçekleşebilir, bir modern girişim haline dönüştürdü. Altı milyon Yahudi'nin canını alan Holokost (Yahudi soykırımı), Siyonist harekete müthiş boyutlarda etik ve politik güç sağlayarak, İsrail devletinin kurulmasına giden yolu açtı.

Yahudi nüfusun topraklarında çoğalmasına tanık olan Filistin halkı, Yahudilere karşı Avrupalılarca işlenmiş suçların bedelinin, neden kendilerince ödenmesinin beklendiğini anlayamadı. Yahudi göçünün devamına ve topraklarının Yahudilerce ele geçirilmesine şiddetle karşı çıktılar.

Ülkedeki iki halk arasındaki savaş duygusal bir ortamda "travmaların savaşı" olarak ortaya çıktı. İsrailli-İbrani ulusu, Avrupa'daki Yahudilerin yaşadığı zulmün (katliamlar, toplu sınır dışı edilmeler, engizisyon, pogromlar ve holokost) travmatik hatırasını taşıdı. Öteden beri kurban oldukları bilinciyle yaşadılar. Arap-Filistin halkıyla yaşanan çatışma, onlara sadece antisemitizmin devamı olarak göründü.

Arap-Filistin ulusu halifeler çağının muhteşem hatıralarının ardından, bütün hakaret ve aşağılamalarıyla, yüzyıllarca devam eden sömürgeci zulmün hatıralarını taşıyordu. Onlar da kurban oldukları algısıyla yaşadılar. 1948'deki Nakba (felaket), onlara Batılı sömürgecilerin baskı ve aşağılamalarının devamı olarak göründü.

Her iki ulusun da, diğerinin varlığını kabul etmeyen kör inadı, kaçınılmaz olarak, kollektif bilinçlerinin derinliklerinde yanlış ve çarpık algılamalara yol açtı. Bu görüşler, bugüne kadar, her iki ulusun da, birbirlerine karşı davranışlarını etkilemeye devam ediyor.

Araplar, Yahudilerin Filistin'e doğal kaynaklarını kontrol etmek ve Arap dünyasını fethetmek için Batılı emperyalistler tarafından yerleştirildiğine inandılar. Bu iddia, Siyonist hareketin Arap direnişini kırmak için, en başından beri en az bir Batılı güçle müttefik olması gerçeğiyle desteklendi (Herzl günlerinde Almanya, Uganda Planı ve Balfour Deklarasyonu'ndan manda döneminin sonuna kadar Britanya, 1948'de Sovyetler Birliği, 1950'lerden 1967 savaşına kadar Fransa ve o günden beri de Amerika Birleşik Devletleri.) Bu durum, Siyonist girişimle emperyalist ve sömürgeci güçler arasında, milliyetçi Arap hareketine karşı pratikte bir işbirliği ve çıkar grubu oluşmasıyla sonuçlandı.

Öte yandan, Yahudileri Avrupa'nın ateşinden kurtarmaya kararlı Siyonistler, Siyonist girişime karşı Arap direnişini, İslam'ın ve Arapların cani doğasının bir sonucu olarak gördüler. Onların gözünde Arap savaşçılar birer "çete", dönemin isyanları da "çete savaşları" idi.

Aslında, en aşırı Siyonist lider Vladimir (Ze'ev) Jabotinsky, 1920'lerde, Siyonist yerleşimlere karşı Arap direnişinin kaçınılmaz ve doğal olarak, –Jabotinsky'nin bakış açısıyla- "yerli" halkın, kendi ülkesini yabancı işgalcilere karşı haklı savunma tepkisi olduğunu kavrayan tek kişiydi. Jabotinsky, ayrıca ülkede Arapların belirgin biçimde ayrı bir milli kimliği olduğunu da anlamış, Filistin-Arap direnişini sona erdirmek için Arap ülkelerinin liderlerine rüşvet verme çabalarını da alaya almıştı. Ne var ki, Jabotinsky'nin çözümü de Araplara karşı bir "demir perde" dikmek ve direnişlerini güç kullanarak ezmekti.

Bu birbirinin tam zıddı olan algılamalar, anlaşmazlığın her bir noktasına sinmiştir. Mesela Yahudiler, "Yahudi İşgücü" mücadelelerini, entelektüelleri, esnafı, orta sınıfı ve spekülatörleri işçi ve çiftçiye dönüştüren, gelişmeye yönelik sosyal bir çaba olarak tanımlıyorlardı. Araplarsa bunu, Siyonistlerin onları yok etmek, işgücü pazarından dışlamak ve kendi toprakları üstünde, Arapların olmadığı, ayrılıkçı bir Yahudi ekonomisi yaratmak için yürüttüğü ırkçı bir hareket olarak gördüler.

Siyonistler, "toprağın kefareti"ni verdikleri için gururluydular. Toprağı, dünyanın her yanındaki Yahudilerden toplanan parayla, karşılığını vererek satın almışlardı. Çoğu önceki hayatlarında entellektüel veya tüccar olan "Olim"ler, (yeni göçmenler, aslında hacıydılar) şimdi hayatlarını ağır işçilikle kazanıyorlardı. Tüm bunları barışçıl amaçlarla ve tek bir Arap'ı toprağından etmeden elde ettiklerine inandılar. Araplar içinse bu, topraklarından sürülmelerinin acı hikâyesiydi: Yahudiler, toprağı Filistin şehirlerinde ve yurtdışında yaşayan, toprak sahibi Araplardan satın almış ve nesillerdir bu topraklarda yaşayan, çiftçilik yapan köylüleri zorla sürmüştür. Siyonistler önce Türk, daha sonra İngiliz polisinden bu konuda yardım almıştır. Arap kitleler, toprakları ellerinden alınırken umutsuzlukla olanları izlemişlerdir.

Siyonistlerin başarıyla "çölü yeşerttikleri" iddialarına karşı Araplar, birkaç yüzyıl boyunca, Filistin'i nispeten kalabalık, gelişmiş bir bölge ve çevresindeki komşularının eşiti olarak tanımlayan Avrupalı gezginlerin tanıklıklarını aktardılar.

Bağımsızlık ve Felaket

1948 Savaşı'nın ardından iki halkın yaklaşımları arasındaki fark açıldı. Yahudiler, "Bağımsızlık Savaşı" hatta "Özgürlük Savaşı" dediler, Araplarsa "El Nakba", yani felaket...

 Bölgede çatışma ciddileşirken, soykırımın (holokost) uyandırdığı etkiyle Birleşmiş Milletler, ülkenin Arap ve Yahudi olarak iki devlete bölünmesine karar verdi. Kudüs ve çevresi anlaşmadan ayrı tutularak uluslararası jüriye bırakıldı. Yahudiler, yerleşim olmayan Negev Çölü de dâhil olmak üzere toprağın %55'ine sahip oldu.

Siyonist Hareket'in çoğunluğu, temel meselenin Yahudi egemenliğini sağlamak olduğu inancıyla taksime dayalı çözümü kabullendi. David Ben-Gurion, kapalı toplantılarda, ilk fırsatta Yahudilere verilen toprağı genişletmek niyetinde olduğunu hiç bir zaman saklamadı. Bu sebeple, İsrail'in Bağımsızlık Deklarasyonu, devletin sınırlarını tanımlamadı. İsrail sınırlarını bugüne kadar tanımlamamıştır.

Arap dünyası taksim planını kabul etmedi; bunu, o zamanlar aslen batı uluslarının ve komünist ülkelerin kulübü olan Birleşmiş Milletler'in, kendisine ait olmayan bir toprağı alçakça bölme girişimi olarak değerlendirdi. Ülkenin yarısından fazlasının, nüfusun 1/3'ünü oluşturan Yahudi azınlığa verilmesi, durumu gözlerinde daha da affedilemez kıldı.

Taksim planının ardından Arapların başlattığı, her iki tarafın da olabildiğince çok toprak ele geçirmeye ve diğer tarafın nüfusunu sürmeye çalıştığı savaş, kaçınılmaz olarak "etnik" bir savaş oldu. Böyle bir harekâta (daha sonraları "etnik temizlik" olarak tanımlandı) mezalim ve tehcir zamanla karışır.

1948 Savaşı, Arap-Siyonist anlaşmazlığının doğrudan devamıydı ve her iki taraf da kendi tarihi amacını gerçekleştirmeye çalıştı. Yahudiler, toprakları olabildiğince geniş, homojen bir ulusal devlet kurmak, Araplarsa Filistin'e yerleşmiş Siyonist Yahudi varlığını çıkarıp atmak istiyordu

İki taraf da savaşın ayrılmaz parçası olarak etnik temizlik uyguladı. Yahudiler tarafından ele geçirilen topraklarda neredeyse hiç Arap, Araplarca ele geçirilen topraklardaysa neredeyse hiç Yahudi kalmadı. Yahudilerce ele geçirilen topraklar gayet büyükken, Araplar sadece küçük bölgeleri (Etzion Bloku, Kudüs-eski şehirdeki Yahudi mahallesi) ele geçirebildi, sonuç tek tarafın çıkarınaydı. "Nüfus mübadelesi" ve "transfer" fikirleri Siyonist örgütlerin içinde 1930'ların başından itibaren gelişmeye başlamıştı. Bu, Arap nüfusun ülkeden sürülmesini sağlamak amacını taşıyordu. Öte yandan Arapların çoğunluğu da Siyonistlerin geldikleri yere dönmeleri gerektiğini düşünüyordu. 

"Çoğa karşı az" miti, 650,000 kişilik Yahudi toplumunun yüz milyondan fazla olan Arap dünyasına karşı durumunu tanımlamak için, Yahudi tarafında yaratıldı. Yahudi toplumu savaşta nüfusunun %1'ini kaybetmişti. Arap tarafı ise bambaşka bir tablo görüyordu: Seslerini duyuracak bir ulusal lideri olmayan, birlik içinde yönetilemeyen zayıf kuvvetleri ve çoğunlukla demode silahlarıyla, bölünmüş Arap nüfusu, kendisine akan silahların (özellikle Sovyet bloğundan) kullanımında gayet iyi eğitimli, son derece organize bir Yahudi toplumuyla karşı karşıyaydı. Komşu Arap ülkeler Filistinlilere ihanet ettiler, sonunda ordularını Filistin'e yolladıklarındaysa, bir plana bağlı olmaksızın, dağınık bir şekilde, temel olarak birbirleriyle rekabet içinde hareket ettiler. Sosyal ve askeri açıdan bakıldığında, İsrail tarafının mücadele gücü, sömürge döneminden yeni kurtulmakta olan bu Arap devletlerinden kat kat üstündü.

Birleşmiş Milletler'in planına göre, Yahudi Devleti, nüfusunun neredeyse yarısını Arapların oluşturduğu Filistin'in %55'ini alacaktı. Savaş sırasında Yahudi devleti, Filistin'in %78'ini neredeyse tamamen Araplardan temizleyerek ele geçirdi. Nasıra'nın (Nazareth) ve Galile'nin bazı köylerindeki Arap nüfus tam anlamıyla şans eseri bölgelerinde kalabildi. Üçgen, Kral Abdullah tarafından yapılan anlaşma gereği İsrail'e verilmişti ve bu yüzden burada yaşayan Araplar sürülemedi.

Savaş sırasında 750,000 Filistinli yerlerinden edildi. Bazıları kendilerini savaş alanının ortasında bularak, her savaşta sivillerin yaptığı gibi kaçtılar. Bazılarıysa, Deir-Yasin katliamında olduğu gibi terör yoluyla sürüldü. Diğerleri, etnik temizlik amacıyla sistematik olarak kovuldu.

Mültecilerin, normal olarak diğer savaşlarda olduğu gibi, savaş bittikten sonra evlerine dönmesine izin verilmemesi, tehcirin kendisi kadar önemliydi. Tam tersine, yeni İsrail Devleti Arapların ayrılmasını bir şans olarak gördü ve 450 Arap köyünü tamamen sildi. Yıkıntıların üstüne, çoğunlukla önceki isminin İbranice versiyonunu alan yeni Yahudi köyleri kuruldu. Yıkılmış kasabalar yeni bir göçmen dalgasıyla doldu. İsrail ders kitaplarından, bölgenin eski ahalisinden bahseden bölümler çıkarıldı.

Yahudi Devleti

1949 başında, ateşkes anlaşmalarının imzalanması tarihi çatışmaya son vermedi. Tersine, çatışmayı yeni ve daha şiddetli bir seviyeye taşıdı.

Yeni kurulan İsrail devleti, ilk yıllarını homojen "Yahudi devleti" karakterini sağlamlaştırmaya adadı. "Namevcutlar" (evlerine dönme izni verilmeyen mülteciler) tarafından boşaltılan, resmi olarak "mevcut namevcutlar" olarak adlandırılan nüfusun (İsrail'de kalmış ama İsrail vatandaşlığı verilmemiş Araplar) ve hatta Arap İsrail vatandaşlarının çoğunun elinden alınan geniş çapta araziler kamulaştırıldı. Bu topraklar için yoğun bir Yahudi ağı oluşturuldu, Yahudi göçmenler kitleler halinde gelmeleri için davet, hatta teşvik edildi. Bu yoğun çaba birkaç yıl içinde ülkenin nüfusunu birkaç kat arttırdı.

Aynı zamanda Devlet, Filistin ulusal kimliğini yok etmek için etkin çaba gösterdi. İsrail'in yardımıyla, Trans-Ürdün Kralı Abdullah, Batı Şeria'nın kontrolünü üstlendi. O günden beri bölge, İsrail ordusunun garantisi altında, Haşimi Ürdün Krallığı olmuştur.

İsrail ile Haşimi Ürdün Krallığı arasında üç kuşaktır devam eden ittifakın temel gerekçesi, geçmişte ve –bugün- İsrail liderleri tarafından, Siyonist amaca ulaşma yolunda potansiyel tehdit olarak görülen, bağımsız ve tanınabilir bir Filistin Devleti'nin kurulmasını önlemektir.

1950'lerin sonlarında, Yaser Arafat ve yandaşlarının, sadece İsrail'e karşı mücadele yolu olarak değil, ayrıca Filistin davasını Arap hükümetlerinin hegemonyasından kurtarmak için de Filistin Kurtuluş Hareketi'ni (El Fetih) kurmasıyla, Filistin tarafında tarihi bir değişim yaşandı. Bu hareketin, daha çok Cemal Abdül Nasır'a mal edilen büyük Pan-Arap dalgasının başarısızlığının ardından ortaya çıkmış olması tesadüf değildi. Bu noktaya kadar, pek çok Filistinli bir birleşik Pan-Arap devletine dâhil olmayı ümit ediyordu. Bu ümidin sönmesiyle birlikte ayrı bir Filistin ulusal kimliği kendini yeniden teyit etti.

 1960'ların başında Cemal Abdül Nasır, daha çok, İsrail'le arasında istenmeyen bir savaşa sebep olabilecek bir bağımsız Filistin hareketinin önünü kesmek için, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) kurdu. Örgütün amacı Filistin'de Mısır kontrolü fikrini yerleştirmekti. Haziran 1967 Savaşı'ndaki Arap bozgunundan sonra, Yaser Arafat'ın El-Fetih'i, o güne kadar Filistin halkının yegâne temsilcisi olan FKÖ'nün kontrolünü ele aldı.

Altı Gün Savaşı

Son 120 yıldır olan her şeyde olduğu gibi, Haziran 1967 Savaşı'nı da, her iki taraf çok farklı açılardan gördü. İsrail'in hikâyesine göre bu savaş, mucizevî bir şekilde İsrail'in eline pek çok toprak bırakan, çaresiz bir savunma savaşıydı. Filistin'in hikâyesine göreyse, İsrail ta başından beri, Filistin'den arta kalanı ele geçirmek amacıyla, kendi istediği bir savaşa Mısır, Suriye ve Ürdün liderlerini çekmiştir.

Birçok İsrailli "Altı Gün Savaşı'nın" yılanın başı olduğuna inanır, bu olaydan sonra barışsever ve gelişen İsrail, bir fatih ve işgalciye dönüşmüştür. Bu inanç, Siyonizm'in ve İsrail Devleti'nin o noktaya kadar ki tarihinin mutlak saflığını korumalarına ve eski hikâyelerini sürdürmelerine olanak sağlıyordu. Bu efsanenin hiç bir doğruluğu yoktur.

1967 Savaşı iki ulusal hareket arasındaki eski kavganın bir başka evresiydi. Çatışmanın ruhunu değil, şartlarını değiştirdi. Siyonist hareketin ana amaçları –Yahudi Devleti, genişleme, yerleşim- daha çok toprağın ele geçirilmesiyle ilerleme kaydetmiş oldu. Bu savaşa özgü bazı koşullar tam bir etnik temizliği olanaksız hale getirse de yüz binlerce Filistinli topraklarından sürüldü.

1947 taksim planı, İsrail'e Filistin topraklarının %55'ini vermiş, bu topraklara 1948 Savaşı'nda %23 daha eklenmişti. Ve şimdi, "Yeşil Hat'ın" (1967 öncesi ateşkes anlaşma sınırı) diğer tarafında kalan %22'lik kısım da ele geçirilmişti. 1967'de İsrail, istemeyerek, ülkesinde kalan Filistinli halkın (bazı mülteciler de dâhil) tamamını kendi yönetimi altında birleştirdi.

Savaşın sona ermesiyle birlikte, işgal altındaki topraklarda hemen yerleşim başladı. İsrail politikasının neredeyse tüm fraksiyonları –milliyetçi/Mesihçi Gush Emunim'den, solcu Birleşik Kibbutz Hareketi'ne- bu yayılma hareketini destekledi. Yigal Alon'dan (Hebron Yahudi yerleşimi) Şimon Peres'e (Kedumim yerleşimi) kadar, ilk yerleşimciler soldan ve sağdan birçok politikacı tarafından desteklendi.

İsrail hükümetlerinin hepsinin, her ne kadar farklı çaplarda da olsa, yeni yerleşimler açmış ve/veya yerleşimleri genişletmiş olmaları, yeni yerleşimler açma isteğinin tek bir ideolojik kampa değil tüm Siyonist Hareket'e özgü olduğunu kanıtlar. Yerleşme hareketini sadece küçük bir azınlık grubun yürüttüğü izlenimi bir yanılsamadır. 1967'den günümüze kadar süren böylesine uzun süreli ve maliyetli bir çabanın, hukuki, maddi ve stratejik altyapısı, ancak hükümetlerin bütün birimleriyle –bakanlıkları da dâhil- yoğun bir gayret göstermesi sonucunda kurulabildi.

Hukuki altyapı, "hükümete ait toprakların", Filistinli nüfusun esas olarak yaşadığı topraklar olmasına rağmen, İşgal Otoritesi'ne ait olduğu faraziyesi üzerine kurulmuştur. Böylece, yerleşimin uluslararası hukuka aykırı olduğu da söylenemez.

 "Büyük İsrail" ve "Topraktan Fedakârlık" taraftarlarının ayrılığı, iki tarafın da paylaştığı Siyonist hedefe ulaşma yolunda ortaya çıkar. Olabildiğince geniş topraklara yayılmış homojen bir Yahudi devleti, ama "patlamaya hazır bir nüfus bombası" tehlikesi olmadan. "Fedakârlık" taraftarları, nüfus meselesini vurgulayarak, Filistinli nüfusun İsrail Devleti sınırları dâhilinde kalmasını önlemek isterler. "Büyük İsrail" taraftarları içinse coğrafi mesele konunun temelidir. Onlar –gizli ya da açıkça- Yahudi olmayan nüfusun ülkeden sürülmesinin (kod adı: "transfer") mümkün olduğuna inanırlar.

İsrail ordusunun üst düzeyi, yerleşimlerin planlanması ve kurulmasında büyük rol oynadı. Ariel Şaron'la özdeşleşen yerleşimler haritası yapıldı: Yerleşim blokları ve bunları birbirine bağlayan, Batı Şeria'yı ve Gazze Şeridi'ni parçalara bölen, Filistinlileri etrafı yerleşimler ve işgal kuvvetleriyle çevrili, birbirinden kopuk bölgelerde hapseden, yatay ve dikey geçiş yolları.

Filistinliler çeşitli direniş yöntemleri geliştirdiler, daha çok Ürdün ve Lübnan sınırlarında olmak üzere İsrail'de ve dünyanın diğer bölgelerinde saldırılar düzenlediler. Filistinliler bu eylemleri işgal altındaki insanların haklı direnişi olarak görürken, İsrailliler "terör" olarak değerlendirdi. İsrailliler tarafından terörün başı olarak görülen, Yaser Arafat'ın önderliğindeki FKÖ, zaman içinde uluslararası düzeyde tanınan, Filistin halkının "tek yasal temsilcisi" konumuna geldi.

1987'nin sonunda Filistinliler, bu eylemlerin, yavaş yavaş topraklarını ayaklarının altından çeken yerleşim hareketini sona erdirmeyeceğini anladılar; kendiliğinden başlayıp toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir halk ayaklanması olan İntifada'yı başlattılar. Bu ("ilk") İntifada sırasında, İsrail'in kayıplarının bir kaç katı, yüzlercesi çocuk olmak üzere, 1500 Filistinli öldürüldü.

Fakat bu, "Filistin meselesi"ni tekrardan İsrail'in ve uluslararası camianın gündemine oturttu.

Barış Süreci

Ekim 1973 Savaşı, Mısır ve Suriye güçlerinin ilk başta sürpriz başarılarıyla başlayıp, sonunda yenilgileriyle sonuçlanınca, Yaser Arafat ve yakın çevresi, Filistinlilerin ulusal emellerinin askeri yollarla gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna ikna oldu. İsrail'le anlaşarak; müzakereler yoluyla, Filistinlilere en azından ülkenin bir kısmında, bağımsız bir devlet kuracak siyasi bir seçenek yaratmaya karar verdiler.

Bu plan için zemin hazırlamak üzere Arafat, kamuoyunu etkileyebilecek önemli İsrailli kişilerle ilişkiye geçti. Elçileri (Sait Hamami, Issam Sartavi), İsrailli barış öncüleriyle, 1975'in sonunda "İsrail-Filistin Barışı İçin İsrail Konseyi"nin kurulmasıyla sonuçlanan görüşmeler yaptılar.

İsraillilerin gittikçe büyüyen İntifada bıkkınlığı, Ürdün'ün resmen Batı Şeria'dan çekilmesi, uluslararası durumun değişimi (komünist bloğun yıkılması, Körfez Savaşı) ile birlikte, zamanla yoğunlaşarak devam eden bu görüşmeler, Madrid Konferansı'na ve sonra da Oslo Anlaşması'na giden yolu açtı.

Oslo Anlaşması

Oslo Anlaşması'nın olumlu ve olumsuz yönleri vardı.

Bir olumlu tarafı; İsrail'in, Filistin halkını ve ulusal liderini ilk kez resmi olarak tanımasını ve Filistin ulusal hareketinin de İsrail'in varlığını kabul etmesini sağlamasıydı. Bu açıdan anlaşma –ve öncesinde gerçekleşen mektuplaşmalar- son derece tarihi öneme sahipti.

Anlaşma Filistin ulusal hareketine, Filistin toprağında sınırları belli bir alanı, "kurulmakta olan bir devlet"in temelini ve silahlı kuvvetlerini –sürmekte olan Filistin davası için büyük öneme sahip olgular- sağladı. Anlaşma, İsrailliler içinse Arap dünyasının kapılarını açtı ve -yürürlükte olduğu sürece- Filistin saldırılarına bir son verdi.

Anlaşmanın en büyük eksiği, sonucunda iki tarafın da bambaşka amaçlarla devam etmesine olanak tanıyan, bir nihai amacın ifade edilmemesiydi. Filistinliler, geçici anlaşmayı işgali sona erdirmeye ve işgal altındaki bütün bölgelerde (Akdeniz'le Ürdün arasında eski Filistin'in %22'sini kaplayan alanda) Filistin devletinin kurulmasına giden bir yol sandılar. Diğer taraftan birbirini izleyen İsrail hükümetleri, anlaşmayı, işgali Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin büyük bölümünde devam ettirmek ve "özerk" Filistin'in İsrail ve yerleşimlerini korumak için ek güvenlik gücü rolünü doldurması için uygun buldular.

Nihai amaç tanımlanmadığından, Oslo Anlaşması çatışmaya son noktayı koymadığı gibi, bir de anlaşmazlık yeni bir safhaya girmişti.

İki tarafın beklentileri birbirinden çok uzak olduğundan ve her iki taraf da kendi ulusal "hikâyesine" sıkı sıkıya tutunduğundan, anlaşmanın her bölümü farklı yorumlandı. Sonuç olarak, anlaşmanın büyük bölümü daha çok İsrail tarafından uygulanmadı. (Örneğin: geri çekilme, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki güvenli geçiş bölgeleri.)

"Oslo Süreci" boyunca İsrail, öncelikle pek çok değişik kisve altında yeni yerleşimler yaratarak, eskilerini genişleterek ve ustalıkla inşa edilen geçiş yolları, kamulaştırmalar, ev yıkımları, ekili alanların yerle bir edilmesi yoluyla, etkin yayılmasına devam etti. Filistinliler kendi taraflarında zamanı, anlaşmanın çerçevesine uygun ya da olmayan yollardan, güçlerini toplamak için kullandılar. Gerçekte, tarihi çatışma, "Barış Süreci" adı altında, göstermelik müzakerelerle, azalmadan devam etti ve gerçek barışın yerine kondu.

İzak Rabin, suikastının ardından özenle şekillendirilen imajına aykırı olarak, "alanda" genişleme politikasına devam ederken aynı zamanda, İsrail bakış açısıyla, barışın sağlanması için siyasi süreci de başlatmıştı. Siyonist söylemin ve onun mitlerinin taraftarı olarak barış için beslediği samimi özlem kavramsal dünyasında çatışınca düşünsel tutarsızlıktan muzdarip oldu. Bu, dua eden Müslümanlara karşı katliama girişen Goldstein'ın ardından, Hebron'daki Yahudi yerleşiminden çıkmak konusundaki isteksizliğiyle açıkça ortaya çıktı. Filistin'in hikâyesinin bazı kısımlarını sadece hayatının sonuna doğru kavradığı açıktır.

Şimon Peres vakası ise daha vahim. Gelenekçi Siyonist bir şahin olarak kaldığı halde, kendine uluslararası barış sağlayıcı imajı çizdi, söylemini bile bu imajı yansıtacak şekilde ("Yeni Ortadoğu") ayarladı. Bu, 1995'te Rabin suikastının ardından gelen kısa ve kanlı başbakanlığı döneminde ve yine 2001'de Şaron Hükümeti'ne katılıp sözcülük görevini kabul ederek, özür dileyicisi olmasıyla açıkça ortaya çıktı.

 İsrail ikileminin en bariz dışavurumu Ehud Barak tarafından gerçekleştirildi. Tarihi çatışmanın Gordion düğümünü, büyük İskender'e yakışır bir şekilde, tek vuruşta çözebilme yeteneğine güvenerek iktidara geldi. Barak, konuya, Filistin tarafının hikâyesini tamamen görmezden gelip, onu tam manasıyla hor görerek yaklaştı. Önerilerini, Filistin tarafını hiç düşünmeden, ültimatomlar halinde sundu. Filistinliler bu önerileri reddettiğinde hem şaşırmış hem de öfkelenmişti.

Barak, hem kendi gözünde hem de tüm İsrail kamuoyunun gözünde, "her yolu deneyerek" Filistinlilere, "daha önceki başbakanların hepsinden daha cömert tekliflerde" bulundu. Karşılığında, Filistinlilerden bu tekliflerin "anlaşmazlığın sonu" olduğuna dair bir deklarasyon imzalamalarını istedi. Filistinliler, Barak'ın, geri dönme hakkı, Mescid-i Aksa da dâhil Doğu Kudüs'te hâkimiyet gibi en temel ulusal emellerinden vazgeçmeleri talebini saçma buldular. Dahası, Barak tarafından önemsiz olarak sunulan, ilhak edilen toprak oranı (yerleşim blokları gibi), Filistinlilerin hesaplarına göre Batı Şeria'nın %20'sinin İsrail'e ilhakını öngörüyordu.

Filistin bakış açısına göre, onlar zaten son tavizlerini, devletlerini Yeşil Hat'ın ötesine, tarihi topraklarının %22'sine kurmayı kabul ederek vermişlerdi. Bu sebeple, ancak bölgesel olarak önemsiz sınır değişikliklerini kabul edebilirlerdi. Geleneksel İsrail görüşü, 1948 Savaşı sırasında elde edilen toprakların tartışma dışı olduğu, ödünün bu toprakların dışında kalan %22'den verilmesi gerektiğiydi.

 "Ödün" kelimesi de, her iki taraf için, pek çok kavram ve terim de olduğu gibi, farklı anlamlar taşıyordu. Filistinliler, zaten Oslo'da kalan %22'yi kabul edip, topraklarının %78'ini "bırakarak" "ödün verdiklerine" inanıyorlardı. İsraillilerse, Filistinlilere toprağın %22'sini "vermeyi" kabul ederek "ödün verdiklerini" düşünüyorlardı.

Bunlar, 2000 yazında Camp David Zirvesi'nde, Arafat'ın isteği dışında ve hazırlık için zaman vermeden gündeme getirilmişti. Barak'ın, çatışmanın sona erdirilmesi için Filistinlilerden kabul etmesini istediği, mülteciler de dâhil olmak üzere geri dönüş haklarından feragat etmek, Doğu Kudüs konusunda karmakarışık düzenlemeler, Mescid-i Aksa üzerindeki haklarından vazgeçmek, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki büyük yerleşim blokları ve ilhakları, diğer bölgelerde ağır bir İsrail askeri varlığı (Ürdün Vadisi gibi) ve Filistin devletiyle dünyanın geri kalanı arasındaki sınırlarda İsrail varlığı gibi, talepleri Clinton'ın önerileri gibi sunuldu. Herhangi bir Filistinli liderin bu anlaşmayı imzalayıp, halkına kabul ettirme şansı yoktu, tabii ki zirve sonuçsuz sona erdi. Zirve'nin ardından Arafat, Filistinliler tarafından, Clinton ve Barak'ın baskılarına karşı direnip, teslim olmamış bir kahraman olarak kabul edilirken, Barak'ın ve Clinton'ın siyasi kariyerleri sona erdi. 

El-Aksa İntifadası

Zirvenin sonuçsuz kalması iki taraf arasında anlaşma umudunu yok etti ve Amerika Birleşik Devletleri'nin koşulsuz İsrail yanlısı tutumu "El-Aksa İntifadası" olarak adlandırılan yeni şiddetli çatışmalara yol açtı. Bu, Filistinliler için, topraklarını ayaklarının altından çekip alan, fazlasıyla uzamış ve ufukta sonu görünmeyen işgale karşı, haklı bir ulusal ayaklanma demekti. İsrailliler içinse, canice bir terörizm patlaması idi. Saldırıların planlayıcıları Filistinler tarafından ulusal kahramanlar, İsrailliler tarafından ise yok edilmesi gereken cani suçlular olarak görüldüler.

İsrail'de resmi medya, "yerleşimci" kelimesini bırakarak, yukarıdan gelen emirle, sıkça "ahali" kelimesini kullanmayı tercih etmeye başladı. Böylece tüm saldırılar sivillere yönelik saldırılar olarak göründü. Filistinlilerse yerleşimcileri, onları topraklarından süren, direnilmesi ve saldırılması gereken tehlikeli düşmanın mızrak ucu olarak algıladı.

El-Aksa İntifadası sırasında, İsrail Barış Kampı'nın büyük bir bölümü, inançlarının sığlığını ve köksüzlüğünü ortaya koyarak dağıldı. Siyonist söylemde hiçbir zaman gerçek bir değişikliğe gidilmediği ve bir de Filistin hikâyesi olduğu kabullenilmediği için, Filistinlilerin hareketleri anlaşılmaz göründü, özellikle Barak'ın "her yolu deneyerek, önceki başbakanların tümünden daha cömert tekliflerde bulunması"ndan sonra. Geriye kalan tek açıklama, Filistin Barış Kampı'nın İsrail Barış Kampı'nı kandırdığıydı. Siyonist sağın her zaman söylediği gibi, hiçbir zaman gerçekten barış istememiş, Yahudileri ülkeden kovarak denize dökmek istemişlerdi. Sonuç "Bizim hiç ortağımız yok" idi.

Sonuçta, Siyonist "sağ" ile Siyonist "sol" arasındaki ayırıcı çizgi neredeyse yok oldu. İşçi Partisi'nin liderleri Şaron Hükümeti'ne katılarak (örneğin Şimon Peres), O'nun en etkili özür dileyicileri oldular; öyle ki, resmi sol görüş işlevsiz hale geldi. Bu durum, kriz zamanında aradaki farklılıkların önemini yitirmesiyle, orijinal Siyonist hikâyenin, İsrail'deki politik sistemin kati birleştiricisi olduğunu kanıtladı.

 El-Aksa İntifadası (İkinci İntifada olarak da biliniyor), anlaşmazlığın dozunu yeni bir safhaya taşıdı. İlk üç yılında 2600 Filistinli ve 800 İsrailli öldürüldü. İsrail'in askeri operasyonları Filistinlilerin yaşamlarını cehenneme çevirdi, köy ve şehirleri birbirinden ayırıp ekonomilerini çökerterek pek çoğunu açlık sınırına getirdi; Filistinli militanların yargısız infazları (hedefli tasfiyeler) ve sıklıkla yoldan geçen sivillerin ölümü normal sayılır oldu. Şüphelileri öldürmek ya da tutuklamak için Filistin şehir ve köylerini basmak da günlük olaylardan sayılır oldu. Ramallah'taki karargâhında (Mukaata), sürekli hayati tehlike altında hapsedilen, Filistin özgürlük savaşının lideri Yaser Arafat işgale karşı direnişin en önemli sembolü haline geldi.

İsrail askeri ve siyasi yönetiminin beklentilerinin aksine, had safhadaki askerî ve ekonomik baskılar Filistin nüfusunu parçalamadı. En zor durumlarda dahi normal hayatlarını devam ettirdiklerini göstermeyi ve mücadele etmenin yollarını bulmayı başardılar. En etkili ve sarsıcı silahları, savaşı İsrail şehirlerinin merkezine taşıyan, intihar bombacılarıydı. İntifada, ayrıca turizmi felç ederek, yabancı yatırım akışını durdurarak, krizi derinleştirerek, ulusal ekonominin daralmasına, kamu hizmetlerinin çökmesine sebep olarak sosyal uçurumları genişletti ve iç baskıları arttırarak İsrail'de başka zararlara da yol açtı.

 "Siyonist Sol"un liderleri, bu saldırılara, özellikle de toplumun moralinde ciddi etkileri olan intihar saldırılarına cevap olarak, İsrail ve Filistin bölgeleri arasında fiziksel bir engel talep ettiler. İlk başlarda "Siyonist Sağ", Yeşil Hat gibi bir siyasi sınır yaratacağı korkusuyla "tecrit çiti" (duvar/çit) fikrine karşı çıktı. Ancak Ariel Şaron bir süre sonra, "duvar" fikrini kendi amaçları doğrultusunda kullanabileceğini anladı. Filistin bölgelerini birbirinden iyice ayırmak, geniş yerleşim bloklarını İsrail tarafında bırakmak ve Filistinlileri güçlü bir İsrail kontrolü altında, izole edilmiş ve etrafı sarılmış toprak parçalarına hapsetmek amacıyla, duvarın yapımına başladı.

El-Aksa İntifadası üçüncü yılını doldururken, İsrail halkında, savaş yorgunluğunun net belirtilerinin yanı sıra, işgalin büyüyen vahşiliğine duyulan tepkiler de görülür hale geldi. Ordu tarafından göreve çağırılan gençler arasında başlayan "vicdanî ret" hareketi, 27 Hava Kuvvetleri pilotunun isyanı, komando birliklerinin "yasa ve ahlak dışı" operasyonlara katılmayı reddedişi, devam eden işgale karşı güvenlik servisinin 4 eski şefinin yaptığı ortak açıklama, Sari Nüsebbih ve Ami Ayalon'un barış ilkelerini yayımlaması, Yosi Beilin ve Yaser Abed Rabo'nun Cenevre Girişimi, tecrit duvarı'na karşı devam eden mücadeleler, politikacı ve yorumcuların değişen tavır ve duruşları, bu tür belirtilerdendi.

2003'ün başında, Irak'taki Amerikan işgalinin ardından, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail-Filistin çatışmasının olumsuz sonuçlarına karşı daha duyarlı hale geldi. Amerika'nın içinde artan, George W. Bush'un ve Beyaz Saray'ın üzerinde büyük bir etkiye sahip olan, güçlü Yahudi, kökten dinci ve Hıristiyan lobilerinin baskıları sebebiyle, Amerikan hükümetinin çözüm üzerinde çalışma kabiliyeti çok sınırlıydı. Buna rağmen, ABD, Avrupa Birliği, Rusya ve BM dörtlüsü "Barış İçin Yol Haritası" denen şeyi takdim etmeyi başardılar.

2003 Yol Haritası da, 1993 Oslo Deklarasyonu'nun İlkeleri ile aynı temel hatalara sahipti. Oslo'dan farklı olarak, bir amaç tanımlıyorsa da ("İki Halk İçin İki Devlet"), gelecekteki Filistin Devleti'nin sınırlarının neresi olacağından bahsetmeyerek, "harita"nın temel içeriğini boşaltıyordu. Ariel Şaron yol haritasını (anlaşmanın içini boşaltan 14 şartla) kabul edebildi, ülkenin %10'una kurulmasını istediği, etrafı çevrilmiş Filistin topraklarına "Filistin devleti" demeye hazırdı.

Sonuç olarak, Oslo ve tabii ki Yol Haritası deneyimleri, ara çözümler öngören bir belgenin, barış anlaşmasının son ayrıntılarını açıkça ifade etmediği sürece bir değeri olmadığını ortaya koydu. Bu tanım olmadan, ara çözümlerin gerçekleşmesi olasılığı yoktur. İki taraf da farklı nihai amaçlarla hareket ederken, her ara safhada çatışma tekrar alevlenecektir.

 Yol Haritası'nın gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu gayet iyi bilen Şaron, 2003 yılının sonunda "Tek Yanlı Adımlar" planını açıkladı. Bu, Batı Şeria'nın neredeyse yarısının ilhakının, Filistinlileri –herhangi bir anda kapatılabilecek- yol, tünel ve köprülerle bağlanmış, birbirinden ayrı, etrafı çevrilmiş bölgelerde tutma planının diğer adıydı. Plan öyle bir şekilde yapılmıştı ki, Filistin nüfusu tamamen İsrail sınırları dışında tutulabiliyor ve kuşatılmış Filistin topraklarına hiç tampon bölge kalmıyordu. Plan, Filistinlilerle müzakere etmeye gerek duyulmadığı için, İsrail'in önyargılarını ve Filistinlilere karşı duyulan nefreti uyandırmadan, İsrail vatandaşlarına "barış ve güvenlik" getireceği vaadiyle, İsrail kamuoyunda uzun süredir dile getirilen barış isteğini kullandı.

 Bir yandan Şaron hükümetinin ve askeri yönetimin işgal altındaki bölgelerde yaşayan nüfusa saldırıları (yerleşimlerin genişlemesi, "ileri karakol" adı verilen yenilerinin kurulması, "tecrit duvarı"nın yapılması, sadece yerleşimcilere açık "geçiş yollarının" yapılması, ordunun Filistin kasabalarındaki operasyonları, "hedef gözeten tasfiyeler", evlerin yıkılması, ekili alanların talan edilmesi), öte yandan İsrail içinde Filistinlilerin gerçekleştirdiği ölümcül saldırılar, İsrail'in Filistinli vatandaşları için katlanılmaz bir hal aldı.

İsrail'in Arap vatandaşlarının, Yeşil Hat'ın diğer yanındaki kardeşlerine yardım etme yönündeki doğal dürtüsüyle, öte yandan İsrail'de eşit vatandaşlar olarak kabul görme istekleri birbiriyle çelişiyordu. Aynı zamanda İsrail'in Yahudi nüfusunun tüm "Araplara" karşı duyduğu korku ve nefret, büyümeye devam ederek eşitliği ve vatandaşlık haklarını temelden sarsmaya başladı. Ekim 2000'de, El-Aksa İntifadasının başlamasından hemen sonra, İsrail polisi Arap vatandaşlarının üzerine öldürmek üzere ateş açtığında bu süreç kritik bir noktaya geldi.

Bu süreç, İsrail'in gündeminde tekrar önem kazanan "nüfus problemi" ile birleşerek "demokratik Yahudi devleti" doktrinine dair yeni şüpheler ortaya çıkardı. İsrail Devleti'nin kuruluşundan itibaren, ne teoride ne de pratikte çözüm bulunamamış olan iki yaklaşım arasındaki iç çatışma hiç olmadığı kadar belirginleşti. Ne "Yahudi Devleti" kavramının tam karşılığı tanımlanmıştı, ne de resmi olarak "Yahudi" olduğu söylenen bir devletteki Filistinli azınlığın statüsü.

İsrail'i "bütün vatandaşların ülkesi" olarak tanımlamak ve Arap-Filistinli azınlığa tanımlanmış ulusal haklarını verme isteği gittikçe daha fazla duyuluyor, üstelik sadece Arap vatandaşlar tarafından değil.

Bu sürecin sonucunda çatışma İsrail-Filistin çatışması olmaktan çok, gittikçe Yahudi-Arap çatışmasına dönüştü. Yahudi diasporasının büyük çoğunluğunun İsrail'e olan desteği ve düşüncesiz hareketleri; Arap ve Müslüman kitlelerin Filistin davasına olan bağlılıkları ve liderlerinin hesapsız tavırları bu durumu pekiştirdi. Mart 2003'te Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin ve üç hafta sonra Abdülaziz El Rantisi suikastları ise yangını iyice alevlendirdi.

Yeni Bir Barış Kampı

Yeni Barış Hareketi, "genetik kodu" onu bütün ülkeyi ele geçirip, Yahudi olmayan nüfusu ülke dışına sürmeye iten Siyonist-İsrail hareketiyle, "genetik kodu" bu gidişe dur diyerek, ülkenin tamamında Filistin devleti kurmasını isteyen, Filistin ulusal hareketi arasındaki çatışmanın, anlaşmazlığın özü olduğu temeli üzerine kurulmalı. Bu çatışma "karşı konulamaz güçler arasında ve "sabit fikirler" arasında bir çatışma olarak görülebilir.

İsrail barış hareketinin amacı, tarihi çatışmaya son vermek için, Siyonist-İsrail "genetik kodunun" üstesinden gelip Filistinli barış güçleriyle işbirliği yaparak, iki halkın mutabakatına giden yolu açacak olan tarihi uzlaşma için, gerekli barış ortamını sağlamaktır. Filistin barış güçlerinin de amaçları benzerdir.

Bunun için, gelecekteki barış anlaşmasının diplomatik formülleri yetersiz kalır. İsrail barış hareketi öteki halkın kalbine dokunacak yeni bir ruhtan ilham almalıdır, bir barış ihtimali doğurmalı, eski hikâye ve ön yargılarla esir alınmış İsrailli kitlelerin de kalbini kazanmalıdır. Barış hareketi bütün İsrail halkının kalbine ve aklına hitap etmelidir.

Camp David yenilgisinin ardından, İsrail Barış Kampı'nın büyük bir bölümü çöktüğünde direnen ve hatta el-Aksa İntifadası başladıktan sonra bile mücadeleye devam eden tüm küçük ve tutarlı barış hareketleri, bu süreçte yönlendirici rol almalıdır.

Bu gruplar, bağımsız hareket ederek büyük çarkı döndüren, onun da daha büyük bir çarkı döndürmesine, sonunda da bütün bir makineyi çalıştırmasına neden olan küçük çarklara benzetilebilir. İsrail barış güçlerinin Filistin halkının tanınması, Filistin Devleti, FKÖ ile görüşmelere hazırlanma, Kudüs'ten fedakârlık gibi fikirlerin kamuoyunda büyük oranda kabul görmesi,  gibi başarılar bu yolla elde edilmiştir.

Yeni barış kampı, kamuoyunu, ulusal "hikâyenin" yanlışlarıyla yüzleşme cesaretini göstermeye yönlendirmelidir. Sonucunda iki tarafın hikâyeleri birleştirmeli ve tarihi aldatmacalardan temizlenmiş, iki tarafça da kabul edilebilir tek bir "hikâye" ortaya koyulmalıdır.

Bunu yaparken, İsrail kamuoyunun, Siyonist hareketin tüm olumlu yönlerine rağmen, Filistinli insanlara korkunç bir haksızlık yapıldığı gerçeğini anlamasına yardımcı olmalıdır. En aşırısı "Nakba" sırasında gerçekleşen bu adaletsizlik, bizi sorumluluk üstlenmek ve sonuçlarını olabildiğince düzeltmek zorunda bırakıyor.

Barış anlaşması, iki taraf da kalben ve günlük hayatta kabul etmediği sürece değersizdir. Anlaşma temel ulusal emelleri tatmin etmeli ve ulusal bütünlüğü ve onuru zedelememelidir.

Şu andaki durumda, İsrail ve Filistin'in iki bağımsız ülke olarak barış içinde birlikte yaşaması anlamına gelen, "İki Halk İçin İki Devlet" ilkesine dayanan çözüm dışında bir çözüm görünmemektedir.

Bazı zamanlarda dile getirilen, Akdeniz'le Ürdün arasında kurulu iki devleti, ya iki uluslu bir devlet, ya da milliyetsiz bir devletle değiştirme çözümünün olası ve arzu edilebilir olduğu görüşü gerçekçi değildir. Filistinliler kendilerine ait bir ulus devlet fikrinden vazgeçmeyeceği gibi, İsrail kamuoyunun da ezici çoğunluğu İsrail devletinin bozulması fikrine katılmayacaktır. Önümüzdeki on yıllar boyunca gerçekleşme şansı olmayan bu yanılsama, kısa vadede gerçekleşme şansı olan iki devletli çözüm fikrini zayıflattığı için tehlikelidir. Bu yanılsama, yerleşimleri kalıcı kılmak ve genişletmek için temel olarak da kullanılabilir. Eğer bir birleşik devlet kurulsaydı, ülke, çoğunluğunu korumaya çalışan bir tarafla, kovduğu diğer taraf arasında savaş alanına dönerdi.

Yeni barış kampı aşağıda sıralanan ilkelere göre oluşturulmuş bir barış planı hazırlamalıdır:

a. İşgal sona erecektir. Bağımsız ve geçerli bir Filistin devleti İsrail devletinin yanına kurulacaktır.

b. Yeşil Hat, İsrail ve Filistin devletleri arasında sınır olacaktır. Kısıtlı sınır değişimleri, özgür görüşmeler sonucunda her iki devletin de mutabakatıyla yapılabilir.

c. Bütün İsrailli yerleşimciler Filistin devleti topraklarından tahliye edilecek ve yerleşimler geri dönen mültecilere açılacaktır.

d. İki devlet arasındaki sınır karşılıklı anlaşmalarla insan ve mal geçişi için açık olacaktır.

e. Kudüs iki devletin de başkenti olacaktır. Batı Kudüs İsrail'in, Doğu Kudüs ise Filistin'in başkentidir. Mescid-i Aksa dâhil olmak üzere Doğu Kudüs'te yönetim tamamen Filistin'in olacaktır. Ağlama Duvarı ve Yahudi Mahallesi de dâhil olmak üzere Batı Kudüs'ün yönetimi ise tamamen İsrail'e ait olacaktır. İki devlet, şehrin belediye hizmetleri düzeyinde birleşik olduğuna dair anlaşmaya varacaklardır.

f. İsrail, Filistinli mültecilerin devredilemez bir insanlık hakkı olan, geri dönüş hakkını prensipte kabul edecek ve problemin yaratılmasındaki ahlaki sorumluluğunu üstlenecektir. Gerçek ve Uzlaşma Komitesi kurulacak, tarihi gerçekler tarafsız olarak değerlendirilecektir. Problemin çözümü, mültecilerin Filistin Devleti toprağına dönüşü, üzerinde anlaşılmış kısıtlı sayıda mültecinin de İsrail devleti toprağına dönüşü, ayrıca tazminat ödenmesi ve diğer ülkelerde yerleşimleri de kapsayan, acil, adil ve uygulanabilir, bir anlaşma ile sağlanacak, 

g. Su kaynakları ortak olarak kontrol edilecek, dağıtımı eşit ve adil olacaktır.

h. İki devlet arasında imzalanacak bir güvenlik paktı İsrail ve Filistin tarafının güvenlik ihtiyaçlarını dikkate almalıdır.  Anlaşma, uluslararası kamuoyu tarafından kabul edilmeli ve uluslararası garantilerle güçlendirilmelidir.

i. İsrail ve Filistin, diğer bölge ülkeleriyle işbirliğine giderek Avrupa Birliği benzeri bir bölgesel birlik kurabilir.

j. Bölge, kitle imha silahlarından bütünüyle arındırılacaktır.

Barış anlaşmasının imzalanması ve dürüstçe uygulanması, tarihi anlaşmazlığa son verecek ve iki halkın eşitlik ilkesine dayanan, karşılıklı saygı ve en üst seviyede işbirliğiyle uzlaşmasına giden yolu açacaktır.

Gush Shalom İsrail barış hareketinin en sağlam çizgisidir. El-Aksa İntifadası gibi kriz zamanlarındaki tereddütsüz duruşuyla bilinir. Gush Shalom, yıllardan beri İsrail barış hareketinin ahlaki ve siyasi gündemini belirleyen bir rol oynamaktadır.

Gush Shalom'un temel hedefi İsrail kamuoyunu şu ilkeler doğrultusunda kazanmaktır:

·                     İşgale son verilmesi.

·                     Filistin halkının doğal hakkı olan bağımsız ve bütün bir devlettir.

·                     1967 öncesi yeşil çizginin İsrail ve Filistin devletleri arasında barış sınırı olması.

·                      Kudüs iki devletin de başkentidir. Batı Kudüs İsrail'in, Doğu Kudüs Filistin'in başkentidir. Duvarla ya da barikatlarla ayrılmamış iki toplumun tamamen açık şehridir.

·                     Mülteci sorununa acil ve üzerinde uzlaşılmış bir çözüm bulunmalı, çözüm, üzerinde anlaşılmış, kısıtlı sayıda mültecinin İsrail devleti toprağına ve sınırsız mültecinin Filistin devleti toprağına dönüşünü içermeli. Ayrıca tazminat ödenmesi ve diğer ülkelerde yerleşimler de çözüme dâhil olmalı.

·                     Filistin topraklarındaki tüm yerleşimler boşaltılmalı.

Gush Shalom bağımsız ve parlamentolar dışı bir kuruluştur. Lobi ve partilere karşı sorumlulukları olmadığından hareket tavrını açıkça ve tamamen ortaya koyabilmektedir. Popülarite peşinde olmadığından Gush öncü gibi hareket edebilmektedir. –fikirleri kabul ettirmek için müdafaa etmek bazen yıllar hatta on yıllar alabilir.

Gush Shalom tamamen gönüllülere bağlıdır ve maaşlı çalışanı yoktur. Bütçesi İsrail ve yurt dışındaki barış grupları ve bireyler tarafından finanse edilir.

Gush Shalom –politik kampanyalardan, doğrudan eylemliliğe ve gösterilerden imza kampanyalarına, egemenliğin kabulü manifestolarına ve çok sayıda basılı yayınla geniş bir aktivite çeşitliliğine sahiptir. Bir kaç örnek vermek gerekirse:

"Filistinli Mahkûmlara Özgürlük" (Kampanya 1993)

"Kudüs-İki Devletin Başkenti" (İmza kampanyası, 850 önde gelen entelektüel, sanatçı, İsrail ödülü sahipleri, barış eylemcileri ve Filistinli liderlerce imzalandı,1995)

"Yerleşimlerde Üretilen Ürünleri Boykot Edin" (1997'den beri devam ediyor)

"Yeşil Hat'ı Toprağa Çekmek" (Kampanya,1997)

İsrail-Filistin Barış Anlaşması'nın ilk taslağının basılması (2001)

Savaş Suçları Kampanyası (2002)

Yaser Arafat'ın Şaron tarafından gerçekleştirilecek suikasttan korunması için insan kalkanı oluşturma (2003)

"Duvar Yıkılmalı" (2003'ten beri devam ediyor)

Kaynak: www.acikradyo.com.tr, 12.01.2005

İngilizceden çevren: Avi Haligua

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR