1. YAZARLAR

  2. Nurettin Şirin

  3. İntifada’yı Kuşanmak En Büyük Arzum

İntifada’yı Kuşanmak En Büyük Arzum

Ocak 2005A+A-

Bundan sekiz yıl önce 28 Şubat'ın hukuksuzluğu içinde Kudüs Günü programından dolayı yargılanıp sekiz yıl kadar cezaevinde kaldıktan sonra çıktınız. Bu süre zarfında Kudüs Davası'yla ilgili birçok gelişme oldu. Özelde de bir dönüm noktası sayılabilecek şekilde Şeyh Ahmed Yasin şehid edildi. Bu gelişmeleri hapishanede iken nasıl takip ediyordunuz? Diğer bir deyişle, intifada ile olan ilginiz nasıl seyretti, bu konuda bizi bilgilendirebilir misiniz?

Öncelikle hapishanede bulunduğum süreç içinde Filistin Dostları Girişimi'nin kurulmasının ve Kudüs Dergisi'nin yayına başlamış olmasının hem benim açımdan hem de hapishanedeki diğer kardeşler açısından çok sevindirici bir gelişme olduğunun altını çizerek konuya girmek istiyorum. Bu kutlu ve onurlu çabanın başarıyla devam etmesini tüm kalbimle diliyorum.

31 Ocak l997 tarihinde Sincan'da düzenlenen Kudüs Günü programında yaptığım konuşmada da ifade etmiştim: "Siyonistlerin ve onların baş hamisi emperyalist Amerika'nın tüm azgınlığına rağmen Filistin İntifadası Allah'ın izni ile zafere kadar yolunda devam edecektir. Ne ihanet anlaşmaları, ne siyonistlerin saldırganlığı ve ne de ümmetimizin bu konuda gereken duyarlılığı göstermemiş olması İntifada'nın zaferine mani olamayacaktır." Yine aynı konuşmamda, "Lübnan'daki Hizbullah direnişi siyonist işgalcileri Güney Lübnan'da er geç bozguna uğratacak ve inşaallah bizler pek yakında bu büyük zafere tanıklık edeceğiz. Zira siyonizme karşı destansı bir şekilde direnenlerin iman ve fedakârlıkları ve bu uğurda sundukları kurbanlar, hususen Abbas Musevî gibi yiğit önderlerin pak kanları bu zaferin müjdesi ve teminatıdır!" demiştim.

Allah'a sonsuz hamd ve sena olsun ki önce Lübnan'da bu büyük zafere tanık olduk. Bu kutlu zaferi nasıl bir sevinç ve coşkuyla takip ettiğimi kelimelerle ifade etmem mümkün değildir. Hizbullah'ın bu zaferi Kudüs'e giden yolda çok önemli bir dönüm noktası olmasının yanı sıra, inanıyorum ki siyonistlerin tarihin çöplüğüne atılmasının da bir müjdesi olmuştur. Bu zafer, İran İslam İnkılâbı'ndan sonra ümmetimiz açısından yaşayabileceğimiz en büyük kıvanç, duyduğumuz en büyük övünç ve gururdur. Diğer yandan bu zafer siyonizme karşı mücadelede İslami direniş için büyük bir özgüvendir. Tam bir itminanla söyleyebiliriz ki; İslami Direniş, siyonizmi nihai yenilgiye uğratacak güç ve kararlılığa sahiptir. Bundan en küçük bir kuşkumuz yoktur.

Bu büyük zaferin ardından bütün benliğimizde tam bir sevinç ve coşkuyla, Filistinli kardeşlerimizin Aksa İntifadası'na tanık olduk. Nitekim Aksa İntifadası'nda Hizbullah'ın siyonistlere karşı elde ettiği büyük zafer etkili olmuştur. Zira direniş, kazanmanın güvencesidir.

Elbette ki Aksa İntifadası, Şehid Fethi Şekaki'ler ve Şehid Yahya Ayyaş'lardan sonra nice azizlerimizin şehadetini de beraberinde getirmiştir. Salah Şehade'ler, İbrahim Mekadme'ler, İsmail Ebu Şeneb'ler, Şeyh Ahmed Yasin'ler ve Abdulaziz Rantisi'ler... Bu şehadetler bir noktada yüreklerimizi yakıp kavurduğu gibi aynı zamanda bizleri, böyle şehidlere sahip olma noktasında alabildiğince onurlandırmış ve bu azizlerimizin pak kanları bizleri siyonizme karşı mücadelede daha da kararlı bir hale getirmiştir.

Lübnan Hizbullah'ının zaferini anlamak için Şeyh Ragıb Harb ve Seyyid Abbas Musevî gibi önderlerin ve onlarla birlikte ve onların izinde olan nice yiğitlerimizin şehadetlerini iyi anlamamıza bağlıdır. Aynı şekilde İntifada'mızın zaferini de Fethi Şekaki'lerden Şeyh Ahmed Yasin'lere yiğit önderlerimizin şehadetlerinde ve onların izinde tam bir kararlılıkla direnişlerini sürdüren kadın-erkek yiğit Filistinli mücahidlerin cihadında anlamaktayız. Şehid Fethi Şekaki'nin, Seyyid Abbas'ın şehadeti münasebetiyle söylediği şu sözünü bir kez daha hatırlayalım: "Önderleri şehid olan bir hareket için yenilgi yoktur!"

Kısacası hapishane döneminde bizler için en önemli gelişme, Lübnan Hizbullah'ının büyük zaferi, Aksa İntifadası ve bu intifada sürecinde Kudüs'ün özgürlüğü uğruna sunduğumuz unutulmaz kurbanlar olmuştur.

Tabi ki bu süreci tüm İslam coğrafyasındaki direnişçi müslümanlarla birlikte sevinç ve gururla izlediğimiz gibi, Türkiye'deki direniş azmini yitirmeyen bacı ve kardeşlerimizle de birlikte izledik. Bu bağlamda Türkiye'de İntifada ile dayanışma noktasında sergilenen etkinlik ve eylemsellikleri de sevinçle takip ettik. Kudüs Günü programlarının her şeye rağmen gerçekleştirilmiş olması ve hapishaneden çıktıktan hemen sonra Özgür-Der'in düzenlediği Kudüs günü programına katılmamız da benim açımdan apayrı bir sevinç vesilesi olmuştur.

Hapishanede iken beni derinden üzen durum, söz konusu ettiğimiz tüm bu gelişmeleri sadece izlemekle yetiniyor olmamdı. Bütün varlığımla İntifada'yı paylaşamamak ve kuşanamamak bana çok ağır geliyordu. Bu noktada hem sevinçlerimiz hem de hüzünlerimiz, dört duvar arasında sıkışıp kalıyordu. Kısmen de olsa yazılarla ve mesajlarla bu süreci direnişçi kardeşlerimizle paylaşmaya çalıştım; ama asıl arzuladığım, mümkün olan her vesile ile fiilen İntifada'yı kuşanabilmek idi. Hapishanede Kudüs'ten, İntifada'dan kopuk bir günüm geçmedi, her anımda Kudüs Davası'nı soludum tam bir iştiyakla. Mademki şimdi dört duvarın, demir parmaklıkların öte tarafındayım; bundan sonra yegâne hedefim, bütün varlığımla İntifada'yı, Siyonizm'e karşı mücadeleyi her zeminde ve her koşulda kuşanmaktır. Zira İntifada, sadece Filistinli Müslümanların değil, tüm ümmetin topyekün direnişinin adıdır ve intifada bölgesel değil küreseldir.

Siz hapishaneden söz konusu süreci belirttiğiniz koşullarda takip ettiğinizi ifade ediyorsunuz. Peki, Türkiye'deki Müslümanların bu süreçte ortaya koydukları tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz, Türkiyeli Müslümanlar açısından "İntifada'yı kuşanmak" yeterli mi sizce?

Bu soruyu sadece Aksa İntifadası süreciyle birlikte değil de, 28 Şubat süreciyle birlikte cevaplandırmak daha doğru olacaktır. Şöyle ki Türkiye'deki Müslümanlar 28 Şubat süreciyle ciddi anlamda bir sınavla karşılaşmışlardı, elbette ki bu sınav halen de devam etmektedir. İtiraf etmek gerekir ki bu sınavda başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz. İslam'ın mukaddesatını, Müslümanların haklarını, onurumuzu, kimliğimizi ve şiarlarımızı savunmada çok ürkek davrandık; gereken cesaret ve kararlılığı gösteremedik, gereken fedakârlıkta bulunamadık. Büyük bir  yılgınlık, savrulma yaşandı. Deyim yerindeyse umulmadık bir teslimiyet örneği sergilendi. Birçok kişinin ve kesimin elinde bir beyaz bayrak vardı. Lübnanlı ve Filistinli Müslümanların direniş ve fedakârlığını göz önüne getirdiğimizde Türkiye'deki Müslümanların durumu hiç de iç açıcı değildi elbette. Ancak bunu, bir bütün hezimet ve yenilgi olarak değil, alınması gereken bir ders ve ibret olarak değerlendirme ve kendi gerçekliğimizi göz önünde bulundurarak yeni baştan direniş bilincini kuşanıp sorumluluklarımızı tüm varlığımızla yerine getirme durumundayız.

Buradan hareketle, Türkiye'deki müslümanların İntifada ile dayanışma noktasında sergiledikleri tavır da ne yazık ki çok cılız kalmıştır. Bunun en belirgin örneği de özellikle Şeyh Ahmed Yasin'in şehadetinden sonra İslamî camianın ortaya koyduğu tepkinin beklenenin çok altında olmasıdır. Şahsen ben tepkisizliğin bu kadarını da beklemiyordum. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, Şeyh Ahmed Yasin'in şehadeti, Şehid Abdulaziz Rantisi'nin ifadesiyle "cehennem kapılarının siyonistlere sonuna kadar açılmış olmasıdır!". İnşaallah tüm ümmetimizin ve hepimizin direnişi siyonistlere bu akıbeti yaşatacaktır...

Burada Kur'an'ın şu hükmünü önemle göz önünde bulundurmalıyız. Allah müminlerin özelliklerini beyan ederken, "Onlar bir saldırı ve zulme uğradıklarında birbirleriyle yardımlaşarak hep birlikte karşı koyarlar; saldırganlardan intikam alırlar." buyurmaktadır.

Şeyh Ahmet Yasin'in bu denli mazlumane ve azim şehadetinden sonra siyonist düşmanın azgınlığının hangi boyutlarda olduğunu daha iyi anlamaktayız. İşte bu durumda Rabbimizin bizlerden yapmamızı beklediği, bu saldırganlık karşısında hep birlikte el ele verip siyonistlere karşı tüm varlığımızla direnmek ve hususen katliam ve cinayetlerin intikamını almaktır. Bizlerin siyonistlere karşı ortaya koyacağı direniş ve eylemsellik, aynı zamanda Şeyh Ahmed Yasin gibi şehidlerimize ne denli yürekten bağlılığımızın isbatı da olmuş olacaktır…

Sizce bu, Kudüs Davası bilincinin Türkiyeli müslümanlarda yeterince olmamasından mı, yoksa İslamî direniş kimliğinin yeterince oluşmamasından mı kaynaklanıyor? Bu hususta neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz?

Her ikisi de doğru. Zaten İslami camiada güçlü bir İslami direniş kimliği oluşmadıkça, Kudüs Davası bilinci de oluşmayacaktır elbette. Bunun için önce İslamî direniş kimliğinin niçin oluşamadığının sorusunu sormak gerekir. Burada altı çizilmesi gereken ilk nokta; bizlerin Kur'an ile Resulullah ve ashabının pratiği ile olan ilgimizin zihinsel bir ilgi olmaktan öte, amelî bir ilgiye dönüşmesinin vesilelerini yakalamaktır. Şehid Seyyid Kutub, peygamberimizin ashabını tanımlarken, ashabın Kur'an ile olan ilgisinin her şeyden önce teslimiyet ve amel noktasında olduğunu belirtmektedir Yoldaki İşaretler adlı kitabında. Ama bizler böyle değiliz ne yazık ki. Bilgi anlamında çok ileri noktalara ulaşabilmekteyiz, çok yönlü etüt ve değerlendirmelerde bulunmaktayız; ancak edindiğimiz bilgilerin, yaptığımız etütlerin pratikte pek karşılığı olmamakta. Bu ne anlama geliyor acaba? İlahî vahye teslimiyet noktasında bizlerde ciddi bir zaaf olmalı ki, Kur'an ile olan ilgimiz kendini amelî sahada ortaya koymuyor. Kur'an'ın hayatımızdaki rehberliği davranışlarımızda, mücadelemizde, fedakârlık ve cesaretimizde, istikamet ve azmimizde kendini göstermiyor. Mesele, ne Kur'an'ı, ne de Peygamber ve ashabının pratiğini kutsamak değil elbette. Pratikte karşılığı olmayan bir kutsallığın ne anlamı olabilir ki?

Bu bağlamda ifade edecek olursak, Kur'an'ın hayatımızdaki rehberliği 'amelî' olmadıktan sonra Kudüs Davası'nda da gereken tavrı gösteremeyeceğiz demektir. Zira Kudüs Davası'nın kaynağı güncel politik sorunlar, konjonktürel yararlar veya toplumsal sorumluluklar değil, Kur'anî ve Nebevî sorumlulukların amelen kuşanılmasıdır. Özetle; Kudüs Davası, tevhid akidesinden, Kur'an vahyinden, Peygamber pratiğinden ve ümmetimize karşı olan İslamî sorumluluklarımızdan kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki Kudüs Davası için, Kur'an'a olan teslimiyetimizin amelî karşılığı olarak İslamî direniş pratiğinin kuşanılmasını sağlamak gerekir öncelikle. Bu hususta Şehid Fethi Şekaki'nin "İslamî Hareket ve Kudüs" adlı kitabını bir kez daha mütalaa etmemiz gerekir. Şehid Şekaki'leri veya Şehid Ahmed Yasin'leri siyonizme karşı mücadele zeminine çeken, onların salt ülkesi işgal altında olan bir Filistinli olduklarından mı, yoksa İslamî bilince ve direnişçi müslüman kimliğine sahip olduklarından mı kaynaklanmaktadır öncelikle? Eğer Abbas Musevî'ler, Fethi Şekaki'ler ve Ahmed Yasin'ler Mısır'da, Irak'ta veya Türkiye'de olsalardı, Kudüs Davası'nda  bu denli duyarlı olmayacaklar mıydı? Kısacası "İntifadayı kuşanmak" "dürüst bir Müslüman olmak"la eş anlamlıdır. Tevhid, bir eylem inancıdır, muvahhidin ameli de "İslamî Direniş"tir.

Son olarak,  Kudüs Günü'yle ilgili mahkûmiyet kararını AİHM'ne götürmüştünüz. AİHM'de davanız görüldü ve 'adil bir yargılama' olmadığı şeklinde bir karar çıktı. Bu karar sizin açınızdan ne ifade ediyor? Bu kararın hukuki karşılığı nedir?

Öncelikle bu konuda yargılama süreciyle ilgili olarak AİHM'in konumuna kısaca değinmek isterim: Bilindiği üzere Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalayarak bu sözleşmedeki maddelere ilişkin AİHM'in yargılama yetkisi olduğunu kabul etmiştir.  Bu bağlamda Türkiye'deki mahkemelerin verdiği bazı kararlar, öncelikli olarak siyasi davalar, AİHM'e götürülmektedir. AİHM'e götürülme gerekçelerinin başında sözleşmenin 6. maddesinde ifadesini bulan "mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olmaları gerekliliği" ilkesi olmuştur. DGM'lerdeki savcı ve hâkimlerden asker kökenlilerin bulunması sözleşmenin bu maddesine göre mahkemelerin bağımsız ve yansız olmadığı anlamına gelmekteydi. Bizden önce bu konuda yapılan tüm başvurulardaki AİHM kararları, DGM'lerdeki asker savcı ve hâkimlerin bulunmasını "adil yargılamaya" aykırı düştüğü yönündeydi. Biz de buradan hareketle hakkımızda mahkûmiyet kararı veren Ankara 2 Nolu DGM'nin kararının bozulması talebiyle AİHM'e başvurmuştuk, altı yıl geçtikten sonra AİHM'den beklediğimiz yönde bu karar çıktı. Yani mahkememizde savcının ve hâkimlerden birinin asker olması itibariyle mahkemenin yargılaması adil kabul edilmedi. Bunun hukuksal karşılığı "yeniden yargılanmadır" şimdi davanın yeniden görülmesi için gereken başvurularda bulunacağız. Yeniden yargılama süreci başladığında da Siyonizm'e karşı mücadele gündemini bir vesileyle daha kamuoyuna taşımış olacağız.

Röportaj: Mustafa Eğilli

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR