1. YAZARLAR

  2. Fethi Kılınç

  3. İslâmî Cemaatin Değer Alanları: Sorunlar ve Açılımlar

İslâmî Cemaatin Değer Alanları: Sorunlar ve Açılımlar

Temmuz 1999A+A-

I

Üst Değer Alanı

Vahyi bilgi, mevcudu ya da vakıayı tasvir ederken aynı zamanda onu anlamlandırmakta ve böyle bir gerçeklik ve hakikat içerisinde ne yapılması gerektiğinin de kurallarını ve ölçülerini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında vahye istinad eden ve vahyî çerçeveyi benimsemiş olması sebebiyle kendisini İslâm'a mensup gören müslüman bireyin ve bu bireylerden müteşekkil olan İslâmî cemaat veya hareketin vazgeçilemez iki temel değer alanı bulunmaktadır ki bunları anlamsal ve eylemsel değer alanları olarak ikiye ayırmak mümkündür. Vahiy kaynağından gelen bu mutlak anlamsal ve eylemsel değer alanlarının her ikisi birlikte "üst değer alanı"nı oluşturur. Bu değer alanı İslâmî birey ya da cemaatin aynı zamanda üst kimliğini oluşturur ve bir dünya görüşü vermesi yanında bu dünya görüşüne bağlı olarak vakıanın dönüştürülmesine de esas teşkil eder.

A. Anlamsal Değer Alanı

İnsanın varoluşsal olarak ancak bir anlam dünyası içerisinde ya da anlamlı bir dünyada varlığını sürdürebilir olması gerçeği, onu bir anlam arayışına sevkeder. Sağlıklı ve sahih bir anlam dünyasının inşâsı ise, öncelikle dünyanın ya da evrenin cüz'lerinin doğru bir biçimde tesbitini, ardından da bu cüz'ler arasındaki ilişki biçiminin ve onlarda saklı olan düzenin sağlam temeller üzerinde ortaya konulmasını gerektirmektedir. Bu iki hususa riâyet etmeksizin tatminkar ve muknî bir "anlam"a ulaşmak imkansızdır. Mesela evrenin bir cüz'ü olan insan, parça-vâkıa olarak doğru tesbit edilmedikçe ve bütün bir evren içerisindeki yeri, başlangıcı, şimdisi ve geleceği ile ortaya konulmadıkça, insan ile ilgili yerinde ve yeter bir anlama sahip olmak muhal olacaktır. Bu durum diğer cüz'ler için geçerli olduğu gibi, bu cüzlerin toplamından müteşekkil olan evren hakkında da pekala geçerlidir.

Mevcudun karmaşık bir yapıda olması ve insan denen gerçekliğin bu çokluk dünyasının sadece bir cüz'ünü oluşturması, onun tek başına gerçekliği ve bu gerçeklik içerisindeki ilişki ve düzeni sağlıklı ve bütüncül bir biçimde yakalamasını imkansız kılmaktadır. Zira insan, sınırlı güç ve kapasitesi ile bağlısı bulunduğu bütün bir evreni kuşatamamaktadır. Çünkü bizatihi bir cüz' olan insanın içerisinde yer aldığı bütünlüğü görmesi ve bu bütünlük içerisindeki anlamı kuşatıcı bir biçimde keşfetmesi bir aşkınlığı gerektirmektedir. Oysa insan sınırlarını genişletebilse de bu zamana ve mekana içkin bir varlıktır ve ancak haricî bir tesirle aşkın olanın bilgisine sahip olabilir. Bu sebeple varlığı ve varoluşu tesbit edip izah ederek onu anlamlı bir hale getirmesi ya da mevcûd içerisindeki hakîki anlamı yakalaması onu evreni yaratanın bilgisine muhtaç kılmaktadır.

Evreni yaratan olması hasebiyle onun mutlak bilgisine de sahip olan Yaratıcı (çünkü yaratan bilir), insanı bu ihtiyacı ve anlam kaygısı ile başbaşa bırakmamış, onu dünyaya atıp terketmemiştir. Aksine kendisinden bir rahmet olarak peygamberler göndermiş ve onlar vasıtası ile fizikî alandan metafiziğe, tarihten siyasal alana kadar bütün varlık alanlarının gerçekliğini ve anlamını "beyân" etmiştir. Böylece insanın anlama ilişkin değerlerini oluşturan vahyî bilgi onun nasıl inanması gerektiğinin de ilkelerini vermiş ve dolayısıyla bir itikat alanının teşekkülünü sağlamıştır.

B. Eylemsel Değer Alanı

Bilmek, sorumluluk yüklenmeyi de beraberinde getirmektedir. Anlamın bilgisine ulaştırılan insanın, bu anlam dünyası içerisinde ona uygun olarak anlamlı bir biçimde davranması gerekmektedir. Zaten anlama kulak veren ve onu derinden ve sessizce dinleyen insanın, anlamı gerçek manada kavradığı ve bundan tatmin olduğu oranda "o halde ne yapmalı" sorusunu sorması da kaçınılmaz olmaktadır. Zira insan bir taraftan evrenin anlamını kavrarken, öte yandan evren içerisinde bu anlama uygun davranması gerektiğinin bilincine varmaktadır. Çünkü ancak böylece varoluşsal anlamını gerçekleştirebilir ve anlamlı bir dünya içerisinde kendisine düşen yerini alabilir.

İnsanın bilincine vardığı anlam dünyasının bir gereği olarak nasıl davranması gerektiği sorunu, vahyi bilgi tarafından "sâlih amel" çerçevesinde cevaplandırılır. Bu ise "emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker" ifadesinde formülleştirilebilir. "Ma'ruf" eylenmesi gerekenleri ortaya koyup nelerin yapılabileceğinin alanını açarken "münker", kaçınılması gerekenleri belirler ve eylemsel varlık alanının sınırlarını tayin eder. Böylece vahiy bir yandan ma'ruf ve münker olan şey ve eylemlerin ilke ve uygulama alanlarını temel olarak belirlerken diğer yandan "emir" ve "nehiy" boyutuyla eylemselliğin dinamik yönünü vurgular ve ferdin, sosyo-politik alanla irtibatını kurarak dış dünyaya açılımını ve geçişini sağlar, O halde vahyî bilgi eylemsel değer alanı itibariyle gidilecek ya da takip edilecek yolun mâhiyetini tayin ettiği gibi, o yolda nasıl yürünmesi gerektiğinin de köşe taşlarını ve unsurlarını verir. Bu ise itikadın ya da akaidin ayrılmaz bir parçası olarak "şeriat"ın muhtevasını belirler.

II

Alt Değer Alanı ve Oluşumu

Üst değer alanına bilinçli bir biçimde iman etmiş ve bağlanmış fertler, birlikte anlama ve bu anlama uygun olarak birlikte hareket etme zorunluluğunu fark ve idrak ederler. Bu zorunluluk onları süreç içerisinde cemaat olmaya, cemaat ise hareket ve ümmet olmaya doğru bir seyir takip eder. Bu seyir içerisinde, üst değer alanından -ferde, cemaate ya da harekete temel karakteristiklerinden birini kazandıran- "alt değer alânı"na mecburi bir geçiş ve bu alanı inşa süreci de tezahür etmiş olur. Şöyle ki:

"Vakıanın üst birimleri"ne karşılık gelen üst değer alanı, gerek anlama gerekse eylem boyutunda temel ve vazgeçilemez bir referans noktasını ve yol göstericiliği ifade etmektedir. Bununla birlikte bu değer alanı tek tek sonsuz nesne ve eylemlere doğrudan işaret etmediği gibi, bu nesne ve eylemlere doğrudan işaretle bir anlam dünyası da tesis etmemektedir. Böylece üst değer alanına mensup olan fert ya da cemaat, vahye dayalı üst değer alanına bağlı olarak "vakıanın alt birimleri"ne ilişkin anlamsal ve eylemsel değer alanlarını kendisi oluşturur. Bu durumda üst değer alanından "alt değer alanı"nın oluşturulmasına doğru bir geçiş ve açılım gözlemlenir.

Üst değer alanından alt değer alanına geçişin ilk ve tartışılmaz örneği olarak peygamberi model, fert ya da bu fertlerden oluşan cemaatin kendi alt değer alanını oluşturmasında ve karşılaştığı sorunları cevaplandırmasında temel bir referans noktasını oluşturur. Alt değer alanı oluşturmada ve karşılaşılan sorunları çözmede "en güzel bir model" olmakla birlikte peygamberi model "mevcut zaman ve mekan içerisinde" alt değer alanı oluşturmada tek başına yeterli değildir. Bu nedenle fertler bilgi ve kapasitelerine göre kendi alt değer alanını oluşturup buna göre bir anlam ve eylem dünyası kurarlar.

Tartışılmaz üst değer alanına ve peygamberi modele bağlı kalarak alt değer alanı oluşturmak yoğun bir birikimi ve çabayı gerektirir. Birikimle kastedilen şey, üst değer alanı ile "vakıanın alt birimleri"nin ileri düzeyde bilinmesi, tanınması ve kavranmasıdır. Bu kavrama sürecine fıkhetme süreci, bu eylemi gerçekleştiren kişiye de fakîh adı verilir. Ayrıca üst değer alanının vakıanın alt birimlerine taşınması ve bu ikisi arasında sağlıklı ilişkinin kurulması için de ciddi bir çaba gerekir ki, bu sürece de içtihad süreci, süreci gerçekleştiren kişiye de müçtehid denilir. Böylece bu fıkhetme ve içtihad süreci sonunda müçtehid (kuşkusuz bu birey ya da grup olabilir) "elde hazır olmayan" ya da "verili olmayan" alt değer alanını bizatihi oluşturmuş olur.

Müçtehidîn ya da içtihad yapabilecek düzeydeki fertlerin iptidaî, dar ve sınırlı da olsa oluşturmuş olduğu bu alt değer alanı, muhataplarına sağlıklı bir biçimde ulaştırılması ve onları ikna etmesi oranında mensubiyetler artar. Bu mensubiyet bir "mezhep" etrafında kenetlenmiş ve üst değer alanı yanında anlamsal ve eylemsel alt değer alanını da oluşturmuş bir cemaati ortaya çıkarır. Cemaat geliştikçe ve toplumsal, siyasal, ekonomik vb. alanlarda etkinliği artıp gündemi etkilemeye ya da belirlemeye başladıkça, "hareket" olmaya doğru bir geçiş yapmış olur.

III

Alt Değer Alanında Açık Uçlu Olma Zorunluluğu

Üst değer alanı "iletilmiş" (İlâhî) olduğundan mutlak, kesin, tartışılmaz ve vazgeçilemezdir. Kendisini İslâm'a nisbet eden her ferd ya da cemaatin bu üst değer alanını hafife alması, değiştirmesi, kayıtsız kalması ya da onun karşısında kendisini bağımsız görmesi makbul addedilemez. Ayrıca üst değer alanı dikkate alınmadan oluşturulmuş bir alt değer alanının da şahinliğinden söz etmek daha baştan mümkün değildir. Bununla birlikte alt değer alanı "üretilmiş" (beşerî) olup mukayyet, çoğu zaman zannî ve beşerî zaaflarla ma'luldür. Bu nedenle sürekli olarak gözden geçirilmek, sorgulanmak, eleştirilmek ve yeniden yapılandırılmak durumundadır.

Alt değer alanının üreticileri, yani müçtehidler bir yönüyle kendilerinin idrak ettiği ya da kavradığı gerçeklik oranında alt değer alanını üretirler. Bu durum gerek gerçekliğin kavranmasında ve anlamlandırılmasında, gerekse o anlam dünyası içerisinde ne yapılması konusunda bir bakıma kurgusal bir alanın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu kurgusal alan bütün boyutları ile gerçeği temsil edemeyeceğinden sürekli olarak kendisini yeni verilere açmak ve bu yeni veriler ışığında vakıayı yeniden anlamlandırmak ve buna bağlı olarak da eylem alanını yeniden inşâ etmek zorundadır. Bu, ferd ya da cemaatin alt değer alanında sürekli açık olmasını ve gerektiğinde yeniden alt değer alanının üretilmesinin zorunluluğunu ifade etmektedir.

Tecdîd veya ihya hareketi yeni durumlar, yeni vaziyetler, yeni koşullar ve yeni veriler karşısında müçtehidlerin yeniden alt değer alanları oluşturması anlamına gelmektedir. Fert için olduğu gibi özellikle cemaat veya hareket için tecdîd ve ihya bilinci sürekli olarak ayakta tutulmalıdır. Bu, isabetli ve tutarlı olmanın, ikna edici olabilmenin, güvenilirliğin, dışa açılmanın, gündemi belirlemenin ve de kuşatıcı bir söyleme sahip olmanın olmazsa olmaz şartıdır.

İslâmî cemaat mensuplarının alt değer alanım oluşmuş, tamamlanmış ya da kemâle ermiş bir dâire olarak algılamaları, donukluk ve tıkanmanın belki de en temel sebebidir. Çünkü böyle bir algı yanılgısı, fertlerin alt değer alanı konusundaki eksikliği gidermeye yönelik çaba içerisine girmesini, yeni verilere kulağını ve kalbini açmasını, vakıayı dinlemesini, daha sahih ve olgun bir alt değer alanı oluşturmak için cehd ve içtihad etmesini, üst değer alanını daha derinden fikh etmede gevşekliği vs. doğuracaktır.

Aslında canlı, dinamik, eleştirel, tahkik edici vb. bir ortam içerisinde gerçekleşen alt değer oluşturma çabalarının (bir başka ifade ile mezhebin inşâ dönemindeki çabaların) daha sonraki aşamada donuklaşması ve durağanlaşması, üretilmiş bu değer alanının kemâl bulmuş olduğu zehâbıyla doğrudan alakalı olmaktadır. Kemâl bulmuş bir "alt değer alanı algısı" kaçınılmaz olarak taklidi beraberinde getirecektir, Çünkü "kemâl" karşısında takınılacak yegâne tavır teslim olmak ve ona ne pahasına olursa olsun bağlanmaktır. Oysa sürekli olarak yeniden üretilmeye ihtiyaç duyulan ve belki de kemâli ancak yeniden üretilmesinde söz konusu olabilen bir alanda (alt değer alanında) kemâle ermiş duygusuna kapılmak kaçınılmaz olarak bir atıllığı, darlığı ve kapalılığı beraberinde getirecektir. Böylece başlangıçta belki de anlamlı olan anlamsal ve eylemsel alan, süreç içerisinde anlamım yitirecektir.

IV

Kapalı Uçlu Alt Değer Alam Algısı ve Kurgunun Çökertilmesi Şoku

Ferdin, cemaatin ya da hareketin açık uçlu bir alt değer alanı bilincine sahip olması onun sürekliliğinin en önemli sebeplerinden birini oluşturacaktır, çünkü sürekli olarak kendisini yenileyen, yeni verilere açık olan ve yeni veriler ışığında alt değer alanını gözden geçirerek yeniden üretebilen İslâmî cemaat, hakikatin "aniden" yüzünü göstermesi sebebiyle büyük sürprizlerle karşılaşmayacaktır. Böylece de hakikate kendisini kapaması sebebiyle meydana gelebilecek "kurgunun çökertilmesi şoku"nu da yaşamayacaktır.

Alt değer alanını mutlaklaştıran ya da kemâl içerisinde gören birey ya da grupların süreç içerisinde savrulmasının temel sebeplerinden birinin de kurgunun çökertilmesi şoku olduğu görülmektedir. Alt değer alanını kemâl içerisinde ve tamamlanmış olarak gören ferd ya da cemaat, bunun bir sonucu olarak kendisini sürekli olarak kapamakta ve yeni verileri kurguladığı bu alt değer alanı açısından yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmamaktadır. Bu durumda iki tür kapalılıktan söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, adeta fizikî olarak kapanma ve verili ortamın neredeyse tamamen dışında yaşama ile ilgilidir. Bir başka ifade ile kendi kurguladığı alt değer alanının sarsılmaması pahasına bir içe çekilme ve hayattan tamamen kopmayla alakalıdır. Diğeri ise fiziki bir kopma olmaksızın algısal düzeyde bir kapanmayla irtibatlıdır. Burada (ikincide) verilere kısmen "açıklık" söz konusu olsa bile, onu incelemeye, araştırmaya ve anlamaya yönelik bir çaba söz konusu edilmemektedir. Yapılan sadece elde edilen yeni verilere eldeki kurgunun giydirilmesi olmaktadır. Bir başka şekilde söylenirse burada ortaya konulan çaba, yeni verilerin "zorla" da olsa eldeki mevcut alt değer alanına dâhil edilmesi olmaktadır. Hatta bu durum zaman zaman bütün verileri, üretilmiş alt değer alanının kemâlini isbatlamak için "kullanma"ya kadar da götürülebilmektedir. Yani bir hakikat araştırması ve elde edilen bu hakikat ışığında sağlıklı bir alt değer alanı üretme, onu geliştirme ve eksiklerini tamamlama yerine elde hazır ya da kurgulanan alt değer alanının "üstünlüğü"nü kanıtlama amacına gidilmektedir. Bu durumda veri ya da hakikat, kurgulanan alt değer alanına "hizmet ettiği" ölçüde makbul sayılmaktadır ve geçerli görülmektedir.

Bu her iki tutumda da kurgulanan veya üretilen değer alanının kemâl içerisinde olduğunu vehmetme yanında, verilerle ya da hakikatle yüzyüze gelmenin getireceği yeni sorumlulukların ve alt değer alanından birdenbire boşalma ve onun ortaya çıkaracağı "boşluk korkusu"nun da önemli bir payı olduğunu belirtmek gerekmektedir.

Durum ne olursa olsun, kapalı uçlu bir alt değer alanının sonuçta, "birikmiş ve sürekli olarak büyüyerek gelen gerçekler" karşısında çökeceği ve böylece de bağlılarını kurgunun çökertilmesi şokuna teslim edeceği aşikardır. Çünkü sürekli olarak kapanan fert ya da cemaatin sürprizlerle karşılaşması mukadderdir. Zira kapanmak hiçbir zaman verilerin de kapanması anlamına gelmemektedir ve o verilerin nihayetinde fertleri ya da cemaatleri bulup sarsacağı aşikardır. Böyle durumlarda ortaya çıkan sarsmalar ise, belli bir alanla sınırlı kalmayıp bütün bir kurguyu çökertmekte ve hatta belli durumlarda üst değer alanına kadar da sirayet edebilmektedir. Tabii ki asıl vahim sonuçta burada tezahür etmektedir. Aslında gerek tarihte, gerekse bugün yaşanılan büyük kırılma, sapma, çözülme ve kopuşların da temelinde bu kırılma durumunun yattığını söylemek mümkündür.

V

Açık Uçlu Olmanın Zayıf Karnı

Alt değer alanında açık uçlu olma bilinci, temelde eksiklikleri, zaafları ve olumsuzlukları gidererek daha sahih bir biçimde anlam ve eylem değer alanını tesise matuftur. Açık uçluluk hiçbir zaman üretilen değer alanının basitliği, kolayca değiştirilebilirliği ve önemsizliği anlamına alınmamalıdır. Açık uçluluğu benimsemiş ferd ya da cemaat verilere kendisini açarken ya da hakikati sürekli olarak araştırırken, eldeki birikiminin önemini ve varoluşu için bunun ne kadar hayatî bir boyutu olduğunu da gözden uzak tutmamalıdır. Bu bakımdan açık uçluluk sürekli bir değişim ve "başkalaşım" anlamında telakki edilmemelidir. Burada yeni alt değer alanında yapılan değişikliklerin ya da ikmalin, mutlaka verilerin "dayanılmaz ağırlığı" karşısında gerçekleştirilmesi önem arzetmektedir.

Açık uçluluk süreci esasen bir kemâli ifade etmesine rağmen, bazı durumlarda bu kemâl bir zaaf noktasına da dönüşebilmektedir. Bazen kişisel, sosyal ve özellikle de siyasal sebepler, bu "açık uç"tan nüfuz ederek aslında sağlam bir zemine oturan ve kemâle doğru yol alan alt değer alanını yok etme tehlikesini ortaya çıkarabilmektedir. İşte burada ferdin ya da cemaatin çok dikkatli ve dakik olması gerekmektedir. Alt değer alanını zorlayan unsurun gerçekten hakikatin kendisinden mi geldiği, yoksa bu değer alanını yok etmek isteyen muhalif kesimden mi geldiği hususu ciddi bir tefekkürle tefrik edilmelidir.

Marjinal olmak, baskılara maruz kalmak, başarısız görünmek hiçbir surette alt değer alanının (üst değer alanının zaten tartışılması bile söz konusu olamaz), değiştirilmesinin ve terkedilmesinin nedeni olarak görülmemelidir. Hakikat belli bir istikamete yönlendirmediği müddetçe, bu değer alanlarının korunmasında ısrarlı olmak müslüman olmanın bir gereği olarak algılanmalıdır. Çünkü esas ve ahlâkî olan, doğrunun ya da doğru olduğuna inanılan değer alanının gereklerini yerine getirmek ve ona sahip çıkmaktır. Bilinmelidir ki bu alanın ona muhalif kesimin arzusu istikametinde terkedilmesi ya da değiştirilmesi, süreç içerisinde üst değer alanının da elden bırakılmasına yol açacaktır.

VI

Sonuç

Vahyin tanımladığı ve öngördüğü bir biçimde ferdin teşekkülü ve buna bağlı olarak oluşacak olan sahih ve tutarlı bir cemaatin ve hareketin tesisi, salt üst değer alanının kabulü ile sağlanamaz. Üst değer alanı, zorunlu şart olmakla birlikte yeter şart değildir. Üst değer alanının hayata ve vakıaya taşınması, işler hale getirilmesi aynı zamanda alt değer alanının kurulması ile mümkündür, Peygamberi örnekliğin ve şâhidliğin hikmeti de bir bakıma bu noktada aranmalıdır.

Alt değer alanının inşâsı öncelikle üst değer alanının, bir başka ifade ile vahiy ile gelenin sahih ve derinlikli bir biçimde kavranılmasını ve pratize edilmesini gerektirir. Bu gerekliliğin giderilmesi, İslâm'ı din olarak kabul eden her kesimin kaçınılmaz bir vazifesi olmalıdır. Bir grubun, cemaatin ya da hareketin İslâmî olma vasfını kazanabilmesi öncelikle bu şartı yerine getirebilmesi ile mümkün olabilir. İletilmiş olana bütünüyle dayanmayan ya da kısmen dayanan eklektik üst değer alanlarının benimsenmesi, diğer bir ifade ile içerisinde vahyi üst değer unsurları taşısa da farklı ideolojilerin değer yapılarına dayalı olarak üst değer kabulleri, iyi niyet taşınsa da İslâmî olma niteliğini yitirir.

Alt değer alanının sağlıklı bir biçimde kurulmasında kaçınılmaz bir diğer yön ise, içerisinde yaşanılan dünyanın ve vakıanın doğru bir biçimde tesbiti, tanınması ve anlaşılması ile irtibatlıdır. Bu ise öncelikle "sahici olarak" hayatın içerisinde olmayı, araştırmayı, hakikate kendini açmayı, sorgulamayı ve eleştirmeyi gerekli kılmaktır. İnsanın sınırlı, zaaflı ve belli eksikliklerle var olması, sürekli olarak gerçeklikle olan ilişkisini taze tutmasını, dinamik olarak hayata ve gerçeğe kendini açmasını zorunlu kılmaktadır. Bu aynı zamanda kurulu alt değer alanının sürekli olarak açık tutulmasını ima etmektedir.

İslâmî bir cemaatin ya da hareketin sürekliliği, açık uçlu olmasında aranmalıdır. Kemal hissine kapılmış ve bundan dolayı da taklid ve donukluk içerisine girmiş bir hareketin belli bir zaman içerisinde tıkanması, çözüm üretememesi, vakıayı kuşatamaması ve büyük sürprizlerle karşılaşarak bir "alt-üst oluş" yaşaması kaçınılmazdır. Bu nedenle cemaat ya da hareket, kemâlini "tamamlanmamış" olmasında aramalıdır. Böyle bir bilinç, İslâmî cemaatin mensuplarının aynı zamanda aktif, dinamik sürekli yenileyici ve katılımcı olmasının da zeminini oluşturacaktır.

Değer alanları ile ilgili temel bir yanlışlık ve açmaz, üst değer alanı ile alt değer alanının birbirine karıştırılmasıdır. Bu karıştırma üst değer alanının değişmez, muhkem, tartışılmaz ve kesin olmak gibi bir takım aslî vasıflarının alt değer alanına taşınmasını ve böylece değişime ve yeniliğe açık olması gereken bu ikinci alanın üretilmiş olmaktan iletilmiş olma seviyesine çıkartılmasına yol açmaktadır. Bu ise yeni verilere kendini kapama yanında tesir almayı da engelleyici, böylece durağanlaşmayı ve sonuçta da yok olmayı getirici bir süreci başlatmaktadır. Bu süreç içerisinde yeni verilere karşı, kurgusal değer alanına uymadığı için görmezden gelme tavrına girilme yanında, çarpıtma tavrına da girilebilmekte, bir başka deyişle kurgusal olana uydurma yolu tutulabilmektedir. Hatta denilebilir ki, yeni verilerle karşılaşma ihtimali söz konusu olan ortam ve durumlardan kaçınılabilmekte, bir takım sınırlar ve tahditler konulabilmekte, tesir alma ve etkilenme bir tehdit olarak algılanabilmektedir. Oysa iletilmiş olan ile üretilmiş olanın mâhiyetini kavrayan ve bu ikisi arasındaki çizgiyi görebilen birey ya da cemaatin "hakikat" karşında her zaman değişime ve etkiye açık olması bir kemâl ve erdemliliğe işaret olarak görülmelidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR