1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Hizmet Nesli ve Kurumlaşma Sorunu -Hayreddin Karaman’ın Sevinçleri ve Üzüntüleri-

Hizmet Nesli ve Kurumlaşma Sorunu -Hayreddin Karaman’ın Sevinçleri ve Üzüntüleri-

Mart 2009A+A-

Hayreddin Karaman’ın hatıratı, 1971’de asistan olarak beş yıl kalacağı İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ne atanma serüveni ile devam eder. İstanbul’a gelmek istese de mevzuatta boşluk bulanamaz. Bu konuda kendilerine yardımcı olan Din Eğitimi Genel Müdürü, Karaman’a yazdığı mektupta Bekir Topaloğlu ve Tayyar Altıkulaç’ı İstanbul’a tayin ettiğini belirtir. Yine bu yıllarda Ankara İlahiyat Fakültesi’nden mezun olan ve Diyanet’in önemli mevkilerinde görev alan bazı kişilerle temaslar sürer ve “Hizmet Nesli ve Hareketi”ne katılmaları hususunda mutabakata varırlar. Böylece İmam Hatip Okulları ve Din Eğitimi konularında ortak çalışmalar yapma kararı alırlar. (II/92–94) Daha sonra da Tayyar Altıkulaç 1971–76 yıllarında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na, Saim Yeprem de Neşriyat Müdürlüğü’ne tayin edilirler. (II/147) Karaman, İslam enstitülerini, kaliteyi artırmak için akademiye veya ilahiyata dönüştürme konusundaki niyetlerinin veya aralarındaki dayanışmanın “yeminli bir grup” -veya “Yeminliler”- olarak değerlendirildiğini belirtir. (III/9)

Karaman, Hizmet Nesli’ne dâhil arkadaşlarıyla irtibat kurmak, farklı İslami gruplarla ilişkiler geliştirmek niyetinde olduklarını belirtir. Amaçlarını “İmam-hatiplerde sahih bir İslam’ı öğretmek ve öğrencileri eğitmek, sonra da bunlar vasıtasıyla halkımıza sahih İslam öğretim ve eğitimi yapmaktı.” cümlesiyle ifade eder. (II/94) İrtibatlarını yazışma yoluyla değil, İstanbul’da yılda iki kez toplanarak gerçekleştirmeyi düşünürler. Sonradan da bir minibüs alıp, bu minibüsle kitap-dergi dağıtımı adı altında şehirler arasında arkadaşlarıyla irtibat kurmayı, vekaleten mesaj alış-verişinde bulunmayı çözüm olarak üretirler. Ancak bu minibüsü işletme konusunda uygun eleman bulamazlar. Hizmet Nesli’nden buldukları kişilere uygun bir maaş taahhüt etmelerine rağmen, bu kişiler fedakârlığı değil, yüksek ekonomik garantiler istemeyi tercih ederler. Karaman, karşılaştıkları bu durumun kendilerini oldukça incittiğini belirtir. Kendisine göre hizmet için “karizma” ve “maddi menfaat” önemli değilken ve Allah rızası her şeyin önünde iken, ortak reel bir işe koyulduklarında “Ne kadar menfaat o kadar iş!” anlayışının gerçekliği ile karşı karşıya kaldıklarını belirtir. Bu vakıanın, kendisini hayal âleminden -veya hizmet için ideal olandan- uzaklaştırıp, realite konusunda daha hesaplı adımlar atmaya zorladığını vurgular. (II/95) Hatırattan anladığımız kadarıyla bu vakıa, Hizmet Nesli serencamında ideal beklentilerde ilk kırılmanın ve reel politikaya meyletmenin ilk adımlarını oluşturur.

Karaman, okumaya başladığı yıllarda hocalarının büyük çoğunluğunun mezhepçi olduğunu ve içtihada karşı olduklarını belirtir. M. Reşid Rıza’nın Mezahibin Telfiki kitabının kendisine yeni ufuklar açtığını ve öğretim üyesi olmak için yaptığı hazırlıklarda da bu kitabın muhtevasına göre çalıştığını vurgular. (II/151) Saim Yeprem’in yöneticiliğini yaptığı Diyanet dergisinde “İslam’ın Işığında Günün Meseleleri” kitabının bazı bölümlerini tefrika halinde yayınlar.

Karaman, 1975–76 ders yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde fıkıh hocalığına başlar. Altıkulaç da 1976’da M.E.B. Din Eğitimi Genel Müdürü olur. Böylece Diyanet’te yeteri kadar güç sağlayamamalarına rağmen, Milli Eğitim camiasında çok müsait hale gelmişlerdir. 1 Ekim 1976 yılında ise Hizmet Nesli öğretmenleri, din görevlileri ve öğrenciler arasında hem irtibat kurmak hem çizgilerini entelektüel alanda güçlendirmek amacıyla aylık Nesil Aylık Fikir Dergisi’niçıkartmaya başlarlar. Halkın din eğitimi konusunda Diyanet’ten ve öğretmen kadrolarından yararlanmayı düşünürler. İslam’ın yayılması ve kuvvetlenmesi, İslami tefekkürün güçlenmesi ana yayın hedefleridir; ama “asil milletimizle” öğünmek, “dini-milli şuura canlılık vermek” türü sentezcilikten, İslam ile milliyetçiliği bağdaştırma gayretinden bir türlü kurtulamazlar. (II/157)

Derginin 1980’e kadar ulaşan yayın yıllarda Sebil, Milli Fikir, Ufuk, Büyük Gazete, Rapor gibi muhafazakâr-gelenekçi dergiler, Nesil’de yayınlanan milli içerikli yazı ve yorumları eleştirmek yerine, sadece ıslah çabalarını tanıtan, içtihadı ve şer’i tefekkürü teşvik eden, dünya Müslümanlarının birliğini savunan ve mezhepçiliği aşmaya çalışan yazıları hedef alan bir karalama kampanyası yürütürler. 12 Eylül darbe şartlarında dağıtım ağının yetersizliği ve abone sayısının oldukça düşmesi gerekçesiyle dergi yayın hayatına son verir.

Daha sonraki gelişmelerde Tayyar Altıkulaç, 1978–86 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilir. 12 Eylül 1980 darbesi olur. Yüksek İslam enstitüleri, fakülteye dönüştürülür.

Karaman, 12 Eylül’e gelmeden önce “Hizmet Nesli” denilen çalışmanın oldukça zayıfladığını belirtir. Ona göre: Partisel ve ideolojik mücadelelerden, baskı ve tehditlerden yılğınlığa düşenler olmuştur. Ayrıca çalışmalarda karizma eksikliği söz konusudur. Onlar “karizma yerine bilgi, bilinç, inanç, ortak değerler ve kabuller, istişare, ikna yolu”nuseçmişlerdi. Kendisi uzun zaman işin başında olmuştu; ama “Tarikat ve cemaatlerde karizma, partilerde menfaat ve kısa vadeli, ama sahte ümitler, hedefler kitleleri harekete geçirmede daha etkili oluyordu.” Bir de yaptıkları işlerde maddi menfaat gözetilmiyordu. (II/247) Dolayısıyla maddi istihdam politikası geliştirmemişlerdi. Oysa çevrelerinde Kur’an çalışmalarıyla oluşturdukları mali durumu iyi ve infakta bulunacak dostlar vardı. Örneğin bu kişilerin infaklarıyla Hayreddin Karaman, 1972’deki askerliği sırasında Tuzla Piyade Okulu’nun camiisini yaptırmıştı. (II/103)

Karaman, 12 Eylül darbe sürecinde askerlerin din dersine sıcak baktıklarını ve imam-hatip okullarına dokunmadıklarını doğrular. Amaçları ise “dindarlığın gelişmesi değil, komünizmin engellenmesi ve Atatürkçülüğün din öğrenimi içine sokularak sindirilmesidir.” (II/264) Oysa Genelkurmay, Ağustos 1983 tarihinde çıkarttığı “Güncel Konular” isimli kitapla irtica tehdidini ve bunun odaklarını açıklamış ve sürekli olarak bu iddiaları gündemde tutmuştu. Ayrıca askerler ve darbenin başkomutanı Kenan Evren, başörtüsü aleyhinde kampanya açmış ve YÖK’e de yasaklama genelgesi yayınlatmıştı. Aynı Kenan Evren 1986’da, İstanbul Valisi Nevzat Ayaz aracılığı ile Karaman’a Diyanet İşleri Başkanlığı’nı teklif edince, Karaman da bu teklifi geri çevirir.

Doksanlı yılların başında Karaman ve arkadaşlarına Ensar Vakfı’nı atıl vaziyetten kurtarmaları teklif edilir. Hizmet Nesli anlayışı içinde uyumuş duyguları, sönmüş ümitleri canlandırmak için bu teklif olumlu karşılanır. Vakfın şubelerini 500’e çıkartmayı amaçlarlar. Şube açılışlarına -70 kadar- bizzat Hayreddin Karaman katılır ve bu bağlamda ilk konferansını da 1992’de Samsun’da verir.  Bazı finansörlerin katkılarıyla 1995 senesinde İslami hizmette, Ensar Vakfı’nın sesi olsun diye Yeni Şafak gazetesini satın alırlar. Karaman, bu gazetede “biz” ve “ötekiler” ifadeleri ile Müslümanlar ile Müslüman olmayanları ayrıştırdıklarını, Müslüman olmayanları da düşmanlar ve düşmanlık yapmayanlar olarak tasniflediklerini belirtir. (II/303) Karaman, 1997’ye kadar mesaisinin büyük bir kısmını ayırdığı Ensar Vakfı’nın, 28 Şubat 1997 askeri darbesinin İslami kuruluşlar üzerinde uyguladığı baskılar neticesinde yaygın faaliyetlerini durdurduğunu belirtiyor. Karaman, hatıralarında, 28 Şubat’tan ve özellikle AKP kurulduktan sonra İslami yorumlarını oldukça liberalleştiren Yeni Şafak gazetesi konusunda iyi gitmeyen bazı sorunlara ve konu uçlarına değinmez, eleştiride bulunmaz ve bu gazete için “iyi ki var” ifadesini kullanır. (II/318)

Karaman’ın, 12 Eylül’den sonra yıpranan ve dağılan Hizmet Nesli hakkında olumlu kanaat taşıdığı bazı dostları Ankara’da idi. Onlar hakkında şöyle söylüyordu: “Ankara kadrosu dimdik ayakta idi. Bunların önemli bir kısmı Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakfı’na hakim idiler.” Onlarla hizmet içi eğitim ve yurt dışı eğitim hizmetlerinde önemli katkılar sağladıklarını da belirtiyor. Oysa bu kadrolar Türkiye Diyanet Vakfı Kitap Fuarları’na usuli ve siyasi planda yayın müfredatı tevhidî içerik taşıyan yayınevlerini kabul etmiyor veya oldukça zorluk çıkartıyorlardı. Ayrıca Türkiye dışı dinî hizmetlerde genellikle, sistem karşıtı ya da tevhidî uyanış sürecinden yana olan İslami çalışmaların önünü kesmeye çalışıyorlardı. Bu konuda Karaman Hoca, Ankara’daki kadronun, kendi hizmet nesli özlemleri doğrultusunda mı hareket ettiklerini; yoksa sistemin vesayeti altında mı hareket ettiklerini pek tartışmıyor.

TDV yönetimi 1983 yılında İslam Ansiklopedisi çıkarma kararı alır ve ilk cilt 1988 yılında yayınlanır. Karaman ve arkadaşları başından itibaren bu çalışmanın içinde olurlar. Bu sırada TDV bazı istidatlı gençleri doktora çalışması için yurt dışına yollar. Karaman da “kaliteli, dünyada olup biteni takip edebilecek, aynı alanlarda çalışan ilim adamlarıyla dünya çapında boy ölçüşebilecek” iyi seçilmiş ve dil bilen bunun için de ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelere doktora yapmak üzere gönderilecek genç ve bağımsız bir ilahiyat kadrosu oluşturmayı düşünür. Bu konuda TDV’nin desteği ile önce İslam Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü bünyesinde daha sonra 1989’da müstakil olarak İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) kurulur. Karaman’ın öncü çabalarıyla İSAM’a başka fakültelerden de kabiliyetli gençler alınır. Adeta Karaman, Mehmed Akif’in şiirinde senaryolaştırdığı gibi, Cemaleddin Afganiler yetiştirebilmek için Muhammed Abduh’un Sudan’da bir medrese açma fikrini İstanbul’da canlandırma heyecanı içindedir.

Ancak kitapta isim listeleri yayınlanan bu genç ilahiyatçı akademisyenlerin (II/286–290) büyük çoğunluğu, aynı zamanda milli tutkular içindedir. Kaldı ki daha sonraki yıllarda milli politikalara aidiyet duygusu taşımayan bazı genç akademisyenler ise, TDV ve İSAM yöneticileri tarafından“ilmi konular dışına taştıkları” ithamıyla görevlerinden uzaklaştırılmışlardır. Mütevelli heyetindeki kişiler hizmet kadrosundandı. Ve Karaman, onların siyasi görüş ve temayül bakımından farklılıklar taşıdığını -ki temayül farklılığı milliyetçilik ve devletçilik açısından olmalı-, kendisinin de Milli Görüş hareketine temayül ettiği şeklinde dedikodularla eleştirildiğini belirtir. Bu yaklaşımı kırmak için uğraştığını, ama bu çabalarının Hizmet Nesli arkadaşları tarafından “Başkalarının sizi istismar etmelerine engel olmuyorsunuz!” şeklinde cevaplandığını aktaran Karaman, idealize ettiği projeden nasıl kenara itildiğini şu cümleyle özetler: “Bu sebeple -bana sen bu işten çekil diyemedikleri için- mevcut kadroyu daraltmak ve yeniden aday almamak gibi tedbirlere başvurdular.” (II/292)

Boykotlar, Eleştiriler, Ümitler

Hayreddin Karaman 1970’li yılların ortalarına gelindiğinde yüksek İslam enstitülerinde etliye sütlüye karışmayan (futbolcu) takım ile az da olsa öğrenciliği önceleyen bağımsız kişiler dışında Ülkücülerin, Akıncıların, Nurcuların ve Milli Mücadelecilerin varlığından bahseder. Bu dört ideolojik eğilim içindeki öğrenciler arasında o yıllarda henüz çatışmaların başlamadığını da belirtir. Ancak o yıllarda mezhepçiliği aşma, İslami kaynağa/kaynaklara yönelme, Kur’an ve Sünnet ile irtibat kurma çabaları gelenekçi kesimi oldukça rahatsız eder. Bu çabaları Rıza, Benna, Kutub, Mevdudi, Nebi, Zehra gibi İslami uyanış öncüleri ve İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslami, Hizbu’t Tahrir gibi İslami hareketlerle irtibatlandıran “Süleymancı”, Nurcu, Nakşi ve Kadirî kökenli tarikatçı olan gelenekçi unsurlar; aynı zamanda yeterince konunun ayırdına varamadan Hizmet Nesli ile de irtibatlandırıyor, Karaman ve arkadaşlarına öfke duyuyorlardı.

Necmeddin Erbakan ve MSP kadroları ise, etkinlikleri artan Karaman ve arkadaşlarını kendi yanlarına çekmek istiyorlardı. Bu nedenle hatırattan, Erbakan’ın Karaman’a hem Diyanet İşleri Başkanlığı hem milletvekilliği teklif ettiğini öğreniyoruz. Ama bu talepler karşılık bulamayınca MSP çevrelerinden Karamanlara eleştiri okları yöneltilmeye başlanır.

Gerek geleneksel tepkiler gerek MSP’nin siyasi inisiyatif hesapları en başta Akıncı gençleri harekete geçirir. Önce 1976 Kasım ayında enstitülere asistan almak için yapılan imtihanlar engellenmeye çalışılır. Daha sonra da Mart 1977 tarihinde “İslamcı enstitü mezunları asistanlığa alınmamıştır!” diye İstanbul’da (üç ay süren), İzmir, Bursa, Erzurum ve Kayseri yüksek İslam enstitülerinde boykota gidilir. (II/223) Oysa asistanlığı kazananlar arasında Bekir Karlığa, Mustafa Çağrıcı, Saim Yeprem, Yunus Vehbi Yavuz, Ahmet Ağırakça, Ali Bardakoğlu, Mehmet Bakırcı, Yusuf Işıcık, İrfan Gündüz, Yaşar Nuri Öztürk gibi farklı usuli ve metodik eğilimden insanlar olduğu gibi, boykotu destekleyen Ali Osman Yüksel, İsmail Lütfi Çakan gibi isimler de bulunuyordu.

Boykotçu öğrencilerin 1977’de yayınladıkları bildirilere göre esas kavga, “Osmanlı ulemasının temsilcisi Ehl-i Sünnet mensupları ile mezhepsizler ve reformcular arasında cereyan” etmektedir. (III/170) Oysa Karaman’a göre “Nesil kadrosu, birçok telif-tercüme eserlerinde, araştırma ve makalelerinde, ders, vaaz ve konferanslarında Ehl-i Sünnet’in görüşlerini anlattığı, telkin ettiği ve savunduğu halde bu kadro mensupları Ehl-i Sünnet dışı” ilan edilebiliyordu. Nesil kadrosu hiçbir ilmi dayanağı olmadan insafsızcaVahhabî diye nitelenebiliyordu. (II/190)

Karaman Hoca, birçok açıdan haklı olarak şikayet ediyordu; ama bu mezhepçi ve milli dindar çevrelere tevhid akaidi ve ıslah fikri gelenekçi, modernist ve milli öğelerden yeterince arınıp, Kur’an bütünlüğü içinde de sunulamıyordu. Örneğin hatıratta, 19. yüzyılda Kazan, Hindistan, Türkiye -ki o zaman Türkiye adı kullanılmıyordu-, İran, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da zuhur eden ıslahatçılara “modernizm öncesi ıslahatçılar” yahut “İslami uyanışın öncüleri” denildiği belirtilmekte. (III/24) Bu isimler de modernist, gelenekçi ve köktenci ifadeleriyle tasnife tabi tutulmakta. Yine bu isimler arasında geçen Seyyid Ahmed Han’ın, Namık Kemal ve Ali Suavi’nin Batılı paradigma ile uzlaşarak siyasi proje veya ulus fikri bağlamında modernist oldukları kesin; ama Karaman Hoca’nın bu isimleri “İslami uyanışın öncüleri” içinde değerlendirmesi, vahyin öğrettiği “ıslah” kavramıyla tamamen çelişkili.

Ayrıca enstitü kapsamında söz konusu olan tartışmalara Karaman şu önemli açıklamayı getirmektedir. Tartışmaların iki temel faili vardı: Birincisi; bu okulların partizanlık yuvası haline getirilmesidir. İkincisi; laik devletin din eğitimi yapmasındaki garabettir. Çünkü “Talebeler İslam adına hareket ederken idare ve idareden taraf olanlar, laikliğin hükmünü icra etmekten taraf gözükmektedirler.” (III/169) Örneğin boykotçu öğrencilerin bildirilerinde Tayyar Altıkulaç, mason yöneticilerle mezhepsiz diye itham edilen Karaman ve arkadaşları arasında köprü vazifesi görmekle itham edilmektedir. (III/170) Ayrıca İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü müdürlüğü yapmış olan Ahmed Davutoğlu, Süleymancılara ait Ufuk isimli haftalık gazetede (12 Ocak 1977), mezunların taklitçiliği benimsemeyen bir istikamete yöneleceklerini bilmiş olsaydım “Ne hocalık yapardım ne de müdürlüğünü kabul ederdim. Bilâkis bu mekteplerin açılmaması için çalışır, gayret ederdim.” (III/31) demektedir.

Ahmed Davutoğlu, Hüseyin Hilmi Işık, Sadreddin Yüksel, Necip Fazıl Kısakürek, Enver Baytan gibi kendilerini “Ehl-i Sünnet” müdafii kabul eden isimler “mezhepsiz”, “naylon müçtehit”, “din tahripçisi” klişeleriyle ithamlarını yoğunlaştırmışlardır. Dönemin Ufuk, Sebil, Büyük Gazete, Sabah, Yeni Devir, Rapor, Fikir gibi dergi ve gazetelerinde de bu ithamlar tekrarlanmıştır. İthamlar daha sonra şiddete dönüşmüş, Altıkulaç’ın arabasının camları kırılmış, İzmir’de Avni İlhan zincirlerle dövülmüş, Yaşar Kandemir’in evi kurşunlanmıştır. (II/235) İthamcı kampanyada yer alan Sadık Albayrak, A. Fikri Yavuz gibi isimler ise daha sonra kanaatlerini değiştirip helallik dilemişlerdir. (III/26)

Hatıratın üçüncü cildinde, Davutoğlu’nun Necip Fazıl’ın teşviki ile 1974’te hazırladığı ve mükerrer baskıları yapılan “Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri” kitabında Seyyid Kutub’a, Ebu’l Ala Mevdudi’ye, Muhammed Hamidullah’a, Muhammed Abduh’a, Reşid Rıza’ya ve Hizmet Nesli müelliflerine yönelttiği kaba hatta tekfir edici suçlamalara Ehl-i Sünnet’in metodolojik çerçevesinde verilen cevaplar da yer almış. Hatıratta, tartışmalı dönemlerde muarızlara Karaman’ın verdiği cevapların şiir formuna da rastlıyoruz. Bu cevaplar, Nesil ekibi olarak fiiliyatta ne kadar karşılık bulabildi tartışmaya açık; ama Karaman’ın niyet ve hisleri önemli:

“Düzenbazlar bize ‘uşak’ demişler…”

“Rasul uşşâkıyız, uşak değiliz.

İslâm’ın nesliyiz, kuşak değiliz!”

“Fir’avun sarayında Musa gibiyiz.”(III/173)

Karaman, İran İslam İnkılâbı’ndan sonra Eylül 1991’de İran İslam Cumhuriyeti’ne davet edilenler arasında yer almıştır. Bu gezisinde edindiği izlenimlerle İran’daki Şia anlayışı üzerinde tanıtıcı açılımlar yapar. Açılımlarında yanlış gördüğü yaklaşım ve anlayışlarla ilgili, itham etme değil bilgilendirme yolunu seçer. Ayrıca Şiilik ile Sünniliğin ortak yönlerini de sergiler. “Sünnilerin Kur’an’ı ile Ca’ferilerin Kur’an’ı arasında fark” olmadığını; İran’daki Şia’ya göre de “Kur’an âyetleri nassı ve zâhiri, mantûku ve mefhûmu ile delil” olduğunu; Sünnilerden farklı olarak 12 İmam’ın da hadislerinin Sünnet’ten sayıldığını; ama “Kur’an-ı Kerim’in açık ifadesine ve meşhur sünnete aykırı bulunan hadisler”in muteber sayılmadığını açıklar. (III/284) Ancak Karaman’ın bu açıklamalarında Sünni dünyada olduğu gibi Şii dünya içinde de tahkik ehline veya usulîlere karşı ahbarî-mezhepçi ve gulat eğilimler taşıyan insanların aşırılıklarından bahsetmemesi bu çerçevede bir eksiklik bırakmıştır.

Her Müslümanın dininin adamı olması gerekirken, Karaman’ın, yazılarında “din adamı” kavramını rahatlıkla kullanması biraz geleneksel avam-havas ikilemini hatırlatmaktadır. Bu kullanım yerine dini sahalarda uzmanlaşma idealinden bahsetmesi daha gerçekçi olurdu. Bu yaklaşım yanlış beklentiler de üretebiliyor. Örneğin bizzat kendisi, İran’da, havza-i ilmiye’den mezun olanlara rûhani gözüyle bakılırken, Türkiye halkı “İlahiyat mezununa bir rûhani gözü ile bakmaya alışık değil.” diye yakınıyor. (III/294)

Adil Düzen Eleştirisi ve Partili Mücadelede Aşamalar

Hayreddin Karaman, 1980’den sonra “fikir almaya değil, vermeye şartlanmış” olduğu için Necmeddin Erbakan’ın çoğu önemli istişari toplantısına çağrılı olduğu halde katılmadığını belirtir. Ancak 1992 yılında 150 kişilik bir heyetle Türkçe konuşan ülkelere düzenlenen gezisine katılır. Birçok tanınmış kişi ile görüşme ve fikrî alış-verişleri olur. Gezi boyunca Necmeddin Hoca, sürekli “adil düzen”in hikmetlerini ve İslamiliğini anlatır. Bu yaklaşımdan bunalan Karaman, dönüş yolculuğunda şu notları alır: “Adil düzenden maksat ‘İslami düzen’ ise buna aşamalı gitmek gerekir. Bu aşamalar planlanmalı ve ilk aşama parti programı şeklinde ele alınmalıdır. Bu ise ideal ve kâmil ‘adil düzen’ olmaz, ona zemin hazırlayan bir aşama, bir geçici düzenleme olur.” (II/335)

Karaman’ın bu yaklaşımı, devri vaktinde oldukça mutabık kaldığı Aykut Edibali’nin ve Yeniden Milli Mücadele hareketinin ürettiği stratejik aşamalara benzemektedir. YMM hareketi 1960’lı yılların sonunda ve 1970’te “Kurtuluş İslam’da” ve “İslam İnkılâbı” diyerek etrafına topladığı İslami duyarlılığı yüksek gençleri, İslam devletine gitmeden önce arazinin temizlenmesi gerektiğine; yani önce stratejik olarak “Milli Devlet” hedefine ulaşılması gerekliliğine inandırmış ve kilitlemişti. Bu aşama anlayışı, kimliksel arınma yerine devresel olarak milli, liberal veya diğer modern hurafelerle şekillenen bir eklektizmi ve sığınmacılığı da kaçınılmaz kılmıştı.

Karaman, Türkiye’ye dönerken “adil düzen” hakkındaki eleştirilerini Sabahattin Zaim Hoca ile paylaşır. Bu eleştirileri duyan Tayyip Erdoğan; Azmi Ateş ve Feyzullah Kıyıklık ile birlikte kendisine bir teklifte bulunur. Erdoğan’ın önerisi şudur: “Uygun gördüğünüz ilim adamlarını toplayın ve adil düzeni tenkit masasına yatırın.” İstanbul Aksaray’da sekreterlik hizmetleriyle birlikte yer ayarlanır. Bir yıl süren ve sonunda raporlaştırılan (1993) çalışmaya Karaman dışında Sabahattin Zaim, M. Akif Aydın, Mehmet Yazıcı, Ahmet Tabakoğlu, Ömer Dinçer, İrfan Gündüz, Raşid Küçük, Kerim Aytekin, Mehmet Erdoğan, Nazif Gürdoğan, Faruk Beşer, Abdülaziz Bayındır katılır.

Bu rapor, sanki Refah-Fazilet Partisi’nden ayrılma, “Milli Görüş gömleği”ni çıkartma ve daha sonra AK Parti’yi oluşturma seyrinin stratejik kodlarını, teorik olarak bir tanım zeminine oturtmuş gibidir. Zaten raporun sonuç bölümüne göre adil düzen, bazı İslami ilkeleri gözetse de, “beşeri bir nitelik taşımaktadır” ve ibahiyye mezhebi görünümü vermektedir. (III/360) Hazırlanan rapora göre Türkiye’deki partisel mücadelede önerilen yol şudur:

“Parti Türkiye’de bir düzen değişikliği yapmak istiyorsa getireceği düzene geçiş aşamalarını tespit etmeli, ülkenin ve dünyanın içinde ilk aşamayı planlamalı, buna uygun bir parti programı oluşturmalıdır. İşte bu program İslami düzenin kendisi değil, ona götüren yolun başı, ona açılan kapı olacaktır. Bunu bir kadro hazırlayacak ve İslam diyerek değil, mevcut şartlarda ona zemin hazırlayan en uygun model diye takdim edecektir. Bu takdirde model muvaffak olursa diğer aşamalara geçilecek, olmazsa başarısızlığın faturası İslam’a değil, belli bir kadroya ve onların hazırladığı modele çıkarılacaktır.”(II/358–359)

Mevcut sistem içinde tüm aşamalı mücadele anlayışlarına rağmen, sonuç itibariyle köklü bir inkılâb düşünülmez. Ve adil düzen eleştirisi “Türk milleti”nin ve sosyal, hukuki, siyasi yapının yok sayılamayacağı hatırlatmasıyla bitirilir. Raporun son cümlesi şudur: “Mevcut Türkiye Cumhuriyeti’ni topyekûn başka bir yere kaldırarak, aynı yerde sıfırdan başlayan yepyeni bir toplum kurma yaklaşımının mantıki olduğunu söylemek pek mümkün değildir.” (II/363)

Adil düzen üzerine yazılan raporda belirtilen görüşler, belki verili siyaset içinde rol almak konusunda reel durumu belirtmektedir. Ancak ortaya konan bu aşamalı strateji, raporda belirtildiği gibi ilkesel olarak en az adil düzen planı gibi ibahiyye mezhebi görüntüsü vermektedir. Zira fıkıh usulünün hiçbir mesâlih-i mürsele ve istihsân formu, gayri meşru veya vahiy dışı siyasi bir yöntemi helal olarak gösteremez.

Sonuç

Hayreddin Karaman Hoca’nın hayatı, bir bakıma, laik Türkiye rejiminde fikrî ve tecrübî mahrumluklar içinde kalbini ve zihnini İslam’a açan bir neslin hikâyesini de ifade etmektedir. Bu hikâyenin 1940’lı 1950’li yıllardaki aktörleri, çorak bir zemin üzerinde yaşamışlardı. Ne sınanmış bir modelleri vardı ne de şahitliği üstlenen rehberleri. Öncül bakış ve duygularını mahrum ve çorak zeminlerde oluşturdular. Cahiliyyeden arınmak kolay değildi. Islah rüzgarlarının ve yağmurlarının çoraklaşmış ve çoraklaştırılmış ülke topraklarına taşıdığı vahyî canlılıktan ne kadar yararlanabildilerse, gelenekçi ve ulusçu hastalık taşıyan zeminlerde o kadar yeşerebildiler. En büyük eksikleri toprak bağı dışında yeniden inşa konusunda bir alternatif geliştirememiş olmalarıydı. Toprak bağı onları millilik kurgusundan gereğince arındıramadı. Onlar kendilerini “Fir’avun’un sarayında Musa gibi” gördüler. Ancak Musa’yı yönlendiren inzal olan vahiydi. Onları yönlendiren ise beşer olarak kendi yorumlarıydı. Onlar sistem içi ilişkilerde Müslümanlara alan açmak istediler. Fakat Müslümanlar için fiziki imkanlar oluşturmaktan daha çok, sahih İslami düşünce yollarına yönelten yaklaşımları önemliydi. Ayrıca çözümlerinde Kur’an bütünlüğünü yakalayamadıkları anlarda önemli kırılmalar yaşadılar, yanlış modellere kilitlendiler.

Fir’avun’un sarayında veya sistem içinde alan açma çabaları en fazla 28 Şubat sürecinde darbe aldı. 28 Şubat süreci, bütün Müslümanlar gibi onların da üzüldüğü, zor sınavlardan geçtikleri günlerdi. 28 Şubat darbe paşaları tüm İslami kazanımları iptal etmeye çalışırken, İHL’ler ve ilahiyatlardaki öğrenimi de tırpanlamışlardı.

İrtica birifinglerinin birbiriyle yarıştırıldığı bir dönemdi. Başörtüsü yasağının yerleştirilmesinden sonra sıra İHL’lere ve ilahiyatlara gelmişti. İstanbul İlahiyat Fakültesi Dekanı Mustafa Fayda ve peşinden de yeni dekan Saim Yeprem dayatılan başörtüsü yasağı nedeniyle istifa etmişlerdi. Ama daha sonra öğretim görevlileri bu konuda yeterli tepki göstermemişlerdi. Hatta ilahiyat fakültelerinde başörtüsü yasağı tartışılırken, Karaman’ın öğretim görevlisi arkadaşlarından birisi şu teklifte bulunmuştu: “Talebeyi bahçeye toplayalım, ‘kızlar başlarınızı açın ve girin’ diyelim, böylece onların silahlarını ellerinden alalım.”

Karaman Hoca, kendini oldukça inciten ve ümidini kıran öğretim görevlisi arkadaşlarının tartışmalarını da şöyle aktarır: “Biri ‘Müzakere sona ermiştir, karar açılma yönündedir’ dedi, diğeri de ‘Biz devlete karşı çıkacak değiliz, açmak istiyorlarsa açarlar, buna karşı çıkanların da devlet hakkından gelir’ dedi.” Toplantı bu şekilde bitmişti. Bu durum üzerine Karaman, yüksek lisans ve doktora derslerini terk etmek pahasına da olsa derhal personel işlerine gider ve Fakülte’den ayrılmak için dilekçesini verir. Belki istifa olayının arkası gelir diye bekler; ama Hizmet Nesli’nden bir tepki gelmez. Canı çok sıkılır. O artık protestocu talebelerin safındadır. 6 Kasım 2000 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki yazısının başlığı şudur: “Yürürseniz ben de varım”. Ve sonra öğrenci direniş komitesiyle temasa geçer. (II/397–398)

Karaman, Fakülte’den ayrıldıktan sonra, başörtüsü yasağını uygulamak üzere Zekeriya Beyaz dekanlığa atanır. Karaman, ilahiyat fakültelerindeki başörtüsü yasağına karşı bir beyanname hazırlar; ama hocalara imzalatamaz. (II/402) Karaman için daha acı olan ise dekanlığa atanan başörtüsü yasakçısı ve Kur’an tahripkârı Beyaz’ın, öğretim üyesi arkadaşları tarafından gruplar halinde odasında tebrik edildiği haberini öğrenmesidir. Eğer bu hâl doğru ise şöyle yazar Karaman: “O (odayı dolduran) arkadaşlara ‘Size yazıklar olsun!’ demek isterim.” Karaman, Zekeriya Beyaz “Bana bir gün bile dekanlık yapamadı!” deyip şu vurguda bulunmaktadır: “Kalmak mecburiyetinde olsaydım asla tebrik etmezdim, yanlışlarının karşısına dikilirdim.” (II/421)

Ali Bulaç, Hayreddin Karaman’ın istifasıyla ilgili yazısında “Geleneksel kültürümüzde hak arama, masiyette itaatsizlik hakkını kullanma ‘fitne’ olarak tanımlanmıştır. İlahiyat Fakülteleri’nde kültürün bu temel kodları okutulur.” (III/431) Ama maalesef ki Karaman da bu paradigmaya “Sünni geleneğimiz” deyip sahip çıkmaktadır. (II/413) Ama Bulaç, Hayreddin Karaman’ın başörtüsü yasağına karşı sergilediği tavırlarla ilgili şu tespiti yapar: “ ‘Fitne’ aşamasını geride bırakıp ‘vicdani ret’ ve ‘sivil tepki’ aşamasına gelmiş olmamız sevindiricidir.” (III/432) Bu hâl gerçekten sevindiricidir; ama ne gariptir ki gerek verili siyaset alanındaki aşama anlayışının, gerek muhalefet ve direniş çizgisindeki aşama anlayışının kavramsal referansları vahye ve İslam fıkhına uzanmaz.

Karaman Hoca’nın hatıratını okumayı tamamladığımızda zihnimizde belirginleşen izlenimleri iki cümle ile özetleyebiliriz: Onun çabaları ve İslamileştirme kaygısı taşıyan Hizmet Nesli projesi, çorak toprak üzerine ekilen fidanlar gibidir. Ama bu fidanlar sahih bir örnekliğe dönüşemeseler bile, yeni adımların atılacağı zeminin verimli hale getirilmesinde önemli oranda katkı sağlamışlardır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR