1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Hak-Adalet Konularındaki Motivasyonlarımız ve Siyaset Dengesinde Ölçü

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Hak-Adalet Konularındaki Motivasyonlarımız ve Siyaset Dengesinde Ölçü

Ekim 2019A+A-

15 Temmuz darbe süreci ve ardından yaşananların yarattığı siyasi iklim, üzerinde düşünülmesi ve konuşulması beklenen bazı konuların ertelenmesini; bazılarının da İslami kesimlerden beklenmeyecek ölçüde refleksif tarzda savunulmasını, ahlaki açıdan su götürmez olduğu düşünülen meselelerde ölçü zaafları ortaya konmasını beraberinde getirdi.

Hiç şüphesiz bunda iki ana eksen belirleyici oldu. Bunlardan ilki AK Parti’nin Türkiye’deki tüm sorunlara el atmaya giriştiği ve bu konuda toplumun geniş kesimleriyle mutabakat sağladığı yürüyüşü esnasında Müslümanların AK Parti ile yoğunlaşan meşru ilişkilerinin tüm zamanlara yayılması gerektiğini, Türkiye’nin siyasi yapısının ve muhafazakâr kimlik yapısıyla malul kesimlerin ihtiyaçlarının bunu gerektirdiğini düşünen zihin yapısıdır.

Diğeri ise motivasyonunu CHP, HDP vb. karşıt ideolojik güçlerin beslediği; içinde haklı korkular, yaşanmışlıklar, tarihsel hafızanın yer aldığı; güncel gelişmelerin de ideolojik-kimliksel karşıt konumlanmayı haklı çıkardığı bir gerçekliğin ürünü.

“Karşıt” ve “yandaş” tabirleri ile de aslında önemli olanın kimliksel aidiyet olduğu, bunun dışında bir konum alışın Türkiye ve dünya gerçeklerine uymadığı, her siyasi-sosyal olaya verilen tepkilerin de bu durumu haklı çıkaran örnekler olduğu ifade edilir.

Belki de siyasi-sosyal gelişmeleri tanımlayıp yorumlamada en konforlu kesimler hadiseleri salt bu karşıtlık pozisyonları üzerinden tanımlayan kesimlerdir. Sayıca demografik üstünlük de bu kesimlerdedir. Siyasi, hukuki, toplumsal sorunları aynı retorikle dillendirip işleme konusunda da en fazla motivasyona sahip kesimler bunlardır.

Burada sorun, mezkûr kesimlerin -tıpkı milliyetçilikler meselesinde olduğu gibi- sürekli olarak birbirlerini besleyip büyütmekle kalmamaları, siyasi-sosyal olayda sağlıklı, akl-ı selimle düşünme ve davranma konumunu korumaya çalışan çevreleri de etkileme potansiyellerinin güçlü olmasıdır. Tabii burada salt kitlelerden değil, kitleleri etkileme cihetindeki medya, siyaset gibi mahfillerden söz etmekteyiz.

“Hiç Kaybetmeme” Üzerine Bina Edilen Siyaset Versus Vazgeçilmez Değerler

Mesela, 16 Nisan referandumu öncesi ve sonrası dejavu misali sürekli serdedilen beka söyleminin siyaset ve toplumda yarattığı tahribatı eleştiren kesimler de son İstanbul seçimlerinde yapılan yanlışlar, çürük iddialar, hukuk facialarına rağmen “kaybetmeme” ve beka dürtüsünün getirdiği tepkileri çeşitli siyasi yorumlar eşliğinde savunabildiler! İktidarın çürütücü ve suiistimale açık beka söylemini açık-kapalı eleştiren İslami kesimler dahi İstanbul’u kaybetmenin getireceği faturaya maruz kalmaktansa kendi “haklı ve meşru” beka mantıklarını öne çıkararak siyasi pozisyon aldılar.

Elbette bu durumun yadırganmasını ortadan kaldırıcı pek çok “haklı sebep” sıralamak mümkün. İdeolojik pozisyonu belli, muhafazakâr kitlelere yaşattığı zulümler bırakın uzak tarihi yakın tarihte tazeliğini koruyan, darbeci özlemlerini açık sofistike defaatle izhar etmekten çekinmeyen, bu konularda da nedamet getirmekten uzak olmak bir yana, ideolojik çizgiyi korumakta hevesini gizlemeyen bir siyasi çizginin galebe çalmasına dönük korku bir yanda; bunların somut göstergelerinin -Suriyeliler meselesi, yaşam alanlarının daraltılması, rövanşist tutumların pusuda bekletilmesi gibi- çeşitli pratiklerle serdedilmesi ve endişeleri haklı çıkarması diğer yanda.

Peki ama salt bu motivasyon ile haklı sebeplere dayalı karşıtlık üzerinden her meselenin bu teraziye vurulup tartılması sorunlarımızı çözüyor mu? Daha doğrusu korkunun ecele faydası oluyor mu?

AK Parti’nin geriye düşüş ve kayıplarının ve dahi genel anlamda topluma ve siyasete kaybettirdiklerinin üzerinde sağlıklı bir değerlendirme yapılmaz ve bu değerlendirme eşliğinde ne tür bir uyarıcılık misyonunu üstlenmemiz gerektiği konuşulamazsa, bu gidişata nasıl “dur” denebilecek, aslında böyle davranmakla somut mağlubiyeti daha bir mukadderat haline getirenlere nasıl ayna tutulacak?

Eğer olan biteni bazıları gibi “dış güçler”e hamletmiyorsak, bir yanda “karşıt” olanlar kazanmaya devam eder, diğer yanda muhafazakâr kesimler AK Parti’den yavaş yavaş desteklerini çekme istidadı gösterirken, hem bu kesimleri hem partilileri hem karşıt ya da yandaş olup da sürece sağlıksız bakanları kim, hangi motivasyonlar, hangi ölçüler mucibince vasat olana davet edecek?

Üstelik bunlara kimliksel yaklaşım sahiplerinin konuşmayı çok sevmedikleri, kendi yandaşlarından sadır olduğunda ilk anda görmezden gelme ya da “inanmama” refleksine sarıldıkları ekonomi-politik rant, adam kayırma, iltimas, hırsızlık, şeffaf olmama, denetimsizliği koruma, yargıya müdahale, yürütme/iktidar gücüyle farklı kesimleri tehdit ve susturma gibi bilumum yozlaşma konularını da ekleyip bu tablonun sadece muktedirleri değil, tabanı, toplumu, İslami kesimleri de içine çektiğini görmezden gelebilmek mümkün mü?

Bu tür konular her gündemleştiğinde, bunların siyasetin doğasında olduğu, “karşıt” güçlerin eline fırsat geçtiğinde benzer tutumlar sergileyeceklerini ifadelendirmek içimizi rahatlatıyor, bizi temize çıkarıyor, sorunları temelden konuşmayı bir süreliğine daha ertelemeye cevaz hali oluşturuyor mu?

Korkunun Ecele Faydası Nereye Kadar?!

Bu tavuk-yumurta hikâyesine ne zamana kadar katlanmamız gerektiği üzerinde konuşmak bazı riskleri elbette getirecektir ama bu yüzleşme eninde sonunda yapılmak zorundadır.

İslami kesimlerin haklı beka korkuları kimliksel kazanımlar ve İslam düşmanlarının elinin asla güçlenmemesi ana düşünce zemini üzerine oturmakta. Paradoks şu ki zaten kendi yapıp etmelerimizle, susmalarımızla, kayıtsız kalmalarımızla, düşmana koz verme endişelerimizle, değerleri sahipsiz bırakma tavırlarımızla aslında tam da o korkulan şeye doğru ilerlemekteyiz!

“Asla kaybetmeyelim” sabit duruşu üzerinden, kimliksel refleksler ve -hep altını çizdiğimiz üzere- anın vacibi “haklı korkularla” kendimizi, ailemizi, içinde bulunduğumuz toplumu yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel sıkıntıların içine atıp atmadığımızı konuşmakta gecikiyoruz.

“Kaybetmeyelim” ama kaybetme adına her şeyin yapıldığını da görelim. Kaybetme adına her şeyi yapanlara karşı uyarıcı misyonun -yok denecek kadar az bir topluluk dışında- gereğince yerine getirilmediğini de. Dünün hataları, bugünün kemikleşmiş yozlaşma unsurlarına dönüşür, yarına ilişkin umutlar daha bir tükenirken, biz aynı refleksif hali korumayı ümmet adına daha ehven görmeyi sürdürüyoruz.

Eleştiri Yükümlülüğü ve Hakkı Gündemleştirmede Ölçü

Tabii yukarıda sıraladığımız endişeler, bu hususlarda kimliksel reflekslerden olabildiğince sıyrılmaya çalışan kesimlerin sancılarını ihtiva etmekte; yoksa, bu konularda kendilerini “daha gerçekçi” gören ve iktidarla ilişkilerini sorgulamaları artık imkansız hale gelmiş, sadece girilen ilişkilerden ötürü değil, zihniyet itibariyle iktidarı eleştirmeyi laik düşmanlara lojistik taşımak, lüks idealist liberal eğilim gibi görenlere değil.

Eleştirel olmayı kimlik zedelemek, sosyo-politik vakayı gözlemleyememek olarak algılayanların da algılarını gözden geçirmeye ihtiyaçları var. Zira aile parçalandıktan, değerlerini de toprağa gömdükten sonra aile babasının ya da fertlerinin geriye dönük hatalarını konuşmanın bir faydası yok. Yangına müdahalenin de o yangının muhtemel tahribatlarını önceden sezmenin de anın vacibi olanı ihtiva ettiğini görmek gerekiyor.

Eleştiri yükümlülüğü ve hak konularını gündemleştirmede yukarıda sıraladığımız korkulara ek olarak “siyasi suiistimal” meselesi gelmekte.

“Siyasi suiistimal” endişesi, her eleştiri konusunun, her hak meselesinin ana umdesi şüphesiz. Kendilerini muhalif olarak konumlayan kesimlerin, ideolojik kimlikleriyle pekiştirdikleri muhalifliği yegâne meşruiyet umdesi olarak gördükleri doğrudur. Bu tutum, öncelikle onları sakatlayan, ahlakiliklerini zedeleyen, çelişkilerini ortaya koyan bir durumdur. Yozlaşma ve hak-adalet konularında eleştirel olmayı, görünür vaziyet almayı, ses vermeyi kimliğinin merkezine koyanlar açısından bu durum engelleyici değil, sadece hesaba katıcı bir gerçeklik olarak görülmeli. Birilerinin birtakım konuları suiistimal meselesi yapmaları, bizim o konudaki genel tutumumuzu etkilememeli ki toplumsal anlamda adil şahitliğin hakiki örnekleri ortaya konup, hakkında asılsız ithamlarda bulunulan İslamcılığın ve İslami kimliğin, mümince ilkelerin gerçek değeri somutlaştırılabilsin.

Mesela cezaevindeki çocuklu tutuklu ve hükümlü kadınlar konusu birtakım FETÖ’cü unsurların suiistimal konusudur aynı zamanda. Belki de içlerinde siyasi sebeplerle bu mağduriyetin hiç bitmemesini isteyenler vardır. Kim bilir belki de bürokraside bu mağduriyetlerin artması ve iktidarın hem uluslararası arenada sıkışması hem de yerel düzlemde oy ve güç kaybetmesini arzu edenler...

İşte aslında adil şahitlik misyonu tam da burada devreye girebilmeli. Zira eksik olarak çizdiğimiz bu tabloyu tamamlayan gerçeklerin başında, muktedirlerin koydukları yanlış kriterler, FETÖ ile mücadelede yapılan yanlışlar, çarpık bakış açılarının siyasete dönüşüp o siyasetin yargı mekanizmalarını etkilemesi gelmektedir! Yani “dosta” destek olmak, mevzi kaybetmemek, sosyolojik olanı incitmemek istiyorsak bu meseleye uzak kalmak çözüm değildir. Sadece uzak durmak konusu da değil, ilgilenenler açısından motivasyon boyutu da önemlidir. Niçin bu konuları gündemimize almak, gündemde tutmak gerektiğine yukarıda da değindik aslında. Bir tarafıyla adil şahitliğimiz bunu zorunlu kılmakta, diğer taraftan da yanlış yapanların hatadan dönmelerini sağlamanın getirileri açısından. Nitekim aksi durum hepimizin gayya kuyusunun içine çekilmesi, değerlerin zedelenmesi, inandırıcılığımızın buharlaşması, sözün ve eylemin değerinin yok hükmünde görülmesini beraberinde getirebilir.  

Mağdurun Kimliği ve Farklı Konulardaki İdeolojik Yaklaşımları

Diğer taraftan düzeltilmesi ve hak konularını gündemleştirmede ayağımıza takılmaması gereken algılardan biri de mağdurun kimliği ve farklı konulardaki ideolojik-siyasi yaklaşımlarıdır. “Ama onlar da Suriyeliler konusunda hakkaniyetli değiller!” gibi yaklaşımlar adaletli olmadığı gibi, hakkın konusu da değildir. Nitekim meseleye buradan yaklaşmak hemen neredeyse hiçbir hak konusunu gündemleştirememek anlamına gelir, zira beş parmağın beşi zaten birbirine benzemez ve bu tarz eleştiriler hemen her kesim için de geçerlidir. Mesela cemaat tabanındaki insanların çarpık görüşleri bahane edilerek aramıza vicdan duvarı örülürse, aynı durum Alparslan Kuytul ve takipçileri için de geçerlidir. Hatta kimliksel olarak kendimize en yakın gördüğümüz kesimler için bile armudun sapı üzümün çöpü yaklaşımına sığınmak mümkündür. Söz konusu hak ve adalet ise bize en uzak olduğunu düşündüğümüz, hatta farklı alanlar üzerinden nefret objesi olarak tanımlanabilecek düşmanlıklarla malul insan ve çevreler için de benzer hakkaniyetli tutumu serdetmek bir zorunluluktur.

Bu tutum elbette ki onların ideolojik kimliğini görmezden gelmek, farklı konulardaki çelişki ve zaaflarının üzerini örtmek tavrını beslememelidir. Ama hak konusuyla bu durumu bir araya getirmek ayrı bir ölçüsüzlük ve zulümdür. Bu konular hak tesliminin ölçüsü ya da engeli kılınamaz.

Sosyolojik-Kimliksel Yakınlığın Önceliği Meselesi

Bize sosyolojik ve kimliksel olarak yakın olan kesimlerin çekim alanımızın yakınında olması, farklı, daha proaktif bir motivasyonla hareket etmemizi beraberinde getirebilir. Bu durum hem örgütlülük hem irtibatlar hem de mağdur eden kesimlerin ideolojik amaç ve motivasyonuna karşıtlık açısından doğaldır. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde böyledir. Kendi içinde doğallığı olan bir sosyolojik-siyasi durumdur bu. Lakin doğallık kadar, bu doğallığın kemikleştirebileceği handikap ve ölçü bozukluklarına da dikkat edilmek zorundadır.

Mesela aynı haksızlık konusu farklı kesimlerin başına geldiğinde, sırf onların kimliklerinden ötürü bunu hak ettikleri, bazı ideolojik kesimlerin, siyasi partilerin oyununa geldikleri gibi argümanlar, yukarıda değindiğimiz ölçü bozukluklarına tekabül etmektedir. Öte yandan, bu konularda kimliksel motivasyon ağır bastığından, kimliksel motivasyonun olmadığı konularda da aktif olma zorunluluğu adil şahitliğin gereğidir. Bu noktada “Zaten farklı kesimlerin sahiplendikleri, hatta ideolojik suiistimal konusu bile yaptıkları meselelere aynı motivasyonla katılmak zordur.” itirazı gelebilir. Doğruluk payı güçlü bir itiraz bu, lakin daha geniş değerlendirilmeyi hak etmekte.

Özellikle 15 Temmuz sonrası mağdur edilen kesimlerin -sırf kimliksel açıdan baktığımızda bile- geniş bir muhafazakâr sosyolojiye tekabül ettiği bilinmektedir. Bu kesimin muhafazakâr bir iktidar döneminde bunları yaşamış olmasındaki garabeti bir kenara bırakalım. Normal şartlarda bu kesimlere en fazla İslami cenahın sahip çıkması beklenirdi. Lakin malum yapıya olan nefret ve iktidarla olan ilişki buna engel olunca bu alanda bir boşluk oluştu. Bu boşluk da iktidar karşıtlığında motivasyonu yüksek kesimlerin müdahalesini kolaylaştırdı. İçlerinde samimi olan olmayanıyla, hakkı gasp edilen insanların sorunlarını -tüm zorluk ve kamuoyu baskısına rağmen- gündemleştiren kesimler bu meselelerde ön almış oldu. Yani ortada bir zorluk varsa bu öncelikle iktidarın yol açtığı hatalar, mağdurları sahiplenmekte ayak sürçen, hatta muktedirler gibi düşünmeyi kendi çevrelerine de empoze eden yapılar/cemaatlerin sebep olduğu bir durumdur bu. Dolayısıyla tam da bu sebepleri de gözeterek bu konularda daha aktif olma zorunluluğumuz söz konusu. Suiistimalinden çekindiğimiz kesimlerin alanına girmeden de bu konulardaki motivasyonumuzu artırmak mümkündür. Burada asıl sorunun, İslami kesimlerin kendi içlerinden gelen karşı eleştiri ve engeller ve bir tür mahalle baskısı olduğu açıktır!

Hak ve adalet konusunu evrensel normlar eşliğinde savunmada oldukça sabıkalı bir ülke olduğumuz su götürmez. Kimlikçi kayırmacılık, nefret, aşırı muhabbet, rövanşist duygularla hareket etme gibi hastalıklara duçar olanlarımızın sayısı, bu çeperden çıkmaya çalışanlarla karşılaştırıldığında ciddi bir üstünlüğe sahiptir. Lakin bu çarkın kırılması “eyyuhennas / ey insanlar” çağrılarına samimi karşılıklar sunan, “amenna ve saddakna / işittik itaat ettik” duyarlılığının sosyo-politik ve ekonomi-politik alanda aksi seda bulması için gayret sarf edenlerin sabrı/direnişiyle mümkündür. Ve bu konulardaki tüm zaaflarına rağmen, hem teori hem de samimi pratikler açısından en umut veren kesim yine Müslümanlar ve İslami duyarlılıklarla malul kesimlerdir.

Her ne kadar mezkûr süreçte İslami çevrelerin, iktidarla ters düşmeme kimliksel reflekslerinden, FETÖ ile mücadelenin getirdiği ölçü yanlışlarını fark etmede gecikmekten, mağdurlara dönük genellemeci çarpık bakış açılarından ötürü bu imtihanı doğru ölçüler muvacehesinde veremedikleri ortada olsa da bu gerçeklik yadsınamaz. Yeter ki aşağıda altını çizdiğimiz hususları başta Müslümanlar olarak kavrayalım ve memleketteki tüm kesimlerin şuur ve vicdanlarına kazıyabilecek şekilde örnekliğini canlı kılabilelim:  

“Hak, sadece bizim işimize geldiğinde, muhalif konumumuzu pekiştirdiğinde alet edevat hükmünde olan, siyasi stratejilerimizin aparatı bir olgu değil; evrensel bir norm, her türlü felsefi yaklaşımın ötesinde yer alması gereken evrensel hukukun ideolojiler üstü kabulü, insanlığa, herkesin aynı anda ve düzeyde kavrayabileceği ortak bir dille hitap eden vahyî mesajların temelidir.”

Eleştiri, iyiliği tavsiye kötülükten arındırma konularına bu perspektiften bakıp hareket ettiğimizde, motivasyonlarımız salt mahalli ya da pragmatik olma ithamlarına maruz kalmaktan arındırılacaktır. Bu durum, eleştiri oklarımıza maruz kalan siyasi yapıların bizleri doğru tanımasını beraberinde getirecek; bizim şahitliğimizi gözlemleyen mağdur kesimlerle iletişimimizi sağlıklı kılıp farklı mesajlarımızın da doğru algılanmasını sağlayacaktır.

Doğru tutum kadar, doğru algılanmak da önemlidir. Başkalarının eksiklerine, ayıplarına, zaaf ve düşmanlıklarına odaklanmaktansa kendi evrensel ve yerel tutarlılığımız ve ahlakiliğimizi öncelememiz, kendi eksiklerimize odaklanmamız asıl olarak görülebilmelidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR