1. YAZARLAR

  2. Ahmet Mayalı

  3. Devrim, Bir Solukluk Mesafe

Devrim, Bir Solukluk Mesafe

Kasım 1998A+A-

"Hayat, sahnelenen oyunlardan farksızdır çoğu zaman... Ama hep bir dramdır o. Hüzünler, yalnızlıklar, kırıklıklar; hatta coşkularda bile bir dram yansır. Sanatçı hayatı oynayacak, yazar hayatı yansıtacaksa, iç burkan acılardan vazgeçmek mümkün mü?... Ve unutmamalı ki, dipnotsuz hüzündür kurmacanın hüznü; ama üstnotları hep kurmacaya dahildir".

François Mayloitte, 1968

Kırkbeş dakikadır durmaksızın konuşuyordu. Senaryodaki yetersizlikler, provadaki aksilikler, salon bulmada yaşanılan güçlükler, rolünü benimsemede katlandığı sıkıntılar... Ama bütün bunların üstesinden gelmenin ona verdiği hazzı derinden derine hissediyordum. Konuşurken oynuyordu sanki, ya da ben öyle algılıyordum. Artık ne söylediğine dikkat edemez olmuştum; tamamıyla mimiklerine, el-kol hareketlerine odaklanmıştı dikkatim. "Sence de öyle değil mi", sorusuyla toparlandım ama, bence de öyle olanın ne olduğunu düşünürken, "O noktadan sonra sahneden inmesi biraz yapay durmayacak mı" şeklindeki ikinci soru gelmekte gecikmedi. "Tabi" dedim, "oldukça yapay duracak"...

Sıkıldığım hissine kapıldığından mıdır, yoksa aralıksız konuşmaktan yorulduğundan mı, "Neyse, fazla uzattık galiba. Yarın ikide provaya devam ediyoruz. İstersen sen de gel" diyerek evden ayrıldı. Bu kadar enerjiyi neresinde depoladığını düşündüm bir süre. Vücut dilini böylesine dizginsiz bir hoyratlıkta kullanan bu adamın, çocukken akdeniz anemisi geçirdiğine kim ihtimal verirdi ki? Bir teşhis hatası olmalıydı...

Yarınki iş arama programımı erteleyip, provayı seyretmeye karar verdikten sonra yatağa girdim. Bu gece uyuyabileceğimi düşünüyordum. Kerem'in son bir saatlik hızlı temposunu saymazsak, sakin bir gün geçirmiştim. Beşinci, onbeşinci ve nihayet yirmibeşinci dakika geride kalırken, uykudan 'tık' yoktu. Sağ, sol, orta, ters, yan; bütün pozisyonlar dakikalarla birlikte tüketildikten sonra, her zamanki gibi kafam avuçlarımda yatağın ucunda oturur vaziyetteydim. Hüseyin'in önerisi geldi aklıma. Kalktım, bol suyla abdest aldım, kurulanmadan yatağa girdim. Galiba olacaktı...

***

"İki film birden" gösterilen sinemaların birinde sahnelenecekti oyun. Provalarsa, sinemanın depo olarak kiraya verilen bölümünde yapılıyordu. İçeri girmek için bilet parası ödemek zorunda kaldım. Dar bir tünelde ilerlerken, Kerem'in bağır bağır tekrarladığı repliklerin geldiği tarafa yöneldim. Toza-toprağa aldırış etmeden bir sandık bulup, oturdum. Kerem her zamanki gibi, hakimiyeti tesis etmişti. Oyunculara, (sözde) ışıkçıya, hatta yönetmene talimatlar yağdırıyor; hareketleri ve konuşmalarıyla, kendisini tanımayan herhangi biri tarafından 'dünyanın en gıcık adamı' ilan edilecek denli sabırları zorluyordu. Ama orada bulunan herkes onu tanıyordu ve bu yüzden şimdilik bir sorun yoktu.

Lise yıllarının alabildiğine kayıtsız ve haylaz Kerem'ini idealist bir tiyatrocu görünümünde kim düşünebilirdi ki... Kendinden neredeyse yirmi yaş büyük öğretmenlere ilân-ı aşkla beraber evlenme teklif edecek kadar ilerletmişti haylazlığı. İşin ilginci, adı "kız kurusu"na çıkmış coğrafyacı kabul etmişti teklifini. Kerem ertesi gün elinde bir karanfille öğretmenler odasına dalmış, onca insanın içinde "Bak Necla, benim için yandığını biliyorum; ama biz ayrı çöplüklerin insanıyız. Ben aşkımı yüreğime gömerek kendi çöplüğüme dönüyorum. Sen de öyle yap" diyerek odadan çıkmış. O günden sonra Necla Hoca'yı bir daha görememiştik. Kerem'e de neredeyse tasdiknameyi veriyorlardı. Müsteşar babası devreye girmiş ve bir kez daha yırtmıştı...

Prova sürerken, cezaevi yılları geldi gözümün önüne. Sıkıyönetim koşullarında herhalde en olunmaması gereken yerde, askeri cezaevindeydik. Kerem'le aynı siyasetin insanları olmasak da aynı tezgahlardan geçmiştik. Eylül paşalarının cezaevlerindeki "Karıştır, barıştır" politikası uyarınca sık sık karşılaşıyorduk; lisedeki tanışıklık dolayısıyla ahbaplığımız koyulaşmıştı. Herbirimiz şubenin fiziki izlerini taşıyorduk ama, en çok ruhsal yıpranmışlık koyuyordu bize. Uyuyamayanlar, kâbuslarla uyananlar, uyanamayıp uyur-gezer olanlar, altını ıslatanlar, çarşafla intihara kalkışanlar... Kerem, benim gibi henüz birinci şıktaydı. Uyumayı başardığı nâdir zamanlarda ise, "Moskof uşakları!" diye bağırarak uyanıyordu. Şubede de buna benzer sloganlar atmış. "Biz bu devlet için yaptık ne yaptıysak" deyip durmuş ama, hiçbir türünden mahrum kalmamış işkencenin. "Ben devletim kardeşim; söyle bakalım ne yaptın benim için, ben seni yeni görüyom; ne yaptın söyle, bırakacam" karşılığını almış. O da onları, sonradan işkencenin dozunu arttırdığı için pişman olsa da, "Moskof uşakları" ve "Allahsızlar" ilan etmiş.

Cezaevinde başlayan sorgulama süreci, dışarıda, benim yabancısı olmadığım yepyeni bir iklime taşımıştı Kerem'i. 12 Eylül'ün yaydığı kişiliksizleştirme, politiksizleştirme, bireyselleştirme ortamında en güçlü sığınak olduğuna inandığı bu iklime alabildiğine teslim oldu ve en iyi bu şekilde hizmet ederim düşüncesiyle, yarıda kalan tiyatro eğitimini tamamladı; işini mükemmel yapan idealist bir tiyatrocu olup çıktı. Eski dostluklarını, ilişkilerini bir çırpıda olmasa da zamana yayarak tasfiye etmeye koyuldu. Bu süreçte en çok da "Ben artık müslümanım" cümlesini kullanıyor; insanlara kimi zaman basit, çoğu zaman ise tuhaf gelen bu cümlenin, hem geçmişini, hem de geleceğini çok iyi tanımladığına inanıyordu.

Provadan sonra birlikte lokale gittik. Konuşmamaya karar vermiştik ama, söz dönüp dolaşıp yine oyuna geldi. Bu oyun çok önemliydi onun için. Ülkedeki baskı ortamında böyle bir oyun sahneye konuldu mu, devrim yapmış kadar olunurdu. Tutuklanmak, ceza almak hiç umurunda değildi. Yeter ki bütün bunlar oyunun ertesinde olsundu. "Bu kadar abartma" diyecek oldum ama, o kadar coşkuluydu ki, yüreğim elvermedi. Sadece "Allah mübarek etsin" diyerek sırtını sıvazladım. Bu arada "Dostyüzü Sahnesi"nin diğer oyuncuları da gelmişlerdi. Senaryodaki eksiklikler tartışılacaktı. İzin isteyerek ayrıldım.

Yarınki iş arama serüvenimi düşünerek yürüyordum ki, karşı kaldırımda koşar adımlarla giden Aysel'i farkettim. Bir olağanüstülük sezinledim. Seslenmek uygun düşmezdi, karşıya geçtim. Kerem'i hemen bulması gerektiğini söyledi, çocuk ateşler içinde yanıyormuş. Acile yatırmışlar, işlemler için para gerekliymiş. Lokalden Kerem'i de alarak hastaneye gittik. Çocuğun durumu kötüydü; oksijene bağlanmış, tir tir titriyordu yavru. Onu gördüğü andan bu yana Kerem'in ağzını bıçak açmıyordu. Silah zoruyla susturulamayan adam, kilitlenip kalmıştı. Aysel, daha metanetli görünüyordu.

Ertesi gün biraz daha toparlanmış buldum Kerem'i. Suskunluğu sürüyordu ama, yüzündeki o donuk ifade kaybolmaya yüz tutmuştu. Hayatla olan bağını test etmek isteğiyle, "tiyatroyu ve devrimi unutmuyorsun değil mi?" diye takıldım. Biraz çiğ ve ortamsız olmasına rağmen, istediğim cevabı almıştım: Hafifçe gülümseyerek omuzuma dokundu.

***

Oyunun sahnelenmesine üç haftadan daha az bir zaman vardı. Kerem eve ve lokale uğramaz olmuştu. Hastaneden provaya, provadan hastaneye gidip geliyordu. Bir şirkette iş bulmuştum ama durum pek parlak sayılmazdı. Uykusuzluk sorunum devam ediyordu ve büroya sürekli geç kalıyordum. Hüseyin'in önerisi de işe yaramıyordu artık. Kendimi zorlamamaya karar verdim. İnceldiği yerden kopacaktı. Geceleri bol bol kitap okuyordum. Koca kitapları devirmek için üç gece yetip artıyordu bile. Bu arada yabancı dil çalışmalarını da hızlandırmıştım. Belirgin bir hedefim yoktu ama, bu tempo kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. Bir de işe zamanında gidebilseydim...

Bu zamansız gidişlerimden birinde, departman şefimiz tarafından "nazikçe" uyarıldım ve iki hafta sonraki altı günlük şehir dışı programına dahil edildiğim bildirildi. 'Eyvah' dedim içimden; oyuna yetişemeyebilirdim. Programın tam tarihini istedim, neyse ki bir günle kurtarıyorduk. Ama ya aksilik olursaydı... İşe zamanında gidebilen biri olsaydım, bir sonraki programa dahil edilme isteğimi rahatlıkla iletebilir ve şefi de ikna edebilirdim. Anlaşılan, oluruna bırakacaktık.

Akşam hastaneye gittim. Kerem iyi görünüyordu, çocuk da öyle... Kalıcı bir hasardan bahsediyormuş doktorlar ama henüz bir netlik yokmuş, ya da ona öyle söylüyorlarmış. "Allah büyüktür" diyor, ziyarete gelen akrabalarına... Şehir dışı programından bahsettim Kerem'e, canı sıkıldı. "Gerçi ezbere biliyorsun artık oyunu ama, oynarken yüzüne bakmak istiyorum; aksilik maksilik olmasın" dedi. Benim de canım sıkıldı.

***

Otel odasında, günlük gazeteleri okuyarak uyumaya çalışıyorum. Mesai arkadaşlarım lobide, televizyon başındalar. Yüce Türk Cuntası'nın anlı-şanlı iktidar yürüyüşü üçüncü senesini dolduracak yakında. Gazeteler selam duruyor generallere. Bir tanesi, yine üstdüzey yetkiliden aldığı talimatı manşet yapmış: "Müdahale gerekliydi!". Spotları ve 'devamı sayfa 9'da'yı okumayı ruh sağlığım açısından uygun bulmuyorum. Gereklilikler bunlara damardan zerkedilmiş olmalı diye düşünüyorum. Bunlar da nesilden nesile tevârüsen intikal ettiriyor olmalılar. Dün "görülen lüzum üzerine"ydi, bugün "gereklilikten"... Kimbilir, belki yarın bunların çömezleri "durumdan vazife çıkararaktan" manşet olacaklardı.

Bizler de gereğini bir kavrayabilsek...

Ve uyku geldi.  Merhaba yarın.

***

Oyuna iki gün kaldı ve beklenen aksilik gerçekleşecek görünüyor. İki müşteriyi iknada zorluk çekiyoruz; sevkiyat, tahsilat, ıvır zıvır derken oyun güme gidecek. Bunda da bir hayır mı arasak?...

İnsanları endişeye sevkeden beklentiler gerçekleştiğinde, dizgininden boşalmış tedirginliğin sarsıntısı yaşanır bir müddet. Yapıbozuma uğramış bir ruh haline bürünmüşsünüzdür. Ama bilirsiniz ki, herşey insan içindir ve katlanılacaktır. Beklense de, beklenmese de "korku" gelip çatmış, oyun kaçmıştır.

Hemen ertesinde telefon ettim Kerem'e, kimse çıkmadı. Gece geç saatte aradım, yine yoklardı. Hüseyin'i çevirdim, sesi kırık geliyordu. İlk olarak "Kötü" dedi. "Çok kötü". Ve anlattı.

Oyundan bir gece evvel polis, Dostyüzü Sahnesi'nin bütün elemanlarını toplamış. Daha evvel başlatılan bir operasyona onları da eklemek istiyorlarmış. Kerem'i heryerde aramışlar ama, o gece hastanede olduğu için bulamamışlar. Oyun günü, sinemanın bulunduğu cadde polis kaynıyormuş.  Giriş-çıkışlar tutulmuş, sinemanın karşısındaki sokağa da bir panzer yerleştirilmiş. Millet yavaş yavaş birikince, oyunun yasadışı olduğunu anons etmişler. Dağılınmazsa dağıtılacakları söylenmiş. Kimse kılını kıpırdatmamış. Her anonsun payına bir hareketsizlik düşmüş. Derken Kerem, elinde bir merdivenle çıkagelmiş. Sinemanın yanındaki tek katlı büfenin üzerine çıktıktan sonra, merdiveni de yukarıya çekerek bütün gücüyle, 'Oyun başlıyor" diye bağırmış. Caddede öyle bir alkış tufanı kopmuş ki, polis şefi kulaklarını tıkamak zorunda kalmış. Ardından sloganlar ve tekbir sesleri... Bu arada Kerem, çatıda oyunu sahnelemeye başlamış. Herkesin rolünü bildiğinden, beş kişilik oyunu tek başına oynuyormuş. Seyirciler, büfenin olduğu alanı çepeçevre kuşattıklarından, polis yanaşamıyormuş. Anonslar gittikçe sertleşmiş: "Kanunsuz birikmektesiniz. Dağılmazsanız panzerle ezer geçeriz". Kimse dönüp bakmıyormuş panzerin olduğu sokağa... Kerem, oyuna eklemeler de yaparak devam ediyormuş: "Devrim, düş değildir. Devrim bugündür, bugündedir; şimdidir, buradadır. Sen, ben, biz varsak, devrim bir solukluk mesafedir".

Panzer yavaş yavaş hareket etmeye başlamış. Önce su sıkmışlar, olmamış; coplamışlar, olmamış; öyle kenetlenmiş ki insanlar birbirine, polis takviye istemek zorunda kalmış. Kerem, hızını kesmeden sürdürmüş oyunu: "Devrim, çocuklarımızın geleceğidir. Uyandığında parlayan güneşi tutmak isteğidir. Çamurlu koyaklarda özgürce yuvarlanmak, 'denizin sokak çocukları' martılarla yarışmak, akarsularca çağıldamaktır. Bir solukluktur devrim".

Takviyeler gelmiş ve öyle vahşice girişmiş ki insanlara, sinemanın önünde kandan gölcükler oluşmuş. Kerem'i çatıdan indirmeleri epey zaman almış. Öyle hırslanmışlar ki, panzer büfeyi neredeyse yerlebir ediyormuş. Dayadıkları gözaltı otobüsüyle toplu olarak çıkmışlar yukarı ve bir çuval gibi aşağıya fırlatmışlar Kerem'i. Başüstü düşmüş. İlk anda kalkabilmiş ayağa ama, birkaç dakika sonra yığılıp kalmış. O haliyle bile cop, tekme, telsiz sırtı ve yumruklar eksik edilmemiş.

Telefonu kapattıktan sonra, tiksintiyle beraber alabildiğine bir suçluluk ve yalnızlık çökmüştü omuzlarıma. Dostlarım, kardeşlerim talan ediliyordu, ben yoktum. Kerem komadaydı, ben yoktum. Murdar bir aldatmacaydı bu. Necis bir yalnızlık...

Not bırakmadan ve eşyalarımı toplamadan otogara attım kendimi... Hayatımın en uzun yolculuğuydu.

Tiyatroyla umut olmak, tiyatroyla birşeyleri omuzlamak istiyordu o. "Hayat parlak bir sahnedir dostum" derdi. "Hepimiz birtakım roller üstlenmişiz, evrile çevrile oynuyoruz". Demek hayatını koyarak da oynayacaktın a güzel çocuk. Demek doğruydu dediklerin. Devrim şimdiydi, buradaydı.

***

Üç yıl sonrasının bir sonbahar sabahına, uykusuz gecenin artığı olarak uyandığımda, dün aldığım mektubun tılsımını hâlâ üzerimde taşıyordum. Kerem, konuşamıyor ve sol elini kullanamıyordu ama, bana düzenli olarak yazıyordu. Ortak bağlarımızın sürekliliğini ne aramızdaki sekizyüz kilometre, ne duvarlar, ne de demir kapılar kesintiye uğratamıyordu işte. Kerem'in dediği gibi, "Teslim olmadıysak, kazanmışız demek"ti.

Gövdeleri hallaç pamuğuna çeviren zorbaların eli, bilincinde teslim olmayan yüreklere uzanamıyordu. Devrim uzakta değildi o zaman. Şahdamarımız yakındı.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR