1. YAZARLAR

  2. Kul Sadi Yüksel

  3. Bu Mesele, İslam’ın Akidevî İlkeleriyle Değerlendirilmelidir!

Bu Mesele, İslam’ın Akidevî İlkeleriyle Değerlendirilmelidir!

Şubat 2010A+A-

Bismihi Teâlâ

620 küsur yıl (1299/1302-1923) “yegâne hayat nizamı İslâm” adına üç kıtanın iktidarını elinde tutan Osmanlı Devleti’ni yıkanlar, onun toprakları üzerine kırk küsur devlet kurdular. Kurulan veya kurdurulan devletler, yerli işbirlikçilerin yönetiminde dış güçlere bağımlı ve sömürge devletleri idiler. Çeşitli anlaşmalar ile dış güçler ile anlaşan yerli işbirlikçiler, onların isteği üzerine İslâm’a ait olan bütün değerleri reddedip ortadan kaldırdılar ve onların yerine gayr-ı İslâmî anlayışlarla gündeme getirilen ilkeleri hayata hâkim kıldılar. Allah’ın hükümlerinin yerine ilâhlaştırdıkları hevânın hükümlerini egemen yaptılar…

29 Ekim 1923 yılında, Osmanlı ülkesinin Anadolu topraklarında kurulan laik-demokratik ve gayr-ı İslâmî olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”de İslâm’ı ve İslâmî değerleri kabul etmeyip hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve onun yerine Batı’dan alınma olan yasaları kabul etmiştir…

Laik-demokratik ve gayr-ı İslâmî olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kadrosunun öncüsü olan Mustafa Kemal’in fikir ve görüşleri doğrultusunda şekil bulan devletin hangi anlayış ile kurulduğunu bilmek için Mustafa Kemal’in fikirlerine bakmak gerek!..

Âkil Aksan’ın, “Kültür ve Turizm Bakanlığı” tarafından yayınlanan “Atatürk Der ki” adlı eserine bakalım!

Mustafa Kemal şöyle diyor:

“Hilafet, zamanımızda artık yeri olmayan mazinin bir efsanesinden ibarettir.” (Yıl: 1924)

“Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmil görür.” (Yıl: 1930)

“Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” (Yıl: 1937) (Âkil Aksan, Atatürk Diyor ki, Ank. 1986, Sh. 79-81. 2. Baskı)

Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın, “Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” tarafından yayınlanan “Atatürk’ten Düşünceler” adlı kitapta, Ruşen Eşref’in “Atatürk” isimli kitabından naklen Mustafa Kemal’in şöyle dediği beyan edilmektedir:

“İnsanlar, sürfeler gibi sulardan çıktıkları için önce ilk ceddimiz balıktır. İşler daha ilerledikçe o insanlar, primat zümresinden türediler, biz maymunuz; düşüncelerimiz insandır.” (Yıl: 1930) (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1986, Sh. 173.)

İki Bin’e Doğru adlı haftalık haber yorum dergisi, 22-28 Şubat 1987 tarihli 8. sayı kapağında “Kendi El Yazısıyla Atatürk ve Allah” cümlesi yer alıyordu. Aynı derginin 8. sahifesinde Mustafa Kemal’e ait olan şu cümle yer alıyordu:

“Masum ve cahil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet, bir Allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticedir.”

Bu alıntıyı yapan makale sahibi, şu açıklamayı da yapıyordu:

Atatürk kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun kasalarında gizlenen Atatürk’ün el yazılarında, yukarıdaki cümle aynen yer alıyordu. Üstelik bu satırlar, bugün arşivlere kitlense de 1930’ların Türkiye’sinde gün ışığı görmüştü. Aynı cümle, 1930 yılında Devlet Matbaası’nda basılan ‘Türk Tarihinin Ana Hatları’ adlı kitabın 220-221. sayfasında da okunuyordu. Dahası 1930’larda liselerde okutulan Tarih kitabının 1. Cildinin 121. sayfasında (1932 baskısı) gene bu cümleye rastlanıyordu.”

Saçak adlı aylık derginin Mart 1986 tarihli 26. sayısının kapak konusu: “Atatürk’ün El Yazısıyla Hz. Muhammet ve İslâmiyet” idi. Derginin 27-28. sahifesinde, Mustafa Kemal’in el yazısıyla, yegâne önderimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s) için şunlar söyleniyordu:

“Muhammed’in Peygamberliği: Muhammed’in Peygamberlik vazifesinin nasıl başladığını izah etmek en nazik ve müşkül meseledir. Muhammed’in bir melek ile ve Allah ile hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed’in, isteyerek böyle söylediğini de ileri sürenler olmuştur. Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Muhammet hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi, o da hayat ve hadiselerin zaruri icapları karşısında adeta her gün değişmiştir. Muhammet, iptida Allah’ın resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır, bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hâsıl olmuştur.”

Aynı derginin 31 ve 32. sahifelerinde vahiy ve hayat kitabımız Kur’ân-ı Kerim hakkında yazdırdıklarında şöyle söylüyor Mustafa Kemal:

“Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kur’an ayetinin ne olduğu malûm ve belki de mazbut değildir. Kûr’an sûreleri Muhammed açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değildir. Muhamed’in beyan ettiği sûreler uzun bir devirde dinî tefekkürlerinin mahsulü olmuştur. Muhammet bu sûrelere çalıştıktan ve tedkikler yaptıktan sonra edebî bir şekil vermiştir.”

Nakledilen cümleler, 1933 yılında “Maarif Vekâleti” tarafından yayınlanan ve yıllarca liselerde okutulan “Tarih 11-Orta Zamanlar” adlı kitabın 90 ve 91. sahifelerinde yer almıştır.

86 yıllık laik-demokratik ve gayr-ı İslâmî “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” bu anlayış, bu inanç ve bu emel ile kuruldu. Aynı anlayış, inanç ve hareketle devam etmektedir…

1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde şunlar yer alır:

“… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda; hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı…” (Dr. İsmet Polatcan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası- Gerekçeler…, İst. 1989, Sh. 1-2)

Em. Öğ. Alb. Dr. İsmet Polatcan tarafından, İst. 1992 yılında yayınlanan “Notlu-Açıklamalı- İçtihatlı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği” adlı kitabın 48. sahifesindeki “Umumî Vazifeler” bölümünde şöyle denilir:

“Madde 35- Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk Yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.

Madde 37- Silahlı Kuvvetlere katılan her asker ant içer. Ant sureti aşağıdadır:

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim.” (Dr. İsmet Polatcan, A.g.e., Sh. 48-49)

Aynı kitabın, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yönetmeliği” bölümünde şöyle denilir:

“Madde 85- Vazifesi, Türk Yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan, silahlı kuvvetlerde her asker kendine düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmaya mecburdur.” (Dr. İsmet Polatcan, A.g.e., Sh. 146)

Bütün bu beyanlar ve yasalar göz önünde bulundurularak konunun yeniden değerlendirilmesi gerekir. Meselenin temelden ele alınması, İslam’ın akidevî ve amelî ilkeleriyle değerlendirilmesi icap eder…

90 yılından bu yana bu bölgede yaşayan Müslümanlara dayatılan resmî ideoloji ve ilkeleri, iyice araştırılmalı ve ilmî olarak ciddî tahlillere tabi tutulmalıdır. Müslüman olanlar, bir yanda İslâm’ın gereği olan kulluğu gündeme getirmeye çalışırken, yegâne Rableri Allah’a karşı vazifelerini yaparken, diğer yanda İslâm’ın hükümlerini kabul etmeyen ve kendi hükümlerini egemen kılan resmî ideolojinin dayatmalarıyla karşı karşıya kalmaktadırlar.

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya itaat etmek ile Allah’tan başka itaat mercilerine itaat etmek arasında tercihe zorlanan “Biz Müslümanız!” diyen kitleler, ciddî bir düşünceyi gündeme taşımalıdırlar.

Gündeme gelmesinden bugüne resmî ideolojinin egemen taraftarlarınca varlığı düşünülmeyen ve yasalarca asla hesaba katılmayan Müslüman kitlelerin, bu meselesini inançları doğrultusunda çözmenin zamanı gelmiştir!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR