1. YAZARLAR

  2. Ahmet Kalkan

  3. Askerlik: Devlet Tanrısına Kulluk

Askerlik: Devlet Tanrısına Kulluk

Şubat 2010A+A-

 Sorular:

1-Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması sistem ve halk açısından ne anlam ifade etmektedir?

2-Uluslararası sözleşmelerde de bir insan hakkı olarak kabul gören “vicdani ret” tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

3- Enver Aydemir’in İslami kimliğinden ötü- rü askerlik yapmama tavrını nasıl yorum- luyorsunuz?

4- Müslümanlar Enver Aydemir’in eylemine nasıl yaklaşmalı? Bu tavır örnek alınması gereken ve yaygınlaştırılabilir bir tutum mudur?

1- Bu meseleyi birkaç açıdan değerlendirmek gerekir.

Sistem Açısından Zorunlu Askerlik: Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için.

Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz!” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!). İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar “vatanı kurtarmaya”, kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…

Sistem, okullarında okuyan öğrencileri de askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazır ol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye darbe olur!)

Halk Açısından Anlamı: Halk (istisnâlar dışında) gönüllü köleliği/kulluğu kabul eden yığınlardır. Onlar rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa oraya meyleder. “Cehennem”den daha kötüdür “hapis”, “haram”dan daha önemlidir “yasak”, “günah”tan daha korkutucudur “suç”. O yüzden “Allah eri” olmak, “Allah’ın askeri” vasfına bürünmek de neyin nesi? Halka göre sadece devletin askeri olunur. Bu, bir vatan borcudur, namus borcudur. “Askere gitmezsek halkın namusunu kim koruyacak?” der; ama askere gidince bırakın memleketin namusunu, kendi karısının ve anasının bile namusunu koruyamaz. Ana-avrat her gün kendisine sövülür, kılı bile kıpırdamaz. Önce onurunu yok ederler, sonra isyan bilincini. Alışır, hiç tepki göstermeyecek şekilde tam asker olur; artık namus filan umurunda değildir. Zaten her Türk askerdir, asker doğar, asker gibi yaşar!

Halka göre askerlik “peygamber ocağı”dır. Biz de kabul edebiliriz askerliğin peygamber ocağı olduğunu. Doğru, ama bu peygamber, bizim peygamberimiz Mustafa değildir, başka bir Mustafa’nın peygamber (ve tanrı) kabul edildiği bir ocaktır bu askeriye ocağı. Bizim peygamberimizin imanı, cihadı, küfür ve şirkle mücadelesi sadece suçlamalara konu edilirken; resmî peygamber(!) her şeyiyle ocak başındadır. Akşamları ibadet yaklaşımı içinde Atatürkçülük dersleri, en önemli kulluk icraatı olarak cemaatle (bölükle) birlikte eda edilir.

Askerlik de ibadettir, halk dinine göre. Hem de namaz gibi ibadetleri iptal ettirecek daha büyük bir ibadet. Allah’a yapılan ibadetlere askerdeki tanrılar izin verirse, verdiği oranda yer verilebilir. Ama öncelik, askerlik ibadetinindir. İnandığını iddia ettiği Allah’ın imandan sonra en önemli emri olan namazı terk etmeyi pek önemsemez halk; ama devletin askerlik gibi emirlerini her türlü zorluğuna rağmen baş tacı eder, terk etmeyi aklından bile geçirmez. Namaz kılmayanı değil, ama askere gitmeyeni adam saymaz. Bu bir tercih sayılabilir; tanrılar arasında.

Sadece Allah’a kul olmaya çalışan azın azı (muvahhid) azınlık, bu köleliği kabul etmek istemez, ama onlar da çözüm bulamaz, alternatif oluşturamaz. Organize olamamanın, sistemli hareket edememenin, vahdetten uzak yaşamanın verdiği zilletle istemeye istemeye köleler kervanına katılır.

Müslümanlar, hangi coğrafyada yaşarlarsa yaşasınlar, dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibariyle bir tek millet/ümmet teşkil ederler. Bir Müslümanı bağlayan hukuk, içinde yaşadığı devlete “vatandaşlık” değil; Allah’ın hükmüne tâbi olmak, yani O’na, yalnız O’na “kulluk”tur.

Hak Açısından: Bu konuda tâğut, müstekbir, müstağnî, zalim, ceberut, diktatör, zorba, megaloman, ilahlık ve rablik taslayan küstah gibi kavramlar gündeme getirilebilir. Ve bunlara itaatin hükmü, Allah’tan başkasına kulluk, velâ ve berâ, Nisâ 76, Bakara 256, 257 ve konu Firavun’un askerleriyle ilgili ayetler açısından ele alınabilir.

2- Tâğutları reddeden, onların (varsa) olumlu taraflarını da yok sayıp inkâr etmelidir diye düşünüyorum. Ben, modern câhiliyyenin insan yerine koymadığı Müslümana lütfettiği varsayılan haklarını değil; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hakların öne çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası küfür dünyasının, en büyük zulüm olan şirki ve diğer nice zulüm çeşitlerini dayattığını, cennete gitme özgürlüğümüzü elimizden almaya çalıştığını, öncelikle bunların vurgulanması gerektiğini, küfrün tek millet olduğunu, kısaca, bizim önce her alanda Müslümanca yaşama hakkımızı gasp ettiğini düşünüyorum. O yüzden onların verir gibi yaptıkları haklarımızdan küçük bir bölümünü değil, tüm insanî ve İslâmî haklarımızı Hakk’a dayanarak direnip elde etmeyi savunuyorum.

Ama şu kadarını söyleyelim ki, Müslümanların başındaki tâğutlar ve düzenler, insan haklarına ve İslâm haklarına gâvur denilen Avrupa’dan daha çok düşmanlık yapmakta ve kendi halklarına gâvurlardan daha fazla zulmetmektedir.

Uluslararası sözleşmelerde de bir insan hakkı olarak kabul gören “vicdani ret” hakkı Avrupalılara, anarşistlere, Yehova Şahitlerine verilen haktır. Müslümanlar hiçbir hakka lâyık görülmez. Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları vs. koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir.

İslâm devletinde gayri müslimlere askerlik zorunluluğu yoktur. Laik veya liberal geçinen rejimlerin de Müslümanlara zorla askerlik yaptırmaları kabul edilemez. Bizim dinimiz, sonucuna katlanmak kaydıyla her insana istediği dini seçme ve o dine göre yaşama özgürlüğü vermiştir.

Bir Müslümanın, İslâmî olan bir otoriteye (ulu’l-emr, halife, İslâm devlet başkanı) itaati bile sınırlıdır, kayıt ve şarta tâbidir. Ancak, meşru alanda, Kur’an’a ve Sünnet’e uygun hususlarda itaat edilir. Allah’a isyan edenin hakkı, kendisine isyan edilmesidir. “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.”1 Hz. Peygamber’e “Cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Zalim sultana karşı hakkı söylemektir.”2

3- Haksızlığa karşı insanî ve İslâmî hakkına sahip çıkmak olarak anlıyorum. Müslümanca bir tavır, izzetli, vakarlı, çığır açan bir tavır. Aslında, sıradan her mü’minin yapması gereken bir tavır olduğu halde, diğer muvahhid mü’minlerin bu doğal görevlerini yapmamaları sebebiyle büyük bir kahramanlık gibi gözüküyor. Sıradan ve olağan, mü’mince davranış, ama ihmal edilen bir görevin ilk uygulanması yönüyle çığır açma sevabına gireceği, bu izi takip edenlerin sevaplarına ortak olacağı umulan bir öncü duruş. Bir hadis rivayeti şöyledir: “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir; fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır; fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”3

4- Askerlik, içinde yaşadığı rejimi korumak amacıyla yapılan görevlerin adıdır. Bu eylemi yapana da asker denir. Bir kimse, İslâm için, İslâm devleti/rejimi için askerlik yapıyorsa, “Müslüman” ismini ve hükmünü hak eder. Küfür sistemi için askerlik yapıyorsa… “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.”4

Mü’min sayılmak için tâğutu (tüm kurum ve kurallarıyla birlikte) inkâr etmek zorunda olan5 bir kimse, tâğûtî sistem için, onu korumak ve kollamak, rejimin düşmanlarıyla savaşmak amacıyla askerlik yapıyorsa tâğûtun askeri sayılır. Tâğûtî düzenlerin kurumsallaştırdığı askerlik teşkilatı; tâğûtî rejimleri ayakta tutan en büyük direklerden birisidir. Yalnız, istemeden askere gitmek zorunda kalan mü’minleri aceleci bir yaklaşımla tekfir etme gibi bir suçu işlemek de doğru değildir. Mustaz’af mü’minlerin başka çıkış yolu bulamadığı halde askerden kaçamadığı halde Müslüman kalabilmesi için gerekli şartlar vardır: Bir mü’minin askerliğe rağmen; tâğuta hizmet niyeti taşımaması, orada işlenmesi muhtemel olan şirk, küfür ve haramları ve bunlardan kendisini nasıl koruyacağını bilmesi, küfür olan söz, düşünce ve amellerden kendini koruması, onlara hiçbir konuda velâyet hakkı vermemesi, İslâm’ın temel inanç ve esaslarından taviz vermemesi gerekir.

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.”6 Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.7 Müslümanın onların gönüllü askeri olması imanıyla bağdaşmaz. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve tâğutlara askerlik yaparsa safını seçmiş olur. Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse) tekfiri hak etmiş olmazlar. İkrâh da bir mazerettir.

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah’tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hariç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak O’nadır.”8

Hz. Peygamber, bir rivayette; “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır.”9buyurmuştur.

Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanmalıdır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.

Azimet ise her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama bunu her mü’minin yapmasının istenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”10Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.”11

Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”12

Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ulu’l-emr”.13 İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.14 Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünnetidir. Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn Sûresi” okumak sünnettir: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”15 Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz Kunut Duası. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren Müslüman, yüz binlerce insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onları fâsık ve fâcir, hatta müşrik olmaya zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahit ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.

Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dost olacak; o zaman da hayatını İslam’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ile cennete kavuşacak: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”16Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!

 

Dipnotlar:

1- Müslim, İmâre, 38, Hadis No: 1839; Ahmed bin Han- bel, 5/301, Hadis No: 3790; İbn Mâce, Cihad, 40, Ha- dis No: 2865

2- Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten, 20, Ha- dis No: 4011-4012;  Tirmizî, Fiten, 13;  Ebû Dâvud, Melâhim, 17

3- Müslim, Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64

4- 4/Nisâ, 76

5- 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60

6- 4/Nisâ, 76

7- Bk. 39/Zümer, 17; 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60; 16/  Nahl, 36

8- 3/Âl-i İmrân, 28

9- Buhârî, Talâk, 11, İlim, 44, Şurût, 12, Enbiyâ, 27

10- 2/Bakara, 286

11- 2/Bakara, 185

12- 4/Nisâ, 76

13- 4/Nisâ, 59

14- 2/Bakara, 256

15- 109/Kâfirûn, 1, 2, 6

16- 39/Zümer, 17-18

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR