1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Bol Korkulu, Bol Senaryolu Darbe Üzeri Az Seçim

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Bol Korkulu, Bol Senaryolu Darbe Üzeri Az Seçim

Haziran 2007A+A-

Ya Kazdığımız Kuyuya Gelirsin Ya da Yandan Geçemezsin

Bitmez tükenmez krizlerin, hiçbir gizli saklıya gerek duymadan "dobra dobra" yaşandığı bir ülke burası ve seçim tartışmalarıyla rejim tartışmaları yine atbaşı. Buna o kadar alıştı(rıldı)k ki, bundan gayri tersi söz konusu olsa, şüpheye düşer, bit yeniği arar, komplo teorilerini herhalde birbiri ardına sıralarız.

Korku ve kriz senaryoları, dizi film senaristlerinin kendilerini kabiliyetsizlikle malul görecekleri derecede ustalıkları haiz. Ustalığın en önemli sacayağı da senaristlerinin kendine olan güveni. Ortaya koydukları mizansenlerin revaç göreceğinden, toplumsal taban bulacağından, "öteki"leri çaresiz bırakacağından o kadar eminler ki. Bu eminlik, mesajların da dolambaçlı değil direkt, herkesin anlayacağı dilden piyasaya sunumunu beraberinde getiriyor. "Ama..."ların, "belki..."lerin "yok canım..."ların getireceği risklerden kurtulmanın da bir yolu bu. Dolambaçlı değil direkt mesaj! Herkesin anlayacağı dille haykırmak! Herkesin anlayacağı icraatlara imza atmak! Aslında dizinin senaryosunu olabildiğince uzatmak, diziyi mutlu sonla bitirmekten daha kârlı görülüyor birçoğunca. Yani "Ayışığı" ya da "Sarıkız" kod adlı senaryolara itiraz edenlerin çoğu, bunların amaçlarının bir sürü risklerle birlikte bir çırpıda tüketilmesine (ya da tüketilememesine) karşı. Yoksa sürece yayılmış "Ayışıkları" ya da "Sarıkızlar" her zaman uygulama alanında.

Bu şu anlama geliyor; aslında "Ayışığı" ve "Sarıkız" belki 2003'ün sonunda değil ama 27 Nisan öncesi ve sonrasında açık biçimde uygulamaya konuldu ve neticeler elde edildi: "Yetimin istirahate çekilmesi" (Hilmi Özkök emekli oldu), "yörüğün evinde kalması" (Sezer'in cumhurbaşkanlığı görevinin devam etmesi), "STK'ların devreye sokulması" ve "medyanın harekete geçirilmesi"yle birlikte; aynı zamanda Erdoğan ve Gül üzerinden yapılan "eşi başörtülü birinin son kaleyi işgal etmemesi gerektiği"; Anayasa Mahkemesi'nden çıkarlarına aykırı bir karar çıkması durumunda "Türkiye'nin şiddetli bir çatışma ortamına sürükleneceğinin ilan edilmesi; "AK Parti'nin oyların yüzde doksan beşini dahi alsa bu ortamda ülkeyi yönetemeyeceği"; "seçimlerin bile çözüm olamayacağı"; "cumhurbaşkanını halkın seçemeyeceği" şeklinde liste uzayıp gidiyor ve her gün yenileri ekleniyor. Seçimler sonrasına ilişkin normalleşme riski olabildiğince düşük tutuluyor; son atraksiyon ise cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin anayasa değişikliğinin veto edilmesi.

"Kazdığımız kuyunun yanından geçersen krizler devam eder!" mantığı/uygulaması, bazılarının "ama"lı "fakat"lı konuşmalara başlarken atıfta bulunmayı pek sevdikleri "askerin şöyle ya da böyle yapmasına meydan verilmemeliydi"; "Ama Erdoğan da son ana kadar bir isim belirlemedi...", "Arınç'ın müdahalesi olmasaydı..." ya da "AK Parti demokrasiye ne kadar saygılı ki..." türünden gerekçeler, aslında açık biçimde krizlerin gerçek müsebbiplerini ve kaynağını gizlemeye matuf, saptırıcı yorumları oluşturmaktadır. Yine benzer bir tarzda, kriz gündemlerini sadece bir ana muhalefet liderinin pervasızlıkları ya da yeni DP'li eski 28 Şubatçıların aymazlıklarına dayandırıcı açıklamalar da aslında aynı kapıyı tırmalayan görüşler olmaktan öteye gitmiyor. Eğer bu ülkede militer yapının gücü ve baskın karakterini onaylayan bir toplumsal taban ve hukuku her an ayaklar altına almaya, kendi koydukları anayasal kuralların aleyhlerine işlemesi sonucunda psikolojik harp taktikleriyle kitleleri ortak ettikleri korkular yumağına uygun bir atmosfer olmasa, üniformasız siviller ordusuna katılmayı kendileri için vatani bir görev addedenlerin böyle süreçlerde esamesi bile okunmaz. Onları cesaretlendiren ve militarizmin şakşakçılığına götüren sebepler ortadan kalkmadan da bu çirkeflik ve ikiyüzlülükler bitmez.

Seçim Sath-ı Mailinde AK Parti'ye Karşı Ortak Cephe

"Esas oğlan" kurt, kuzuyu yemeyi kafaya koyduğuna göre, "figüranlar"a düşen de rolünü layıkınca oynamaktır. Yoksa başroldekilerin kaprisleri onları rollerinden edebilir. Onlara düşen oynadıkları role kendilerini kaptırmaları, replikleri yerli yerince kullanmaları, abartılı mizansenlerle seyirciyle olan irtibatı güçlendirmeleridir.

Bu meyanda özellikle CHP-DP işbirliği ve krizler üzerinden toplumu AK Partinin elinden kurtarıp yeni bir merkez sağ ve merkez solda toplama operasyonu bunun ilk sacayağını oluşturmaktadır.

DP, Oyunun İçinde Sonuna Kadar Kalacağım İspat Etmiştir!

12 Eylül sonrasının ve 28 Şubat'ın iki hukuk ve demokrasi özürlü, miadını doldurmuş partisine nefes vermek, oksijen çadırında yeniden hayat bulmalarını sağlamak amacıyla başlarına geçirilmiş liderleri, düne kadar pek çok konuda birbirleriyle kavgalı bir tablo ortaya koyuyorlardı. Ciddi hiçbir ayrım kategorisine sahip olmayan bu iki parti, birbirlerinin tabanlarına, üretilmiş imajların dışında bir farklılık sunmamakla beraber, zaman zaman birbirlerine demokrasi ve ulusalcılık dersleri vermekten de geri kalmıyorlardı. Nitekim bundan birkaç ay evveline kadar, Mehmet Ağar'ın Kürt sorununa ilişkin popülist çıkışları en fazla Erkan Mumcu tarafından eleştiriye tabi tutuluyor ve Mumcu, Ağar'ı devletin geleneksel duruşuna ihanet etmekle suçluyordu. Sanal politika ve teatral çıkışlar zaman içerisinde yerini memleketin "gerçek sorunu"na sahip çıkmaya, bir rejim meselesi haline gelmiş olan(!) cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin AK Parti'ye karşı merkez solun da içinde bulunduğu bir cephede birlikte hareket etmeye kadar götürüyordu. Şimdi bu iki liderin amacı, DP çatısı altında %10 barajını aşıp, mümkünse AK Parti'nin tek başına iktidar olmasının önünün kesildiği bir meclis aritmetiğinde koalisyon ortağı olmak. Her ikisinin de belki de bakanlıktan öteye bir gelecek ümidi taşımadıkları bu süreçte, seleflerinin durumuna benzer bir koalisyonlar ülkesine razı olduklarına dair bir görüntü sunmaları, kopardıkları gürültünün yanında traji-komik kalıyor. Oyunculuklarındaki bütün hünerlerin varıp varacağı yer burası ki bu bile ancak üstlendikleri rolü tabanlarının ne kadar benimseyeceğiyle alakalı.

Mumcu'nun, bu kadar ''vatanseverlik gösterileri"ne ve "rejimi bunalımdan kurtarma çabalarına rağmen, delegelerine yönelik yaptığı bir konuşmada salonu terk edenlerin ardından "Kardeşlerim beni yalnız bırakmayın!" şeklindeki yalvarışı ve her iki partiden süregelen istifalarla birlikte düşünüldüğünde, seçimlerde amaçladıklarının tersine bir tabloyla yüzleşmeleri kuvvetle muhtemel. Tüm kendinden eminlik gösterilerine rağmen, "Meclis'i terk edenler" sıfatını üzerlerinden atabilmeleri kısa vadede mümkün gözükmüyor. Tabii bu tabloyu besleyen unsurlar sadece meclisi terk etmekle sınırlı değil. Din-devlet ilişkileri bağlamında kraldan fazla kralcı demeçleri, "Din, imanı korur ama bu devlet olmasa dininizi kim koruyacak?" türünden jakoben laikleri aratmayan çıkışları, CHP mantığının kuyrukçuluğuna soyunan bir politik basiretsizliği ortaya koyuyor. Tabii siyasi hafıza sahiplerinin asla unutmayacağı/unutturmayacağı, Ağar'la birlikte yaptıkları "oturum yeter sayısının 184 olduğu" ve "Meclis'in işleyişini akamete uğratmayacakları, çünkü 367'ye gerek olmadığı"nı belirtmelerine rağmen, kulaklarına üflenen darbe ihtimali söylentileriyle birlikte çark ederek fiiliyatta, -hem Anayasa Mahkemesi kararından Önce, hem de sonrasında- işleyişi tıkayıcı bir tutum sergilemeleri tam bir siyasi cambazlıktı. Kendi tabanının da zihnine kazman, aslında ortaya konan bu mizansen. Hukuk, demokrasi, halk iradesi algılarının nerede başlayıp nerede bittiğini gösteren en somut resim. Her iki lider de devlet merkezli ve ideolojik kutuplaşmayı artırmada moda yönelimler haline gelmiş unsurları bu süreçte CHP ile yarışırcasına kullanmayı da ihmal etmediler: 14 Mayıs'ta ANAP + DYP = DP şöleninde 10. Yıl Marş'ıyla salonu inletirlerken, onlara MHP de Almanya'dan aynı marşla eşlik ediyordu.

Mitingler ve CHP-DSP İşbirliği: Ulusala Şovenizmin Dayanılmaz Cazibesi

ADD, ÇYDD gibi oluşumlarla ve milyon dolarlar akıttıkları bir TV kanalı yöneticisiyle birlikte düzenledikleri mitinglerde, laik kesimin politizasyonuna ve ideolojik kamplaştırmaya endeksli tüm hünerlerini sergilediler. "Ya sev ya terk et!" aymazlığı çerçevesinde ortaya koydukları tablo tam bir ulusalcı-şovenist gösteriye dönüşmüştü. Aslında cumhuriyet elitinin başarısı olarak görülen, niteliksiz/nevi şahsına münhasır modernleştirme hareketinin en büyük iflası bu mitinglerle bir kez daha günyüzüne çıkmıştı. "Tehlike edebiyatı" altında sahip olduklarını iddia ettikleri tüm çağdaş değerler paradoksal olarak yerle bir oluyordu. Gerçekte bu değerlere iktidarlarına halel getirmediği müddetçe sahip çıkmışlardı ama korkularla büyüttükleri kitleler bunun çok da farkında değildi. Yeri geldiğinde "Muasır medeniyetin en üst seviyesi demokrasi ve demokratik toplumdur." söylemini dillerinden düşürmeyenlerin çelişkiler içerisinde bocaladıkları daha net görünür oldu. Deniz Baykal'ın mitinglerin heyecan dolu atmosferinden çok sonra, muhtemelen danışmanlarının uyarılarıyla "Mü t tef iğimiz ABD...", "AB'ye girmeyi biz de istiyoruz..." tarzındaki açıklamaları, AK Parti düşmanlığının mitinglere yansıyan tutarsız AB-ABD karşıtlığındaki çelişkisini ortaya koyuyordu. Hem "Türkiye dünyadan kopamaz!" diyeceksiniz, hem yıllardır bürokrasinin en üst katmanlarına bu ülkeyi peşkeş çekeceksiniz, hem de "memleket satılıyor" anti-liberalliği üzerinden prim yapma yarışma gireceksiniz!

Öte yandan ABD karşıtlığındaki samimiyetsizlik, tam da Kemalist duruşa uygun düşen bir çelişkiyi oluşturuyordu. İşine geldiğinde tezkerenin geçme ihtimalini eleştiren, işine geldiğinde de "ABD ile birlikte basiretli bir politika izlenebilseydi Irak'taki etkinliğimiz artardı!" pişkinliğine sığınan bu mantalitenin ABD karşıtlığı da sahte ve sahte olduğu ölçüde de kaypaktır. ABD'nin İran'a saldırması ihtimalinde bile "İran tehlikesi" ve "şeriat" vurgusu üzerinden bunu normalleştirme eğilimleri gösteren ve vakta ki böyle bir durum söz konusu olduğunda üslerin kullanımı vb. konularda tarafgirliğini açıkça ortaya koymaktan çekinmeyecek olanların ABD karşıtlığındaki sahtelik, mitinglerin en belirgin özelliklerindendi. Bir defa olsun ABD'nin Afganistan'a müdahalesine söz söylememiş, hatta "Taliban terörü"nü her şeyin üzerinde görerek, nerede durduklarını serdetmekten imtina etmemiş olanların, ABD karşıtlığında "Tam Bağımsızlık!" sloganları atmaları gülünç değil mi? Yıllarca aydınlanma felsefesine dayalı bir hayat tarzını içselleştirenlerin, çocuklarımıza akıl sağlıkları açısından "Batı senfonileri dışında bir şey dinletmememiz gerektiği"ni salık verenlerin AK Parti karşısında depreşen Batı karşıtlığını nereye oturtacağız? Hem "Çarşafa/tesettüre hayır, Batılı yaşam biçimine evet!" çağrışımında bulunan dövizleri taşıyacaksın hem de bu küresel değerlerin asli unsurlarına karşı olduğunu söyleyeceksin. Ne tutarlılık ama!

Bütün bu korkuları ve yalanları bu mitinglere katılanlara kabul ettirmeyi başarmış olanları aslında bu başarılarından ötürü tebrik etmek gerekiyor. Ömrü boyunca bu ülkedeki Sünni duyarlılıkları olan çoğunluklara yaslanmayı asla düşünmemiş, oligarşinin yegane bürokratlarından Deniz Baykal ve avanesinin bu korku ve yalanlar üzerinden alacağı oyları karşıtlık ekseninde artırdığını düşünmek pek yanıltıcı olmasa gerek. Mitinglerin stand-up kısmını üstlenen ve Cüneyt Arcayürek'e "Ne olurdu herkes Cumhuriyet okusaydı; diğer gazetelerde ne var ki?!" diyen Tuncay Özkan gibi bir adamın, bir partinin oylarının yükselmesine olan etkisi ancak bu kutuplaştırma misyonunun hayata geçirilmesiyle mümkün olabilirdi herhalde.

İlhan Kesici "Neden CHP?" diyenlere, "Eğer bu normal bir süreç olsaydı, benim bu tavrım yadırganırdı; ama içinden geçtiğimiz süreç normal bir zaman dilimi değil." derken, bir yandan kutsal bir görev üstlendiğini vurgulamış oluyor, diğer yandan sürecin vahametine (anormalitesine) ilişkin tespitlerini ortaya koyuyordu. Öyle ya, ya orada olmak lazımdı ya da burada; bunu da ulusalcıların başarı hanesine yazmak lazım. Danıştayların, Atabeylerin başarmakta güçlük çektikleri siyasal ortamı, bu kadar kısa bir süreye sıkıştırıp, bu derece pişkin/maharetli bir tarzda kıvama getirmek her babayiğidin harcı değil.

Demokratikleşememe, Sadece AK Parti'nin Günahı mı?

Türkiye'de askeri vesayet karanlığına güç veren, onu cesaretlendiren unsur, büyük ölçüde muhalif yapıların zayıflığı, dağılmışlığı ve örgütsüzlüğü olduğu kadar, aynı zamanda her siyasi çevre ve partinin demokrasi ve hukuku sadece kendileri için bir araç olarak görmesidir. Bir zamanlar Refah Partisi'ne çokça sorulan ve ''Hukukun işlemesini sadece kendiniz için mi, yoksa herkes için mi istiyorsunuz?" tarzındaki tuzak soru, aslında Türkiye'deki bu derin yarayı ortaya çıkaran bir çerçeveye sahip. Bunun çokça örneklerini her daim yaşıyoruz. AK Parti kendisine yönelik ortaya konan icraatlarda "yargının bağımsızlığı"nı, "yargının tarafsızlığı"nı., "Meclis'in ve hukukun üzerlerinde hiçbir baskı olmadan işlemeleri"ni talep ederken, aynı anda kendisine yönelik her türlü baskı ve sindirme ortamına çanak tutmuş CHP ile birlikte, DTP'nin önünü kesmeye yönelik atraksiyonlara başvurabiliyor. Aynı çelişik durum DTP'li Selim Sadak'ın Kanal D'nin 32. Gün programındaki ifşaatlarına da yansıyor. Sadak, CHP'ye "Hani şeriata karşıydınız, nasıl olup da AK Parti'yle birlikte bize karşı iş tuttunuz?" mealinde bir soru yöneltebiliyor. Yani mefhumu muhalifinden "Şeriat yanlılarına yönelik tavrınızı, anti-demokratik bir tutum ya da hukuksuzluk olarak görmüyoruz!" anlamına gelebilecek bu açıklama, birbirinin ayağını kaydırmaya çalışan ve bu ülkede demokrasi ve hukukun sözde herkes için işletilmesi gerektiğini savunanların samimiyetsizliğini ve militer yapının ellerini ovuşturmasını beraberinde getiriyor. Biri devletçi-militer mantıkla örtüşen bir uygulamaya imza atarken, diğeri de aslında aynı militer yapının sivil bürokrasisine sitemde bulunarak, "Din karşıtlığı ve aydınlanmacı değerlerde aynılaşmak gibi ortak hassasiyetlerimiz var iken bize neden bunu yapıyorsunuz?" demeye getiriyor. O zaman aynı DTP'nin AK Parti'nin devlet politikalarını sürdürmesini ve militer hukuksuzluklar karşısında sessiz kalmasını, geri adım atmasını eleştirme hakkı elinden uçup gittiği gibi; AK Parti'nin de devlet geleneğinin refleksleriyle hareket edip, aynı mantıkla kendisini köşeye sıkıştıranları suçlamasındaki inandırıcılık buharlaşıyor. Pragmatik kirli siyasetin en büyük açmazlarından biri bu.

Mağduriyet Bir Hastalık İlacı da 'Oy' mudur?

Öte yandan hükümet olmanın, AB yolunda ilerlemenin ve verdiği sözleri yerine getirmenin zorunluluğuyla bir yandan demokratik reform hamlelerine soyunup, diğer yandan militer yapının bunları katletmesine seyirci kalarak bir mağduriyet görüntüsünün arkasına sığınan politikalara yaslanmak ne kadar tutarlı ve kişilikli bir duruş? Öyle ya, "Yapmak istiyorum ama yaptırmıyorlar!" stratejisi, yukarıdaki tabloyla birlikte düşünüldüğünde zaten eğreti bir duruşu ifade ederken, bir süre sonra her şeyin iktidarda kalma adına göstermelik olarak ortaya konduğu intihamı beslemez mi? Besliyor da. 301. maddeden "Şemdinli affı"na, demokratikleşme paketinin arkasında duramamaktan, deşifre edilmiş darbecilerin yargılananı amasına kadar, bütün bu uygulamalar ya da sessiz geçiştirmeler aslında askeri vesayetin daha da koyulaşmasına ve mezkur çevrelerin cesaretlerinin artmasına yol açıyor. Bırakın askeri çevreleri, görev süresi bitmiş bir cumhurbaşkanı veto yetkisini kullanırken, rahatlıkla ve pişkince "Meclis'in kanun yapma yetkisi"ni kullanımına eleştiri getirerek, bunu veto kararma gerekçe kılabiliyor.

Bütün bunlara değinme sebebimiz şu: Seçimler sürecinde yaşanan bütün krizler aslında düzenin krizi. TSK'nın, sistemin ve devletin krizi. Ama kriz üreticiler bunları seçimler sonrasına sarkıtmaya niyetli olduklarını açık biçimde ifade ediyorlarken, AK Parti'nin bu süreçte sahip olduğu mağduriyet avantajına yaslanmaktan başka bir şey elinden gelmiyor.

Anketler farklı farklı sonuçlar verse de, AK Parti'nin oy yüzdelerini artırdığına dair bir izlenim edinmek mümkün; tabii son ana kadar seçmenlerin tercihleriyle oynanabildiğini ispat etmiş bir ülkede yaşarken, kesin tespitlerle konuşmak aldatıcı olabilir. Ama sadece 'oy'a tahvil edilmiş beklentilerle siyaset yaparak AK Parti nereye varabilir? Hele de 'oy'un gücünün seçimler sonrasında arzu edilen tabloları besleyeceğinin de hiçbir garantisi yokken.

AK Parti'nin, Alternatifsizliğe Değil de Hukuka ve Adalete Yaslanma Niyeti Var mı?

AK Parti, çokça övündüğü piyasaların dengede tutulması ve ekonomik büyüme politikaları dışında bu ülkede ciddi problemlerin varlığını görmek, görmezden gelmemek durumundadır. Dün sorumluluk üstlenmekte imtina ettiği, hukuk, siyaset ve eğitim alanlarındaki zaaflarını telafi edici bir atmosferi oluşturmak zorundadır. Parti'nin kapatılabileceğinin dillendirildiği; Dün Kıbrıs üzerinden oluşturulan ulusalcı atmosferin yerini K. Irak gibi daha baskın süreçlere bıraktığı; egemenlerin devam edegelen mitingler yoluyla Batı'ya "Ilımlı İslam projelerinden vazgeçin, bu ülkenin gerçek sahipleri biziz!" mesajlarını yolladığı bir atmosferde, kalıcılık içeren ilkesel duruşlar sergilenemediği müddetçe, zillet içeren bir tarzda elde edilenlerin de kaybedilmesi işten bile değildir. AK Parti, bugüne kadarki uygulamalarında bu yönde cesaretli adımlar atamayacağının sinyallerini vermekle kalmadı, aynı zamanda tüm uyumluluk çabalarına rağmen sürekli taviz veren konumunu sürdürerek egemen yapıyı daha da cesaretlendirdi. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra, sandıktan çıkan sonuçlar bir koalisyon hükümetine rıza göstermek şeklinde oluşursa, bu daha da vahim sonuçlar doğuracaktır. Bunun en basit örneği Ulus'taki patlamanın ardından kamuoyuna dönük korku mesajları veren Büyükanıt'ın çıkışına yönelik, "Meclis'ten karar çıkabileceği "ne dair Erdoğan'ın yaptığı açıklamadır. Sadece operasyon lafının bile edilmesi ve birkaç asker cenazesinin kamuoyunun vicdanlarına sunulması, gerçek siyaset üreticilerinin istediklerini kolaylıkla elde etme hususundaki imkanlarını ortaya serdiği gibi, oy yüzdeleri bugün ya da gelecekte ne olursa olsun sivil siyasetçilerin acziyetlerini sergileyen bir tabloyu ortaya koymaktadır. Sistem içi ayak oyunlarına direnme cesareti ortaya konamadığı; muhalif sivil toplumsal yapılanmalara nefes verecek açılımlar serdedilemediği, başörtüsü, YÖK, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, hukukun siyasallaşmasına direnme ve bu yönde düzenlemelere gitme, 12 Eylül Anayasasındaki baskıcı niteliklerin değiştirilmesi, 12 Eylül'de ihdas edilen atama usullerinin seçim prosedürüne bağlanması gibi bedel ödeme zorunluluğu olan konularda adım atılamadığı müddetçe umut olmayı bırakın, düzene daha da yanaşmak zorunda kalmak ve ulusalcılığın kalıcı atmosferini içselleştirmek işten bile değildir.

Bu durumun en yakın örneklerinden biri Saadet Partisi (SP)'dir. Sözde milli politikalara yaslanma ve AK Parti karşıtlığında meşruiyet arama yarışı Saadet Partisi'ni celladının kollarında teselli bulmaya itmiştir. Kıbrıs mitinglerinde ulusalcılarla kolkola AB ve AK Parti karşıtlığından öte bir politika üretemeyen SP, Vural Savaş gibi, çok değil birkaç yıl evveline kadar idam fermanlarını elleriyle hazırlayan, kalemini dişlerinin arasında kıran bir şahsı TV5'e çıkartıp konuşturabilmektedir. Doğu Perinçek'in TV kanalında izlemeye alışık olduğumuz portreleri, sırf AK Parti'nin ekonomi ve dış siyaset politikalarına eleştiri sundukları için sürekli TV5 ekranlarına taşımaları da cabası. Muhtıranın ardından günlerce sessiz kalan ve bu yüzden karşıtlarınca alay konusu edilen Milli Gazete'nin, sanki ülkede hiçbir şey yaşanmamışçasına bir tutum izlemesi ise savrulmaların niteliğini gösteren başka bir örnek. Bu tutum, yıllarca attıkları "Adil Düzen" sloganına rağmen 'hak ve adalet'ten nasibini almamışlığın bir göstergesi olduğu gibi, savunageldiklerini iddia ettikleri İslami değerlerin ulusalcı politikaların kuyruğunda nasıl buharlaştığını göstermesi açısından da manidar.

Müslümanlar, Sadece Oy Verip-Vermeme Gündemine Takılmamalı, Sorumluluklarını Kuşanmalıdır!

Mevcut sistem, yıllardır kendisini "demokratik, laik bir hukuk devleti" çerçevesiyle tanımlamakta. Sapla samanın birbirine karıştığı bu tanımlamada olduğu gibi, bu üç kelimenin yan yana getirilişinin koskocaman tarihsel bir yalan olduğu ve onun tağuti niteliklerini örtmeye yetmediğini tespit etmekle birlikte; bu kavramlara en olumlu anlamları yüklesek bile, menşei itibariyle aydınlanmacı, pozitivist, tek tipçi, dayatmacı niteliğinden bir şey kaybettirmediği de çok açık. Demokratik süreçler denen ayak oyunlarının, sisteme yaradığı ölçüde kabul edilebilir olduğu, kırmızı çizgilerin aşıldığı ortamlarda ise, oyunun kurallarının değiştirilebilir olduğuna yeteri kadar aşinayız.

Ama bütün bu gerçekler, sistemin tağuti niteliklerine ve icraatlarına yönelik olarak en başta söz söylemesi gereken bizleri, olan bitene tevhid-şirk ekseninde teorik ve teorik olduğu ölçüde de istihzaya dayalı yorumlarla, kolaycılığa kaçan tespitlerle ve sorumluluklarımızı an içerisinde yüklenmekten imtina ettiren bir tutum alışa itmemeli.

"Bu ülkedeki tüm çarpıklıklardan egemenler sorumludur, İslam geldiğinde çözeriz"; "AK Parti düzenin partisidir; diğerlerinden farkı yoktur!"; "Cumhurbaşkanı kim olursa olsun fark etmez!" türü yaklaşımlar en azından içtihadı ve tartışılabilir yorumlardır. Doğruluğu-yanlışlığı hususunda ittifak edilmemiş tespitleri birbiri ardınca sıralamak ve buradan yola çıkarak herkesi bağlayıcı "fetva'lara ulaşmak, en hafif tabirle 'hikmetsizlik' olarak değerlendirilmelidir.

Öte yandan doğruluğu test edilmiş ictihad ve tespitler de eğer insanları sahih tutum alışlara sevk etmiyorsa, yaptığımız tespitlerin doğruluğundan ziyade, bizleri hangi amellere, hangi siyasi duruşlara ve nasıl bir yaşam biçimine sürüklediği sorgulanmalıdır. Allah'ın ayetlerini birbiri ardınca sıralayıp da, o ayetlerin hayat içerisinde nelere tekabül ettiğinin fıkhını oluşturamazsak, bu, Allah'ın muradını ve rızasını gerçekleştirme yolunda bizlere sahte bir itminan duygusu kazandırabilir. Yaşadığımız düzenin tağuti özelliklerini birbiri ardınca sıralamak, kitlelerin ıslahı açısından ne kadar önemli ise, sözü edilen değerlerin fıkhını /örnekliğini ortaya koyarak, yaşamsal modeller üretmek de en az o kadar önemlidir. Bu ise, hayata dair her konunun bizim gündemimizi oluşturduğunu peşinen kabul etmekle başlar. Zira bizleri hayat içerisinde pek çok sorumluluğa iten vahyi ilkeler dizesiyle an be an muhatabız.

Yaşadığımız düzenin yanlışlarını haykırıp, bu yanlışlara ilişkin usuli/pratik bir çözüm üretemediğimizde, başörtüsünden hukuksuzluklara, askeri vesayet (tağuti olarak okunursa belki daha iyi anlaşılabilir) rejiminin baskılarına yönelik söz söyleme ve tavır ortaya koymaya kadar; kimliğimizi açıkça ortaya koyup alternatiflerin tükenmediğini, yegane alternatifin İslami ilkeler hususunda ısrar etmek olduğunu, çözüm alamasak bile, en azından kitlelere tevhid ve adalet ekseninde yaşamanın/pratikler ortaya koymanın uhrevi kurtuluşumuzun tek yolu olduğunu göstermek gerekmez mi? Mevcut kitleler ve erk sahipleri somut örneklerini görmedikleri bir mesajı nasıl muhatap alıp yaşamlaştıracaklar? Nasıl ibret alıp kendilerini değiştirecekler? Bedelini ödemedikleri ve hayat içerisinde sınanmadıkları kavramlarla mı? İşte bu yüzden koskoca bir İslami mücadele yöntemini sadece seçim dönemlerinin kısır döngüsünde bir "oy verip-vermeme" tartışmasına indirgememeliyiz. Bu alan, Müslümanların birbirlerini test etme yarışma girdikleri bir girdaba dönüştürülmemeli. Tabii bunun tersi de söz konusudur ki, aslında 4-5 yılda bir gündemimize giren bu tartışmanın konjonktürel, içtihadi olduğunu gösteren ve bu gündeme saplanmamamız gerektiğini ortaya koyan bir gerçeklik bu. Bunun önemsiz olduğu, hafife alındığı gibi bir anlam çıkmamalı bu satırlardan; aksine duyarlılıklarımızın 4-5 yılda bir gelen gündemlerden çok öte, hayatın bütününe yayılmış bir sorumluluk alanını içerdiğini göstermek amacımız.

Yoksa, "Hah tamam, muhtıraya TC tarihinde görülmemiş bir tarzda cevap verildi; eh artık bundan sonrası Allah Kerim!" diyenlerden bir farkımız kalmaz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR