1. YAZARLAR

  2. İbrahim Alan

  3. Anti-Emperyalist Bir Düşünür: Mikail Bayram

Anti-Emperyalist Bir Düşünür: Mikail Bayram

Ocak 2006A+A-

Tolstoy'un ünlü başyapıtı Savaş ve Barış'ta şöyle bir tespit yer alır: "Ayağımızın alıştığı yoldan bizi birileri çekip çıkarıverdi mi, hemencecik her şeyin mahvolduğu sanısına kapılırız bizler. Oysa tüm yenilikler, tüm iyilikler alışkanlıklarımızın cenderesinden kurtulduğumuz zaman başlar. Önümüzde daha çok, pek çok şey bizi bekliyordur."

Aralık ayına damgasını vuran tartışmalardan birini Tolstoy'un ünlü yapıtına sıkıştırdığı bu cümlelerle birlikte okumanın faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü ele alacağımız konuda bizi "ayağımızın alıştığı yoldan" çıkaran bir ilim adamının1 ufuk açıcı, Doğu insanının hurafeciliğinden uzak ve nakilcilik boyunduruğu altında ezilmeyen, Türkiye'deki kısır akademik çalışmalarda az rastlanır türden araştırmalarına değineceğiz.

Ulusal ve yerel basında Prof. Mikail Bayram hocanın Mevlâna ile ilgili yaptığı araştırmalar daha önce de Ceviz Kabuğu programıyla gündeme gelmiş, konuyla ilgilenenler için bilindik, ilk kez haberdar olanlar içinse oldukça ilginç ve pek çoklarınca da kabul edilemez bir nitelik arz etmişti. Ulusal basında Mikail Bayram ile ilgili dikkate değer tespitler olduğu gibi meseleyi Mikail hocanın "meşhur olmak" için böyle çıkışlar yaptığına bağlayanlar da oldu. Konya'daki yerel televizyonlarda ve gazetelerde söz alan insanlarda ise tam bir Mevlâna hamiliği söz konusuydu. Bu tür eleştiriler gündeme gelirken en azından Mikail Bayram'ın konuya hedef kitabının okunarak muhalefet edilmesi gerekirdi. Fakat yapılan hücumlarda pek çoğunun kitaptan, yazarın düşüncelerinden habersiz ve popülist bir yaklaşımla konuştukları göze çarptı.2 Bu konuda değerlendirme yapmak ve bir sonuca varmak için müşarun-ileyh zevat gibi duygusal davranmak yerine, kitabın ortaya attığı tezi, tartışma yaratan iddiaları ve yazarın bunları ne ölçüde ispatladığını kitabına eğilerek ortaya koymak yerinde olacaktır.

Mikail Bayram'ın yaklaşık 7 ay önce Konya'da basılan Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi başlıklı kitabı şu tez üzerine kuruludur: Ahi teşkilatının kurucusu Ahi Evren ile Nasreddin Hoca aynı kişidir ve Mevlâna ile çağdaştır. Yaklaşık 20'ye yakın eseriyle dönemin önemli düşünürlerindendir. Ayrı birer kişilik olarak kültür tarihimize yerleşmiş olmaları siyasi nedenlerden ötürüdür. Ahi Evren (Nasreddin Hoca) yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklu devletindeki Moğolların güdümüne karşı savaş açmış ve bu konuda Mevlâna ile zıt düşmüştür. Mevlâna da tam tersi bir görüşle Moğollarla sıcak temaslar kuran bir önderdir. Moğol emperyalizminin meşruiyetini yerleştirmeye çalışır. Düşüncedeki çatışma İslam felsefesindeki temel meselelerden biri olan akıl-sezgi karşıtlığıdır. Ahi Evren, akliyecilerden (özellikle Fahrüddin Razi) etkilenirken; Mevlâna, Şems vasıtasıyla sezgiciliği (dolayısıyla Hululiye felsefesini) benimsemiştir.

Yazara göre Selçuklu tarihinin bu dönemi (Selçuklu üzerinde Moğol hâkimiyetinin etkin olduğu yıllar) ihmal edilmiştir. Birincil kaynaklardan Anadolu Selçukluları zamanındaki sosyal, kültürel, fikri ve siyasi yapının izinin sürüleceği arşivlere ilk el atan yazarın kendisi olmuştur. Şimdiye kadarki Selçuklu araştırmaları, ya Selçuklu döneminin resmi tarihçileri (Moğol yanlısı) tarafından kaleme alınan kaynaklara ya da Osmanlı dönemi eserlerine dayanmaktadır. Yani meselelerin dayandırıldığı kaynaklar yazarın ortaya attığı Moğol emperyalizminin işbirlikçisi tarihçiler tarafından yazılmış eserlerdir. Bu nedenle Bayram, kitabında sıklıkla o dönemde yazılmış (Ahi Evren'in 20 ayrı kitabı gibi) eserler incelendiği takdirde aydınlatıcı bilgilere ulaşılacağını vurgular. Yazar, amacının bu noktadan hareketle, siyasi nedenlerden dolayı gizli kalmış bir kişiliğin eserlerinin ortaya çıkarılması ve ilim âlemindeki yerinin belirlenmesi olduğunu, her iki düşünürün aralarındaki mücadelenin gerçek sebeplerinin araştırılması amacıyla bu çalışmaya giriştiğini dile getirir.

Aslında temel olarak iki aykırı konu vardır okurun karşısında: Ahi Evren'le Mevlâna'nın düşmanlıkları ile yıkıcı Moğol emperyalizmi karşısında, çevresinde önemli bir nüfuza sahip Mevlâna'nın tutumudur.

Ahi Evren/Nasreddin Hoca

Ahi Evren'in adı Mahmud, lakabı Nasirüd-din, künyesi Ebü'l Hakayık, babasının adı Ahmed, nisbet adı Hoyî'dir. Azerbaycan'ın Hoy kasabasındandır. Tahsilini Horasan ve Maveraünnehir'de yapmıştır. Burada Fahrüddin Razi'ye tabi olmuştur. Bağdad'a gelerek Abbasi halifesinin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı'na girmiştir. 1204'te kayınpederi ve hocası olan Şeyh Evhadüd-din-i Kirmani ile Anadolu'ya gelmiştir. Önce Kayseri, sonra'da Alaaddin Keykubad'ın isteği üzerine Konya'ya yerleşmiştir. Babailer İsyanı dolayısıyla beş yıl hapis yatmış ve Denizli'ye göçmüştür. Ardından Konya'ya gelerek II. İzzettin Keykavus tarafından vezirliğe getirilmiştir. Şems'in ölümünden sonra Kırşehir'e gitmiş ve 1261'de Ahilerin başlattığı isyanın bastırılışı sırasında ölmüştür.

Ahi Evren ile Nasreddin Hoca'nın iki ayrı kişi olarak tarihe yerleşmesinde de siyasi tercihi etkili olmuştur. Yazarın iddiasına göre Ahi Evren ismi yaşadığı dönemde ve sonrasında unutturulmaya çalışılmıştır. Çünkü kendi döneminde Moğol iktidarına karşı başlatılan isyanların bayrak kişisidir. 1327'deki bir mecmuada yer alan risalelerin yazarlarının hepsinin ismi verilirken, Ahi Evren'e ait dört tane risalede isim verilmemiştir. Resmi tarih yazarları da Ahi Evren'in adını anmaktan kaçınmışlar hatta sadece "o" şeklinde anmışlardır:

"Kırşehir emirliği Nurettin Caca'ya verildi. Orduyla onun üzerine geldi. Bir süre muhasara edildi. Onu kaleden söküp attılar. Hariciler (Türkmenler) ki, ona uymuşlardı, kamilen öldürüldüler." (Aksarayî tarihinden) s.53

Yazar Ahi Evren ile Mevlâna çağdaşlığını ve Konya'daki mücadelelerini de Ahi Evren'in eserlerinden hareketle belirlemektedir.3Mesnevî'de de Ahi Evren'e 10 ayrı hikâyede, Divan-ı Kebir'de4 ise 18 ayrı şiirde yer verilmiştir. Ahi Evren gerçek hayatta hem halk hekimi, hem derici, hem de Razi, İbni Sina, Sühreverdi gibi isimlerden tercümeler yapabilecek güçte bir düşünürdür. Mevlâna Mesnevi'nin 6. cildinin önsözünde, yazdığı kitabı düşmanlarıyla mücadele etmek için kaleme aldığını dile getirir ve baş düşmanı olarak da Ahi Evren'i ilan eder. Kendisini Hz. Musa'ya benzetirken, düşmanlarını da Firavun'a benzetir ve sonunda Musa'nın âsâsı gibi Mesnevisinin bütün düşmanlarını yuttuğunu söyler.5 Mevlâna'nın müridi Ahmed Eflaki'ye göre ise Mevlâna'nın diğer düşmanları şöyledir: Ahi Evren, Ahi Ahmed ve Ahiler, Hacı Bektaş, Baba İlyas ve Türkmen ileri gelenleri, Razi'nin talebeleri, Sadreddin Konevi, Memluk Sultanı, ez-Zakir Billah, İzzettin Keykavus.6 Yazar, bu kişilerin isimlerinin Mesnevi'nin risaleler halindeki ilk yayınlanışlarında zikredildiğini; fakat sonradan oğlu ve müritleri tarafından yapılan rötuşlu nüshalarda çıkarılmış olduğunu iddia etmektedir. Mikail Bayram, ayrıca Mesnevi'nin o dönemin magazin haber bülteni şeklinde olduğunu, insanların aşırı ilgi gösterdiklerini ve hikâyelerde işaret edilen, hakarete uğrayan insanların kim olduğunu dönemin insanlarının çok iyi bildiklerini söylemektedir.

Mevlâna'nın Ahi Evren hakkında Mesnevi'deki yakıştırmaları ise oldukça ilginçtir. Divan-ı Kebir'de sadece bir şiirde ismiyle anılırken diğer şiirlerinde ve Mesnevi'de, derici, yılancı, hoca, bilge kişi (danişment), lala, nasihatçi, ahi, cuha (hocacık), şeytan, eşcinsel, çirkef, kötü huylu, pespaye, köse, ebter, hırsız ve hadım gibi aşağılayıcı ifadelerle anılmıştır.7Mesnevi'de cuha diye anılan kişinin de Ahi Evren olduğu dile getirilir. Cuha'nın karısı ile kadı arasında geçen aşk macerasını anlatan hikâye de Ahi Evren'in karısı Fatma Bacı'yla, Kırşehir kadısının arasında geçtiği iddia edilmektedir. Bunların dışında "Kıpti ile Sıpti" adlı hikaye Hacı Bektaş, "Luti ile Kundeh'in Hikayesi", Ahi Evren, "Kötü Huylu Debbağ ve Kardeşinin Hikayesi" ile "Attarlar Pazarı..." adlı hikayeler de Ahi Evren ve Konevi, "Kel Papağan Hikayesi" Razi ve öğrencileriyle ilgilidir. Hacı Bektaş'a "bacısı kahpe" diye hitap ederken, Ahi Evren'in çocuğu olmadığı için onu hadım, eşcinsel diye alaya alır, vücudu iri olduğu için de onu ayıya benzetir. Divan-ı Kebir'de de zürriyetsiz diye vasıflandırır. Hatta daha da ileri giderek bir hikâyesinde eşcinsel ilişkide pasif konumda olduğunu anlatır. (s. 109)

Yukarıda da belirtildiği gibi Mevlâna muarızlarına karşı bu şekilde aşağılayıcı bir tavır takınmıştır. Ahi Evren sadece birkaç yerde Mevlâna'ya cevap verir, onu Allah'a havale eder ve üslubu oldukça seviyelidir. Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde Mevlâna'nın yolunu tutturarak Ahi Evren'e değişik vesilelerle hakaret eder, fakat "her türlü ilimde Konevi ile atbaşı giderdi." diyerek de yer yer hakkını teslim eder. Mevlâna da Ahi Evren'i bazen "hace" ve "danişmend" sıfatlarıyla anmıştır.

İhtilafların düşünce planındaki boyutu ise daha eskiye dayanır. Mevlâna ile Ahi Evren arasındaki bu muhalefet, Mevlâna'nın babası Baha Veled ile Fahrüddin Razi mücadelesinin Anadolu'daki uzantısıdır. Yani sezgici filozof Gazali'nin akliyecilere karşı başlattığı mücadeledir söz konusu olan. Şems'in ölümünde de bu düşünce ayrılığının sebebi büyüktür. Mevlâna ve çevresinin tasavvufi yol, enfüsi (içe doğuş); Ahi Evren'in seçtiği yol ise afakî (dışa dönük)'dir. Bununla bağlantılı olarak Mesnevi'de akılcılığı yeren birçok hikâye yer almaktadır.

Mevlevilik tarikatının kurucusu Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled ve onun da oğlu Ulu Arif Çelebi, tarikatın geniş halk tabanına yayılması, Türkmen ve Ahiler tarafında da kabul görmesini sağlamak için Mesnevi'deki hikâyeleri halkın hoşuna gidecek şekilde değiştirmişlerdir. Mevlâna ile Ahi Evren arasındaki düşmanlığın üzerini küllemeye çalışmışlardır. Bu girişim başarıyla sonuçlanmıştır, çünkü o dönemdeki Ahi şeyhler Mevlevi dergâhına baş koymuşlardır.

Moğollar ve Mevlâna

Mevlâna ile ilgili tartışmaları ortaya çıkaran meselenin temelinde, Moğollarla Mevlâna'nın kurduğu ilişkinin seyri yatmaktadır. IV. Rükneddin Kılıçarslan döneminde Moğollar tarafından Mevlâna'ya "Şeyhu'r Rum" unvanı verilmiştir. Bu olaydan sonra iktidar, bütün şeyh ve müritlere Mevlâna'ya bağlanma zorunluluğunu getirir. Mevlâna'ya bağlanmayanların iş yerleri, tekke, zaviye, medreseleri müsadere edilir. Sultandan alınan bir emirle Ahilerin ellerinde bulunan bütün mallar Mevlâna ve çevresindeki kalenderi dervişlere dağıtılır. Osmanlılar zamanında bu malların bir kısmı yeniden eski sahiplerine devredilmiştir. Uygulamaya karşı koyanlar öldürülürler8 ya da göçe zorlanırlar. Anadolu'nun pek çok yöresinde bu uygulamaları getiren yönetime karşı ayaklanmalar başlar. Ahi Evren ve arkadaşları da Kırşehir'de bu ayaklanmalar sırasında katledilirler.

Mevlâna sadece taraf olmakla kalmaz Moğol işgalini meşru kılıcı propagandalarla da yönetime destek olur: Moğolların Anadolu'daki vezirine Mevlâna şöyle der: "Sen Moğolların gönlünü rahatlatarak Müslümanların huzur içinde kulluk etmelerini sağlıyorsun." Bu ifadelerde eski İran kültüründeki devlet başkanlarının hatadan ve günahtan arınmış olduğu düşüncesinin yansımasını görürüz. Mevlâna, Fihi Ma Fih adlı eserinde Cengiz Han'ın da Allah'tan mesaj aldığını söylemektedir. Kırşehir katliamını gerçekleştiren Baycu Noyan için ise "O Evliyaullah'tan biridir fakat kendisi bunu bilmez." der. Mevlâna araştırmalarında Türkiye'de önemli bir isim olan Abdulbaki Gölpınarlı bu durumu, Mevlâna'nın Moğolları İslamlaştırmak için böyle yaptığı şeklinde tevil ederek, Mevlâna'yı mazur göstermeye çalışır.

Moğol siyasetinin temelinde işgal ettikleri çevrenin etnik ve dini zümrelerini birbirleriyle vuruşturarak bölgeye hâkim olma planı vardır. Uzun süren çabalar sonucu bu amaç büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir. Fakat bir diğer nokta ise, Kırşehir katliamından sağ kurtulup Batı'ya kaçan Ahi ileri gelenlerinin (Şeyh Edebali da vardır aralarında) Batı'da Osmanlı'nın kuruluşunu hazırlamış olmalarıdır.

İlerleyen dönemlerde Türkmen beylerinin beyliklerini ilan etmeleri hem Selçuklu'nun hem de Moğol emperyalizminin çöküşünü hazırlamıştır. Mevlâna'nın müridi Eflaki'nin bu duruma üzüntüsünü dile getirmesi, Mevlevi çevrelerinin Mevlâna sonrası dönemdeki siyasi tercihlerini de açığa çıkarmaktadır. Yazar, Mevlevi çevrelerin tarih boyunca süregelen Mevlâna'ya muhalif söylemi silebilmek için her tür tedbiri almakta bir beis görmediklerini söyler. Bu mücadelenin tarihi Cumhuriyet dönemine kadar uzanmaktadır. Geçmişe dönük Türkmen-Ahi hatıralarını silmek için Konya vilayet binasının yanındaki Seyyid Şerefüddin ve Ulvi Sultan türbelerinin kaldırılması bunun tipik iki örneğidir. Selçuklu veziri Kadı İzzettin'in vakıflarına ait malların korunmayıp yok olmasına göz yummak da bu muhalefetin sonucudur. Kadı İzzeddin'in Moğollara karşı cihad çağrısında bulunduğu da unutulmamalıdır.

Şems-i Tebrizi

Mevlâna'nın 1244 yılından itibaren etkisi altına girdiği, şiir alanındaki yeteneğinin gelişmesinde büyük pay sahibi olan Şems, Cevlâki tarikatının Anadolu'daki şeyhi konumundadır. Cevlâkilik, Kalenderiye'nin Anadolu'da aldığı addır. Moğollar Kalenderîlere yakınlık duymaktadırlar. Çünkü Şamanist Moğollar sihir, büyü gibi olağanüstü olaylara ilgi göstermektedirler. Kalenderî dervişler köy köy gezerek şiş batırma, ateşle oynama gibi oyunlar sergileyerek halkı eğlendirmekte ve dilenerek yaşamaktadırlar. Ahi inancına göre ise asalak yaşamak haramdır, bu yüzden Cevlâkilerin bu yaşantısını Ahiler tasvip etmemektedirler. Şems'in Makalat adlı eserinde Moğol siyasetinin yayılmacılığına büyük destek verdiği görülmektedir. Bu eserde Moğol yayılmacılığının karşısında duran Ahi ve Türkmen ileri gelenlerine karşı düzenlenen suikastların da ipuçlarına ulaşılabilmektedir.

Şems'in ölümünde, yürüttüğü bu siyaset etkili olduğu gibi Hululiye felsefesine olan inancı da büyük pay sahibidir. Bu inancın esasında Allah'ın yeryüzündeki varlıklara hulul ettiği, varlıkların rengine boyandığı, o yüzden her nesnenin bizzat Tanrı olduğu düşüncesi vardır. Ahmed Eflaki'nin Kimya Hatun'la ilgili naklettiği hikâye, Şems'in bu düşünceyi hangi boyutlarda yaşadığını göstermesi bakımından oldukça ilginçtir. Hikâyede Şems'in Kimya Hatun'la muhabbet halindeyken Tanrı'nın Kimya Hatun'un suretinde hulul ettiği söylenmektedir. Şems'in bu felsefeyi savunması, Ahiler arasında ve Konya çevresinde ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur.

Mikail Bayram, Şems'in öldürülmesinde Ahi Evren ve çevresinin etkin olduğunu ve hulul felsefesinin yanı sıra Kimya Hatun'un ölümünde şüpheleri üzerine çekmesinin de payını dile getirir. Şems'in nakil ilimleri üzerine konuşulan bir sohbette sarf ettiği şu sözler bardağı taşıran son damla olmuştur: "Daha ne kadar onun bunun sözlerini nakledip duracaksınız. İçinizde kalbim bana Rabbimden şöyle bir haber veriyor diyebilecek bir er yok mu?" Bu sözünden sonra Ahi Evren ve talebelerinin şiddetli protestosuna maruz kalmıştır.

Dönemin veziri Ahi Evren, Şems'i öldürtünce devlet ileri gelenleri olayı kapatmaya çalışmışlar, Ahi Evren'i Kırşehir'e göndermişlerdir. O dönem tarihçilerinin de bu meseleden bahsetmemelerinin temelinde ihtilafların giderilmesi güdüsü yatmaktadır. Osmanlı dönemi tarihçileri de böyle bir yaklaşımla eserlerini kaleme almışlardır.

Sonuç

Yazarın ilk olarak ortaya attığı bulgular:

·          Ahi Evren'in ölüm tarihinin tespiti: 1 Nisan 1261.

·          Mevlâna'nın Ahi Evren'i baş düşman ilan etmesi.

·          Siyasi düşüncedeki farklılıktan dolayı Mevlâna'nın Ahi Evren'e Mesnevi'de ve Divan-ı Kebir'de hakaret ettiği.

·          Sadreddin Konevi ile İranlı düşünür Nasirüd-din Tusi arasında yapıldığı zannedilen mektuplaşmaların Konevi ile Ahi Evren arasında olduğu. (Bu meseleyi A. Gölpınarlı da keşfetmiş fakat tespit yapamamıştır.)

·          Tusi'ye ait olduğu zannedilen Ahlak-i Nasiri adlı eserin Nasreddin Hoca'ya ait olduğu.

·          Ahi Evren-Mevlâna arasındaki mücadelenin sebebinin Türkmen-Moğol karşıtlığına dayandığı.

·          Ahi teşkilatının ilk olarak Kırşehir'de değil, Kayseri'de kurulduğu.

·          Şems'in, Ahi Evren ve çevresi tarafından öldürüldüğü.

Ahi Evren ve hocası Kirmani'nin "cemal-perestlik" düşüncesinin boyutlarına değinilmemesi, Şems'in livatalığına dair delillerin tatmin edici olmaması, Farsça ve Arapça imladan dolayı akıcılığın sekteye uğraması, tekrarların rahatsız edici boyuta ulaşması (özellikle kitabın 5. ve 6. bölümleri önceki kısımların özeti gibidir.), özne -yüklem uyuşmazlıkları, Mesnevi'de geçen bütün kötü sözlerin Ahi Evren'e yöneltildiği yönündeki zorlamalar bir kenara bırakılırsa ciddi bir çalışmayla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tezini İstanbul, Konya, Bursa, Kırşehir gibi illerdeki kütüphanelerde bulunan Selçuklu dönemi yazmalarına dayandırarak sunan yazarın anti-emperyalist söylemi güçlendirme gayreti içinde olduğu söylenebilir. Yazar, Mevlana'nın sürekli olarak Batı tarafından gündeme getirilmesini de emperyalist politikalarına uygun insan yetiştirme amacından kaynaklandığını söylemektedir. Mevlana'nın felsefesi, Anadolu insanını bu tür politikalara yatkın hale getirmek için biçilmiş kaftandır.

Yazar, düşünce dünyasını Kur'anî tefekkür9 ışığında kurma peşinde olduğu için tarihi meselelere de sarahatle bakabilmektedir. Kutsal tarih anlayışından sıyrılarak her şeyi yerli yerine oturmak için bazı taşların yerinden oynatılmasının gerekliliğinin farkındadır. Yazarın meseleye yaklaşımı Ahi Evren adına bir kadir na-şinaslığa duyduğu öfkeyi de barındırır. Günümüz politik arenasında da küresel güç karşısında emperyalizm karşıtı bir düşüncenin nüvelerinin tarihi dayanaklarla temellendirilmesi oldukça önem kazanmaktadır. Ahi Evren'in gerek eserlerinde gerekse de mücadelesinde var olan aksiyoner yönünün ihmal edilemezliği, bugünkü İslam dünyası için vazgeçilemez bir örneklik oluşturmaktadır. "Örneklik" ve "şahitlik" gibi kavramlar Kur'an kaynaklı ve Müslümanlar için üzerinde titizlikle durulması gereken tanımlamalar olurken, küresel güç için ise bir muhatap olma ve karşı-duruşu da içkindir.

İçinde bulunduğumuz dönemin şartları üzerinde düşündüğümüz vakit, 13. yüzyıl İslam dünyasının yeniden nasıl ve ne şekilde ikame edildiğine şahit oluruz. Görünen şudur ki, emperyalist güçler yeni adlar almış ve kimi İslam liderleri mücadeleci kimliğini korurken, kimileri de daha ılımlı bir yaklaşımla sonuçları Müslümanların aleyhine de olsa güç odaklarıyla (tıpkı Mevlâna'nın müritlerinin, Ahilerin müsadere edilen mallarına sahip olmaları gibi) teşrik-i mesai içinde olmuşlardır. Bu da işin Müslümanlar açısından üzüntü verici tarafıdır. Bu tür iddialı araştırmalara yabancı olduğumuz için düşmanlık yerine, Tolstoy'un sözlerine kulak vererek ayağımızın alıştığı yoldan bizi çekip çıkaran ve yeni güzellikleri ve doğrulukları sunanlara kulak vermenin gerekliliğini bir kez daha vurgulamak yerinde olacaktır.

Dipnotlar:

1- 13. yüzyıl Konyasını yerleşim planıyla ve burada yaşayan 2500 haneden oluşan halkı, şeceresiyle birlikte tanıyan bir tarihçidir söz konusu olan. Yasin Aktay, "Hoşgörünün Mikail Bayram'la İmtihanı", Yeni Şafak, 5 Aralık 2005. Mezkûr yazıda Aktay, "Bayram Hoca iddialarını ne ölçüde ispatlayabiliyor, bilemiyoruz. Aslında bu çok önemli değil." demektedir ki bu sava katılmak mümkün değil. Çünkü mesele tarihi bir konu ve konunun asıl tartışma yaratan yönü de burasıdır.

2- Mikail Bayram'a yapılan haksız hücumlara yönelik bir değerlendirme için bkz. Murat Kayacan, "Mikail Bayram Şamar Oğlanı mı?", Memleket, 8 Aralık 2005. Ayrıca Mikail Bayram'dan Ortaçağ tarihi uzmanları, Prof. Dr. Işın Demirkent, Prof. Dr. Tuncer Baykara, Prof. Dr. Salim Koca, Dr. Turgut Akpınar gibi isimlerin kendisinden övgüyle bahsettiklerine dair bkz. Murat Güzel, "Bir Tartışmanın Tartamadıkları", Memleket, 6 Aralık 2005. (www.memleket.com.tr)

3- Ahi Evren'in değişik konuları muhtevi eserlerinin pek çoğu ilk kez Mikail Bayram tarafından tespit edilmiştir: Metali'ül İman, Tabsira, Menahic-i Seyfi, Yezdan-ı Şinaht, Mürşidü'l Kifaye, Tuhfetü'ş Şekur, Letaif-i Gıyasiyye, Letaif- Hikmet (Siyasetname), Ahlak-i Nasirî, Goşayişname, Ağaz u Encam (Vasiyet), Tuhfetü'ş Şekur, Ulum-i Hakiki, İlmü't Teşrih (Anatomi'ye dair), Kitabü'l Afaî (Yılanlar Kitabı), Yezdan Şinaht. Ayrıca İbni Sina, Razi, Sühreverdi ve Konevi'den yaptığı tercümeler.

4- Yazar Divan-ı Kebir'in, şiirlerdeki tarihsel tutarsızlıklar ve nazireler yüzünden tamamen Mevlâna'ya ait olmadığını iddia etmektedir. Bu konuyla ilgili İran'da sunduğu tebliğinin, Abdülkerim Süruş başta olmak üzere pek çok Mevlâna araştırmacısı tarafından kabul gördüğünü söylemektedir.

5- Mevlâna Mesnevi'nin ilk cildinin önsözünde Kur'an'ın bütün sıfatlarını Mesnevi'ye yüklemektedir. Hatta anlattıklarının kendisine vahyedildiğini iddia etmektedir: "bu ne bir kâhin sözü, ne bir rüyadır. Allah doğruyu biliyor ki, o Allah'tan vahydir." demektedir. İddialarını ayetlerle desteklemektedir. Böyle bir iddia Hululiye felsefesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre Mevlâna'ya Allah hulul etmiş ve onu konuşturmuştur. İlk dönemdeki müritler Mesnevi'nin vahiy olduğunu düşünmektedirler. Çünkü el yazması kopyaların başında "Ona ancak temiz olanlar dokunabilir." / "Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir." gibi ifadeler yer almıştır.

6- Sultan Keykavus Mevlâna'yı ziyaret etmiş ve ondan kendisine öğütte bulunmasını istemiştir. Mevlâna sultana ilgi göstermemiş ve "ben sana ne öğüt vereyim, sana çobanlık vermişler sen kurtluk yapıyorsun. Seni bekçi yaptılar, hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytan'ın sözüyle hareket ediyorsun." demiştir. Bu sözlerin sebebi, Keykavus'un Ahi Evren'e yakın olmasıdır.

7- Mevlâna düşünce farklılığından dolayı Sadreddin Konevi'yi de tekfir etmektedir. (s. 47)

8- Mevlâna ile zengin bir tacir olan Kâşi arasında ciddi bir münakaşa geçer ve Mevlâna bundan çok incinir. Bu olaydan üç gün sonra birkaç kişi Kâşi'nin yolunu keserek öldürür ve servetini yağma ederler.

9- Kur'an-ı Kerim'de geçen "Fil Olayı" ile ilgili, Ankara'da yapılan I. Kur'an Sempozyumu'nda sunduğu tebliğde de aynı tutum göze çarpmaktadır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR