1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Açılıma Milliyetçi Hamaset Kapanı

Açılıma Milliyetçi Hamaset Kapanı

Kasım 2009A+A-

Bir süredir tıkanıklık görüntüsü veren Kürt açılımı konusunun Kandil ve Mahmur’dan dönüşlerle yeni bir aşamaya girmesi malum çevreleri yeterince tedirgin etmiş olmalı ki, kabarttıkları dalgayla süreci bir kez daha baltalamayı başardılar. 19 Ekim tarihinde 26’sı Mahmur’dan, 8’i ise Kandil’den olmak üzere toplam 34 kişinin Habur sınır kapısından Türkiye’ye girmeleri ve tutuklanmamaları sadece “barış” umutlarını değil, geleneksel korkuları da besledi.

Hiç kuşkusuz devlet tapınmasının zirvesindeki kesimler açısından manzara oldukça rahatsız ediciydi. Gelenler ne pişmanlık izhar ediyor ne de teslim olmuş görünüyorlardı. Üstelik gittikleri yerlerde devasa gösteriler, coşkulu mitinglerle karşılanıyorlardı. PKK-DTP çizgisinin geleneksel basiretsizliği belki de hiç farkında olmadan açılım sürecini sekteye uğratma çabalarına katkı sağladı. Tüm milliyetçi hareketlerin tipik hastalığı olan kendi mahallesine oynama, “diğerleri”ni pek kaale almama tutumu bir kere daha savaş kışkırtıcılarının propagandalarına zemin oluşturdu.

Kürt sorunu pek çok şekilde tarif edilebilir. Belki de basit bir akıl yürütmeyle Ankara’da, Trabzon’da, İzmir’de yaşayan insanların Diyarbakır’da, Ağrı’da, Van’da yaşananları ve buralarda yaşayanların ne hissettiğini, ne talep ettiğini anlamaması, anlama çabası da göstermemesi şeklinde bir tarif de yanlış olmaz. Ve şimdi çözüm tartışmalarının gündemleştiği bir konjonktürde tersinden bir akıl yürütmede bulunursak; Diyarbakır’da, Ağrı’da ya da Van’da yaşayan insanların Ankara’da, Trabzon’da ya da İzmir’de yaşayanların ne hissettiklerini, ne düşündüklerini dikkate almamaları durumunda sağlıklı bir çözüm sürecinin gelişmeyeceğini de görmek gerekir.

Bu hassasiyet şüphesiz hakkaniyet ve adalet temelli taleplerin birilerinin zevklerine ya da endişelerine endekslenmesi olarak değerlendirilemez. Sadece on yıllar boyunca devletin kirlettiği, şartlandırdığı, bunalttığı zihinlerin işleyişini dikkate alma, olası tepkilerini hesaba katma ve bunca yılın biriktirdiği bağnazlıkların ancak tedrici bir yöntemle aşılabileceği gerçeğini kavrama çabası şeklinde algılanmalıdır. Bu hassasiyet gösterilmediğinde resmi ideoloji baronlarının süreci sabote etmeye yönelik girişimlerine prim kazandırmak kaçınılmaz hale gelmektedir.

Nitekim gelinen yere bakıldığında duygusallığın hâkim kılındığı görüntülerin karşı duygusallıkları tetiklediği ve despotik söylemlerin takviye edildiği görülmüştür. Psikolojik harekât konusunda bir hayli yetkin devlet güçleri ortaya çıkan bazı görüntüler üzerinden manipülasyona girişmekte gecikmemiş ve anında süreci tahribe yönelmişlerdir. Devletçi-milliyetçi hassasiyet köpürtülmüş ve bir anda barış söylemi geri çekilip, yeniden savaşın dili ortama hâkim kılınmıştır. Nitekim Başbakan bile her şeyi başa döndürme ihtimalinden söz eder hale gelmiş; hatta ortaya çıkan tablodan cesaret alan CHP Genel Başkanı Baykal, sürecin artık fiyaskoyla sonuçlandığının kabul edilmesi ve bu defterin kapatılması gerektiğinin ısrarla altını çizmiştir.

Milliyetçi Hamaset ve Çözümsüzlük Dayatması

Elbette Baykal’ın ve kendisiyle aynı milliyetçi zihin kalıplarıyla düşünenlerin Kürt sorununa çözüm diye bir dertlerinin olmadığı çok açık. Aynı şekilde çatışmaların sona ermesi, akan kanın durması noktasında da sadra şifa bir önerilerinin bulunmadığı biliniyor. “Son terörist kalıncaya dek…” diye başlayan ve “teslim olsunlar” çağrısıyla süren anlamsız, işlevsiz bir retoriği tekrar etmenin dışında ne söyledikleri de anlaşılmıyor zaten. Mamafih yine de halktan azımsanamayacak oranda oy almış bir partinin, ana muhalefet partisinin liderinin “İş çıkmaza girdi, artık bu bahsi kapatalım!” şeklindeki çıkışı çok çarpıcı bir görüntü sunmakta. Bu sözleri sarf eden kişinin bundan sonrasına dair ne önerdiği açık değil mi? Bu sözlerin “Kan akmaya devam etsin!” dışında bir manası var mı?

Ülkeye dönen PKK’lıların karşılanma görüntüleriyle birlikte gerek muhalefet partileri, gerek medya eliyle toplumu kışkırtmaya dönük çabalar hız kazanmıştır. Çatışmalarda evlatlarını yitirmiş asker aileleri propagandanın odağına yerleştirilmiştir. Normal zamanda egemen politik çevreler ve medya düzeni açısından hiçbir değer ifade etmeyen Anadolulu yoksul insanlara birden ülkenin asıl söz sahibi kesimleri muamelesi yapılmaya ve intikamcı hislerle sarf ettikleri keskin sözlere, lanet ve beddualara mikrofon tutulmaya başlanmıştır.

Oysa bu yapılanın çok ucuz ve sığ bir politika olduğu ortada. Bu çaresiz, mazlum insanların acıları sömürülüyor açıkçası. Dün devletin kirli ideolojisine kurban verdikleri evlatlarının acıları üzerinden bugün bu insanlar bir kere daha şiddet politikasına malzeme kılınıyorlar. Yapılan şey ne insanlığa, ne ahlaka sığmaz. Ayrıca hakkaniyetle de hiç bağdaşmaz. PKK ile çatışmalar neticesinde bugüne dek 5.000 civarında güvenlik görevlisinin öldüğü biliniyor. Oysa yarınlarda askere alınacak gençleri bir kenara bırakacak olsak dahi, halen silah altında yarım milyondan fazla genç var. Israrla beş bin ailenin tepkilerine mikrofon tutanlar için acaba beş yüz bin ailenin ne hissettiğinin, süreci nasıl değerlendirdiğinin bir önemi yok mu? Her an çocuklarıyla ilgili kötü bir haber alma endişesi duyarak, korku ve gerilim içinde bekleyen milyonlarca insanın bu süreci nasıl değerlendirdiğini tahmin etmek zor mu?

Statükocu zihniyetin kavrayamadığı, kavramak için çaba da sarf etmediği yalın bir gerçek var: Kışkırtma ve tahriklerle ısındırılan gündemlere rağmen halk çatışmanın devamından yana değil. On yılların milliyetçi şartlandırmalarının eseri olarak zaman zaman duygusal tepkiler, hayıflanmalar serdetse de süreçte ortaya çıkan bazı görüntüleri hazmetmekte zorlansa da sürecin başa döndürülmesini, savaşın kaldığı yerden devamını asla arzulamıyor. Dolayısıyla eğer “açılım” siyaseti başarısız olur da kan akmaya devam ederse bunun sadece Hükümet’in hanesine yazılacak kötü bir puan olacağını zannedenler yanılıyorlar. Bundan sonra yaşanacak acıların herkesin canını daha çok acıtacağı kesindir. Değil mi ki, çatışmaların sona erdirilme ihtimali ortaya çıkmıştır, bundan sonra şu veya bu nedenle sürecin kesintiye uğratılması ve kanın akmaya devam etmesi öncelikle hamasi söylemlerle bu süreci tıkayanları güç duruma sokacaktır.

Statüko Düşmanlaştırma Temelinde Yükseliyor!

Statükocu zihniyet saplantılı bir zihniyettir. Düzenin eski tarz ve işleyişinin muhafazası noktasında inanılmaz tutucu, gelişmeleri algılamak ve anlamlandırmak açısından iflah olmaz ölçüde paranoyak ve propaganda mantığı itibariyle de müthiş oportünisttir. Sadece Kürt sorununda değil, hiçbir konuda halkın taleplerine kulak verme, dayatmacı politikaları terk etme ve çözüm iradesi geliştirme niyeti yoktur.

Ermenistan ile bugüne dek kimseye ne kazandırdığı bilinmeyen düşmanlık politikası mı sorgulanıyor, anında tepki gösterilir. Tarih, toprak bütünlüğü, olmadı Azerbaycan ile dostluk vs. hemen her konu önce hamaset sosuna bandırılıp ardından mermi gibi namluya sürülür. Kıbrıs’ta çözüm mü dediniz, ilk duyacağınız cümle “Kıbrıs’ı satıyorlar!” sloganı olur. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden HSYK’nın yeniden yapılandırılmasına kadar her konu “bölünüp, parçalanmanın eşiğine getirildiği bugünlerde ülkenin sinsi projeler doğrultusunda külliyen tahribine yönelik adımlar” kalıbıyla bir çırpıda izah edilip, yerli yerine oturtulur!

Kirli, paslı statüko gemisini bataklıkta yüzdürmeye çalışan zihniyetin tepkiselliğinin en belirgin örneklerini militarizm savunuculuğunda görürüz. İşte Ergenekon davası ortada. Bunca ifşaata rağmen hâlâ hiç utanmadan “memleketin yurtsever aydınları” plağı çalınmaya devam ediyor. İşte Genelkurmay Karargâhından taşan Albay Dursun Çiçek imzalı darbe belgesi konusunda yaşanan gelişmeler. En tepe noktadaki askerinden köşe yazarına, Ergenekon’un avukatlığını üstlenmiş politikacısından yargı cübbesi giymiş hukuk cellâdına kadar nasıl da koro halinde yaygara koparmışlardı! Özü itibariyle hangi mesajı veriyorlardı? Darbe düzeninin tasfiye edilmesine yönelik çabaları püskürtmek değil miydi, asıl dertleri?

Her konuda aynı bağnazlık ve körlük hali geçerli! Halkın taleplerine, iradesine kulak tıkayan egemenler yaşanan gelişmeleri anlamaktan da aciz. Bu yüzden aynı nakaratı tekrar etmekte bir beis görmüyor, çoğu zaman komik duruma düştüklerini dahi idrak edemiyorlar.

Hırçınlığın Kaynağı

Akıl almaz bir pişkinlik, ikiyüzlülük ve zalimlikle karşı karşıyayız. Kemalist mütegallibe ayrıcalıklarını, üstünlüklerini yitirmenin kaygısıyla ortalığa korku saçıyor. Onlarca yıldır süregelen kirli, vahşi gidişata ses çıkarmayanlar, bilakis bu çirkin işleyişe katkı sunanlar, ortak olanlar şimdi hesap vereceklerine hesap soruyorlar. Adeta savaş bitecek, çatışma sona erecek diye telaş ediyor; toplumu yalanlarla, boş sözlerle, inkârcı söylemlerle kan­dırdıklarının ortaya çıkacak olmasından duydukları endişeyle hırçınlaşıyorlar.

Hırçınlıklarının sebebi belli değil mi? Ne söyledilerse yalan çıktı! On yıllarca tüm halka sahte bir kimlik dayattılar, insanların inancını, tercihini, aslını inkâr ettiler. Okul kapılarında tertemiz çocuklara zorla yalan söylettiler. Dağlara, taşlara yalanlar kazıdılar. Ve gün geldi, dayatmalarının bir işe yaramadığı açığa çıktı.

Ortada toplumsal bir sorun yok, asayiş sorunu, terör sorunu var dediler; bir avuç eşkıya söyleminde ısrar ettiler; her defasında “terör”ün belini kırdılar! Bunların halkla bir ilgisinin bulunmadığını, hepsinin beyinleri yıkanmış hainler olduğunu iddia ettiler. İşin garibi üret­tikleri bu yalanlara kendilerini de inandırdılar. Ve nihayet televizyon ekranlarında yalanlarıyla yüzleşmek zorunda kaldılar. Dayatmanın, inkârın sonuçsuz kaldığını gördüler; mevcut olanın yok saymakla yok olmadığını fark ettiler. Bir avuç eşkıya diye küçümsediklerinin ardında geniş kitleler olduğunu anladılar ve tüm bu manzara karşısında paniğe kapılıp tehditler savurmaya başladılar. Resmi ideoloji muhafızlarının kısır döngüsü bu! Kurgunun temelsizliğinin açığa çıkması karşısında duyulan tahammülsüzlük ve gerçeklerle yüzleşme korkusunun doğurduğu bir saldırganlıkla giderek daha bir çekilmez oluyor bu egemen söylem!

Devlet dağdan dönen PKK’lıların pişman olmasını istiyor; en azından pişman olmadıklarını izhar etmemelerini, susmalarını, doğrudan suçlanmasalar da suçlu olduklarının bilinciyle sessizce bir kenara geçmelerini bekliyor. Peki, acaba muhataplarından pişmanlık bekleyen devlet yaşattığı bunca acıya, zulme, vahşete ilişkin herhangi bir pişmanlık emaresi göstermekte midir? Hayır!

Artık Kürt açılımı ve benzeri kavramsallaştırmalarla açık bir biçimde bugüne dek uygulanan siyasetin iflas ettiği, sebebiyet verilen inanılmaz acılara rağmen istenilen sonucun elde edilemediği ve resmi ideoloji dayatmasının çöktüğü herkesçe görülmesine rağmen devlet herhangi bir şekilde kendisini sorgulamakta mıdır? Hayır!

Dağlara taşlara kazınmış ırkçı-şoven sloganlar hâlâ insanların gözlerine sokulmaktadır. Mustafa Muğlalı adlı katil generalin ismi Özalp’teki askeri kışlanın kapısında arz-ı endam etmekte ve bu yolla insanlara işkence sürdürülmektedir. Bunca tartışmaya, sözde açılıma, ilerlemeye rağmen ırkçılık camilerin tepesine kadar taşınmıştır.

Mahmur ve Kandil’den dönen PKK’lıların karşılanma görüntülerini “şov” kavramıyla eleştiren, suçlayan anlayış sürekli hale getirdiği şovlarla hayatımızı kirletmekte, çirkinleştirmektedir. Her sabah çocuklarımıza okul bahçesinde dikte ettirilenler, hazır ollu rahatlı merasimler şov değil midir? “Cumhuriyet Bayramı” vesilesiyle minbere çıkartılan tuğyandan daha rezil bir şov düşünülebilir mi?

Kandil’den dönen PKK’lıların gerilla kıyafetleriyle sınırdan giriş yapmaları ve mitinglerde bu kıyafetleriyle dolaşmaları kimi çevrelerde terör yanlısı mesaj olarak algılandı ve suçlandı. Acaba aynı çevreler onlarca faili meçhul cinayetin azmettiricisi, planlayıcısı olarak Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde tutuklu yargılanan Kayseri Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz’ün hâlâ görevinin başında gözükmesini, duruşmalarda rütbeli subayların kendisine nezaret etmesini neyin mesajı olarak yorumlarlar? Devlette devamlılığın mı?

Hesap Vermesi Gerekenler, Pişkince Hesap Soruyor!

Sonuç itibariyle savaşan taraflardan biri silahı bırakabileceğini beyan ediyor ve bu doğrultuda bazı mensuplarını “barış grubu” misyonuyla gönderiyorsa önemli ve somut bir adım atmış demektir. Karşı taraf da ilk anda gelenleri serbest bırakarak bu yönde bir iradeye sahip bulunduğunu göstermiştir. Ve tam da toplumda bu şekilde savaşın sona ereceğine ve kanın duracağına dair bir umut ışığının ortaya çıktığı anda kışkırtma, tahrik ve hamaset rüzgârları sert biçimde estirilmeye başlanmıştır. Genelkurmayından HSYK’sına, medyadan politika esnafına kadar resmi ideoloji muhafızlarının tümü fırsattan istifade süreci sabote etme cephesinde yerlerini almışlardır.

Bu noktada savaş tacirlerinin kışkırtıcı yaklaşımlarıyla, tahrikleri ve hamasi söylemleriyle süreci baltalamaya yönelik girişimlerini boşa çıkartmak vicdan sahibi herkesin görevi olmalıdır. Sorun dağdan dönen PKK’lıların karşılanma biçiminden daha derinlerdedir. Bunca yılın birikimiyle toplumun bazı kesimleri ortaya çıkan görüntülerden rahatsızlık duyabilir. Tepki gösterebilir, süreci yürüten Hükümet kadrolarına kızabilir, küsebilir. Ama kirli savaşın figüranı konumuna düşürülmeye razı gelmemelidir. Statüko muhafızlığına soyunanların iktidar hesaplarına malzeme olmamalıdır.

PKK’lıların hangi kıyafetle dönüş yaptıkları ve nasıl karşılandıklarından önce PKK niye var; bu insanlar dağda ne arıyorlar; talepleri nelerdir sorularının sorulması elzemdir. On yıllardır oluşturdukları baskı atmosferi ve illüstrasyon marifetiyle insanları kalıp düşüncelerle hareket etmeye sevk eden, sormaya, sorgulamaya asla izin vermeyen egemenlerin hesap sormaktan önce hesap vermelerinin gerekliliği ve aciliyeti kavranmalıdır.

Aslında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Savaşın hesabını soramayanlar, barışın hesabını soruyorlar!” şeklindeki sözü durumu çok yalın bir biçimde açıklığa kavuşturuyor. Gerçekten de savaşın hesabını soramayanlar, daha doğrusu kirli, vahşi savaşın ve bu savaş sürecinde işledikleri sayısız insanlık suçlarının hesabını veremeyenler, pencerelerin azıcık aralanıp içeriye barış havası girer gibi olunca duydukları rahatsızlıkla, tahammülsüzlükle ortalığı velveleye veriyorlar. Bu zalim güruhun çıkardığı gürültüye pabuç bırakmamak adalet, vicdan ve namus sahibi herkesin şiarı olmalı!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR