1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. 13:15 Vapuruna Yetirebiliriz

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

13:15 Vapuruna Yetirebiliriz

Eylül 2002A+A-

N A. için...

Yine mektup göndermişler. Yılbaşından beri on sekizincisi... Postacı usandı da her pazartesi posta kutusuna mektup bırakmaya, bizimkiler bıkmadılar. Şimdi açıp okusam içindekileri, çocuksu öfkelere kapılacağım ablamın tabiriyle. Annemi ve babamı üzdüğüm için son zamanlarda yıldızımız barışmaz oldu. Geçen hafta mektup yazma sırası onun olacaktı ki içinde ne kadar hüzün hüsran varsa boşaltmıştı kâğıdın üzerine, iki lafından birinde ailemizi böylesine üzmeye hakkın yok diyordu, İstanbul nere, Erzincan nere! Bir okul okumaya gitmeyen oraları mesken mi tuttun! Kız başına korkmaz mısın? Yurttan atılmışsın duyduk, okula zaten almıyorlar. Ne yersin, ne içersin? Nerede yatıp kalkarsın? Hastalanırsan kim bakar? Aşın ekmeğin... Babamın paragrafları ise ablamınkine hiç benzemez. Öyle evdekilerin uyguladığı mektup sırasına falan da uymaz. Aklına esince gecenin üçü demez kalkar kağıda kaleme sarılır. Bütün öfkesine rağmen yazısı hep inci gibi okunaklıdır. Nasılsın, iyi misin diye sorduğunu hiç bilmem. Bir keresinde ilk satıra: Ne zaman döneceksin? Daha aklın kesmedi mi? Bu işin çözümlenir bir yanı yok!.. cümlelerini bir solukta art arda sığdırmayı başarmıştı da okurken hem gülmüş hem ağlamıştım. Zarfı iğreti bir nesneye dokunur gibi evirip çeviriyorum. Bu hafta kardeşimin sırasıydı. Ne yazdı acaba? Geçenkinde evin bensiz tadı tuzu olmadığını, babamın haber saatlerinde yerinde duramadığını, annemin tespih çekip dua etmekten hali kalmadığını anlatıyordu, mizahi bir dille. Hafta sonları bir çaycıda çalışıyormuş. Babam razı olmaz diye de; aritmetiğinin zayıf olduğunu, hesap kitap yoluyla bunu geliştirebileceğini söylemiş. Bebekliğinden beri yaman çocuktur. En iç açıcı satırları o yazsa da zarfı açmaya elim varmıyor yine de.

Bu gün Üsküdar'dayız, diyen Canan'ın sesiyle mektubu klasörümün arasına bırakıyorum. Üç yüze yakın öğrenci gelecekmiş. Canan'ın yüzü üç yüze yakın derken nasıl da mutlu. Milyonların yaşadığı bir metropolde üç yüz kişi aynı amaç için toplanabiliyorsa sevinmek gerek. Başörtüsünü ütülerken öylesine soruyor: Ne yazmış sizinkiler? Yine bildik sorular mı? Ne şanslı kızsın, bana bu kadar mektup gelse... Sanki, hiç düşünmez toplarım bavulumu diyecek de dili varmıyor. Sezen telaşeli bir edayla iki gündür bavulunu toplama derdinde. Ailesine söz geçiremedi. Gitmek zorundayım derken kırılgan bir ışıltı sezinledim bakışlarında. Çoktandır gürültü şamatayı kaldıramadığından şikâyet ediyordu. Her akşam eve döndüğünde başının ağrıdığını söyleyip kendini odaya hapsederdi. Şimdi mahcup ve ketum bir gülümsemeyle dağ havasının kendine iyi geleceğini söylüyor. Yarım ağız, diplomadan artık ümidini kestiğini, gerekirse ön lisans alıp küçük bir işletmede iş bulabileceğini söylemiş Canan'a. Zehra da sözlüsünün ısrarlarına dayanamayıp terketmişti evimizi. Evleneli üç ay oldu. Geçen gün telefon etti. Merzifon'da, dışı mor sıvalı bir apartmanın ikinci katındaki üç odalı dairede oturuyormuş. Düğün telaşı, mobilya taksiti derken aramaya ancak fırsat bulmuş... Televizyonda bizi görmüş iki gün evvel. İçim cız etti, derken kederliydi. Kocasının başka kanalı açtığını anlatırken sesinde hüzünlü bir titreme...

Üsküdar'a gideceğiz ama Canan'ın ailesinden gelen harçlık bitmek üzere. Vapur jetonumuza mı yeter, yoksa bir öğün peynir ekmeğe mi? Boğazı yüzerek geçemeyeceğimize göre, bu para bize yeter deyip duruyor Canan, suç kapattırır gibi. Ona kaç kez söyledim. Bu şehirde yaşamak istiyorsak, çalışmamız lazım! Ama bulduğum hiçbir işi beğenmiyor. Geçen gün tesettür giyim mağazalarından birinin camında tezgâhtar aranıyor ilânı gördüm. Sahibi güler yüzlü, iyi niyetli ihtiyar bir adamcağızdı. İkimizi birden işe kabul edebileceğini söyledi. Alacağımız haftalıklarla hiç değilse yeme-içme-ulaşım sorunumuzu çözümleyebilirdik. Razı edemedim Canan'ı. Çarşamba'da çalışamazmış. Tezgâhtarlık belki kolay ama zaman alan bir işmiş... Okulda da böyleydi. Ne bindiğimiz minibüsü beğenirdi, ne de kantinde yapılan döneri. Gören ağa, paşa kızı sanacak. Değil! Babası demirci ustası, annesi bildiğimiz tülbentli ev hanımlarından. Canan bilgisayar mühendisi çıkacaktı şu menfur yasağı delebilseydik...

Diplomamız olmasa da mütedeyyin bir kuruluşta iş bulabileceğimizi söyledi durdu günlerce. Onun aklına uyup bizim kesimin şirketlerinden bildiğimiz birine müracaat ettik. İri yarı babacan görünümlü ve şık giyimli müdür bey, bizi odasına kabul edip uzun uzun dinledi. Canan üçüncü sınıfı yarıladığımızı, bilgisayar tekniğini kaptığımızı, mühendislik statüsüne erişemesek bile tekniker olarak verilen her işi başarabileceğimizi anlattı kendinden emin bir duruşla. Maalesef işe yaramadı. Müdür, çektiğimiz maddi sıkıntıyı fark etmemiş olamaz; ilgisiz davrandığını da söyleyemeyeceğim. Fakat bizi dinlerken derdimizi anlamaktan ziyade, talebimizi nasıl geri çevireceğini düşünüyor gibiydi. Hiçbir resmi belge olmadan bizi işe kabul edemeyeceğini ketum bir ağızla mırıldandığı sırada; minik kırmızı eşarbını örtünmekten ziyade süs olsun diye takmış gibi görünen sekreteri girdi içeri. Vücut hatlarını belirginleştiren pantolonu ve yüzündeki makyajıyla gülümseyerek bize çay takdim etti. Müdürün bizi işe almakta engel olarak gördüğü fakat söylemekte zorlandığı, sekreterininkine hiç de benzemeyen dış görünümümüz müydü acaba? Daha önce de birkaç kişiden duymuştum. Bu tür şirketler tesettürlü bayanlara çalışma önceliği tanısalar bile başörtü ve pardesü ebatlarında indirime gidiyorlarmış. Göze batmayacak bir başörtü ve ayağa dolanmayacak bir döpiyes tercih edileniymiş. Tesettür konusunda açık pazarlıkların yapıldığı, makyaj ve yüksek ökçeli ayakkabı önerileri yine duyumlarım arasında. Şirket sahipleri bu tedbirlerin denetimler açısından gerekli olduğunu söyleseler de bana göre değil... İkram edilen çaydan nezaketen birkaç yudum içip kalktık. Ben elimiz boş döndüğümüze hiç şaşırmadım. Canan'ın yol boyunca yüzü gülmedi. Hiç değilse birkaç aylığına işe alınacağımızı umuyordu. Hâlâ Ashab-ı Kiram'ın dünyasında yaşıyor. Darda, zorda, yolda kalana kardeşçe uzanacak elleri bekliyor. Realist olabilse azıcık benim gibi.

Üst katımızda afacan Çan'ın taban sesleri. Bizim yerimizde yaşlı başlı birileri olsa mümkünü yok dayanamazdı. Ne yaramaz çocuk! Bir saniye yerinde durmuyor. Evde olduğumuz zamanlar Çan'ın annesinin yapma etmelerini dinler dururuz. Gelirsem bacaklarını kırarım, kulağını çekerim, yaktım çıranı diye bağırır durur gün boyu. Sesi bizim kulak zarımızı delip sokaklara taşar umurunda olmaz. Çan'la uğraşmaktan fırsat bulabildiğinde de karşı komşusuyla merdiven başı dedikodu seanslarına vakit ayırır. Bu sabah yine bizi çekiştiriyorlardı. "Bu kızlar okullarına alınmadıklarına göre neden memleketlerine gitmiyorlar?" diyordu Münevver Hanım. Halbuki yüzümüze güler. Çarşıdan pazardan alınacakların listesini tutuşturur sık sık elimize. Hoşlanmasak da alırız, saygıda kusur etmeyiz. Çan'ın annesi, pejmürde kılığıyla, "Ne bileyim komşum" diyordu. "Biz baba ocağından koca ocağına uçtuk. Bir gün yalnız başımıza bırakılmadık. Şimdikileri anlamak zor." Münevver Hanım, ev sahibine bir şeyler çıtlatmaktan söz etti ama tam anlayamadım. Evimize giren çıkan belli değil miymiş? Geçen gün Canan'da beni televizyonda mı görmüş... Kalabalığın ortasında elimiz havada slogan atarken... Slogan demeyi de beceremiyor... Sısslıgan gibi bir şeyler dökülüyor dudaklarından.

Mutfaktaki teneke kumbaradaki bozuklukları sayıyor Canan.

"Sende bir beş yüzlük olması lazım" dedi. "Cüzdanına iyice baktın mı?"

"Onunla dün ekmek aldık ya."

Sezen'de de kalmamış. Sonunda tezgâhtarlığa razı olacak bu kız. Eylemleri kaçıracağız diye bir yere bağlanmak istemiyor ama yol parasını bile denkleştiremiyoruz işte. Kimseden borç isteyecek yüzümüz de kalmadı, Birkaç kez Sezen'in Şişli'deki kliniklerden birinde diş hekimliği yapan teyzesinden borç istedik. Sağ olsun her seferinde mırın kırın etmeden verir. Aslında bizden biri değil. Fakat düşünceye ve özgürlüğe saygılı olduğundan bizi sonuna kadar desteklediğini söylüyor... Aldığımız borçları ödememizi de kabul etmedi. Artık ona gidemeyiz. Okul kitaplarımızı satsak on kuruş etmez. Şimdi evlere temizliğe gidelim diyeceğim, Canan'ı bas bas bağırtmak için. Bu para ancak bir buçuk kişinin yol parası eder, diyor alaycı bir serzenişle. Sen güvertede gidersin, ben de vapurun bir kıyısından tutunur, yüze yüze geçerim boğazı, diye takılıyorum. Nasıl olsa tazyikli su sıkıp ıslatmıyorlar mı?

Bütün kayıtsızlığıma rağmen klasörün arasına sıkıştırdığım beyaz zarfı düşünüyorum. Kardeşimin eciş bücüş el yazısını görür gibiyim. Mektup babamdan gelseydi... Selamsız sabahsız bir giriş, noktasız virgülsüz bir imla ve dönmek fiilinin her şeklinin kullanıldığı giriş, gelişme ve sonuçtan müteşekkil bir eser okuma fırsatı bulabilirdim. Dönmeyecek misin? Dönüyor musun? Don artık! Dönmezsen!.. Sorularının cevapsız kalacağını bile bile sorar. Her seferinde harçlık kesme ambargosunu sonuna kadar sürdüreceğini belirtir. Mektubun en altına da imza niyetine kocaman harflerle BEKLİYORUZ yazar. Kendini acındırmaktan ve acımaktan hoşlanmaz babam. Ben yine de satırlar arasında minicik bir sızı, kızına duyduğu yürek acısını arar dururum. Sadece bir keresinde yazdı; senin mühendis çıkmanı öyle isterdim ki, diye. Oradaki 'ki' bağlacı içime oturdu. Kendimden çok onun için üzüldüm. Dünyada insanın sevdiklerini düş kırıklığına uğratması kadar hazin bir şey yokmuş meğer.

Bu şehri terk edip eve dönmeyi çok düşündüm aslında. Çoğu zaman kasabanın parkına bakan mütevazı odamı özlüyorum. Kendimi kalabalıklardan soyutlayıp günlerce, hatta aylarca gün yüzüne çıkmamayı istediğim anlar hiç de az değil. Oysa yalnızlıktan korktuğum için şehirle inatlaştığımı düşünüyor babam. Onun bunun etkisi altında kalıyormuşum. Olmayacak duaya amin diyormuşum. Hem okulu bitirsem bile, bu kafayla hiçbir yerde iş bulamazmışım. Geçen ki mektubunda, bari benimle çalış diyordu. Hiç değilse toplamayı çıkarmayı biliyorsun, dükkânın girdisini çıktısını hesaplarsın... Bir araya geldiğimizde anlaşamayacağımız! İyi bilse de beni buradan koparmanın çarelerini arıyor. Annem ise babamın söyleyemediğini dillendirmek için var sanki. Her telefonda lafı eveleyip geveleyip evliliğe dayandırır. İki akşam önce telefonda yan komşumuzun kızı Belkıs'ın düğün törenini anlattı tam yarım saat. Öve öve bitiremedi; oğlan tarafının geniş imkânlarını, Belkıs'a gelinliğin ne çok yakıştığını, kulağındaki pırlanta küpelerin ona kattığı büyülü bir güzelliği... Benim bunlarla ilgilenmediğimi bildiği halde inadına mı böyle davranıyor? Ona evliliğe karşı olmadığımı fakat böyle mühim bir mesele için ruh hazırlığı gerektiğini, benimse şu sıralar böyle bir şeye hiç uygun olmadığımı defalarca söyledim. Mantık evliliği gibi bir şeyler sayıklıyor her seferinde. Ona göre, ruhsal ve toplumsal karışıklıklardan kurtulmanın en iyi yolu hayırlı bir evlilik yapmak. Tasalanıp duruyor kendince. Daha düne kadar kapımızı aşındıran, fakat benim böyle serseri mayın gibi dolaşmaya başladığım günden beri ortadan kaybolan dünürcülerin yasını tutuyor. Çok sinirlendiği zamanlarda da kasabanın, alt sokağımızdaki yatılı Kur'an kursunda okuyan kızlarını örnek gösterir. Onların da dindar çocuklar olduğunu, ama bizim gibi kimsenin onlarla uğraşmadığını söyler. Her cuma kursta okunan aşırlara katılıyormuş. Geçen hafta kurstan getirdiği okunmuş su romatizmasına iyi gelmiş. Seher vakitlerinde beş bin kere tekrar edeceği hiç duymadığım Arapça bir şeylerden de söz etti. Ne yalan söyleyeyim, o sırada, giden kontörlerime acıyordum sadece.

Önceleri mektuplar yazar, ne istediğimi, niçin çabaladığımı, neden eve dönmek istemediğimi anlatırdım uzun uzun. Yirmi bir yaş az bir şey değil ama anlamak istemediler. Canlan istediğinde bana her dediklerini yaptırabilecekleri küçük kızları olarak görüyorlar hâlâ; İşlerine gelmediğinde ise daha annesine babasına saygıyı öğrenememiş koca bir budala olarak... Kentin sefasını mı sürüyorum?! Üç gündür yayla çorbası ve birkaç dilim ekmekle yaşadığımı bilse annem, hem ağlar hem de kuru inadıma söylenirdi. Eczacılıktan Mehtap'ın babası gelmiş dün. Kızının kaldığı evi ve mutfaktaki kuru ekmekleri görünce gözleri dolmuş. Mehtap'ı götürmek için geldiğini fakat yarım saat içinde ikna olduğunu söylediklerinde ister istemez kıskandım. Adam çarşı pazar dolaşıp evin ne ihtiyacı varsa görmüş, ayrılırken kızına yanındayım der gibi bakmış. Alnının ortasından öpmüş merhametle. Böyleleri ne kadar az.

Bozuk para sesleri... Canan kavanozdaki paraların sayıldıkça çoğalacaklarını umuyor olmalı.

"Bir beş yüzümüz daha olsaydı; hatta iki yüz ellilik. Ya da dönüşü hesaba katmayalım." dedi. Yeni bir şey keşfetmiş mucit heyecanıyla... "Hatice'de kalırız. Varsın fazla yatağı yorganı olmasın. Sabaha kadar uyumaz, oturur dertleşiriz."

Sabah olunca da vapur parasını ondan isteriz demeye dili varmıyor. Kaçırdığımız iş fırsatlarını yüzüne vurmak için sabırsızlandığımı bildiği için, tahmin etmemi bekliyor. 'Nasıl bir kıyafet arzu edersiniz hanfendi?' Ya da 'Beni temizlik şirketinden gönderttiler' demem içimdeki isyanı hatırlatmam için yeterli. Bir beş yüzlük olacaktı, bir beş yüzlük sadece... Kaşe mantonun yırtılan astarından elini içeri sokup baktın mı? Ya da ortaokulda tuttuğun anket defterinin arasına, Otantik kalem kutunda da olabilir... Saat kaç? Geç kalıyoruz... Dolaşıp duruyor evin orta yerinde. Soruyor, arıyor, uyarıyor... Dakikada bir göz göze geliyoruz. Çarşamba'daki işi beğenseydi, şimdi birkaç saatliğine izin alıp Üsküdar'a gidebilirdik. Yarından tezi yok, işe başlayacağım. Canan'ın küskün bir nazarla pencereden dışarıyı izlemesine dayanamıyorum. Sezen'in bir türlü bitmeyen toparlanma hazırlıkları sinirime dokunuyor. Yeşil terliklerimi gördünüz mü? Duvar takvimimi size bırakıyorum. Yorganımı ve battaniyemi kargoya verebilir misiniz? Ah bizim oralarda bahardır şimdi. Bu kentin yazı, kışı bile belli değil, diye bir şeyler sayıklayıp durdu sabahtan beri...

Klasörü aralayıp dalgın dalgın mektubun üzerindeki yazıyı inceliyorum. Mavi tükenmezle yazılmış eğik harflerde kardeşimden bir esinti yakalamış gibiyim, içimde mektubu açıp okumamakla ona değer vermiyormuşum gibi bir his... Sanki içindekiler silinecekmişçesine alelacele açsam zarfı... İkiye katlanmış mektubu açarak pür dikkât okumaya koyuluyorum. Kardeşimin satırlarına daldığım sırada, Canan'ın çığlığı! Kucağıma düşmüş kâğıt paraya uzanarak, bu da nereden çıktı diye soruyor, heyecanla. Üstelik istediğimizden de çok... Bakışlarımı hiç kaldırmadan mektubu okumaya devam ediyorum... "Abla bu parayı mektubun arasına koymam için babam verdi. Ama bana harçlıklarımı biriktirerek gönderdiğimi yazmamı söyledi. Ona tamam dedim fakat... Bana yalan söylemememi öğreten de o değil mi?.."

Henüz geç değil, diyorum Canan'a. 13:15 vapuruna yetişebiliriz. Yüzüne hüzünlü bir tebessüm yayılıyor...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR