
New York Deklarasyonu Filistin'i gerçekten umursuyor mu?
Abbas Kabbari, New York Deklarasyonun Filistinlilerin geri dönüş hakkını zayıflatan muğlak formüllerle İsrail’i ödüllendirdiğini ve adil bir çözümden çok Filistin direnişini yok etmeyi hedeflediğini vurguluyor.
Abbas Kabbari/Fokusplus
New York Deklarasyonu: İsrail’in Entegrasyonu ve Direnişin Dışlanması
“Gazze’deki savaşı sona erdirmek, İsrail-Filistin çatışmasına adil, barışçıl ve kalıcı bir çözüm getirmek, iki devletli çözümü etkin bir şekilde uygulamak ve Filistinliler, İsrailliler ve bölgedeki tüm halklar için daha iyi bir gelecek inşa etmek için birlikte çalışmaya karar verdik.”
Bu, ABD’nin New York kentinde, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda düzenlenen Filistin ve İsrail için iki devletli çözüm konferansının açılış cümlesiydi.
Konferansın sonunda açıklanan “New York Deklarasyonu” olarak adlandırılan bildirge, Filistin davasının birçok sabit unsuruna, sahadaki gelişmeler ve iki tarafın gerçekliğiyle uyuşmayacak şekilde değinerek, bir bakıma muğlak konular içerdi.
İsrail kurulduğu günden bu yana ilk kez, soykırım suçlamasıyla uluslararası kınamanın yanı sıra hükümetler ve halkların gözünde aç bırakma ve zorla yerinden etme suçlamalarıyla karşı karşıya kalırken, devletinin sembolü ve hedefleri büyük zarar gördü.
İşgalci devletin yaşadığı bu şiddetli krizin gölgesinde, New York Deklarasyonu, Filistin meselesiyle ilgilenen birçok kişi tarafından Filistinlilerin aleyhine İsrail’in taleplerini destekleyen bir tutum olarak değerlendirildi. Hatta bazıları bunu “Balfour 2” vaadi olarak nitelendirdi.
New York Deklarasyonu’nun en önemli noktalarını şöyle özetleyebiliriz:
Tam bölgesel entegrasyon
Deklarasyonun birçok yerinde “bölgesel entegrasyon” veya “tam bölgesel entegrasyon” ifadesi geçerken, bu İsrail-Filistin çatışmasının sona erdirilmesine yönelik bir ipucu veriyor.
Bildirgede kullanılan bu ifadelerden birinde, kastedilen tam olarak şu ifadelerle açıklandı:
“Bölgesel entegrasyon ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulması birbiriyle bağlantılı iki hedeftir. İsrail-Filistin çatışmasının sona erdirilmesi, Arap-İsrail çatışmasının özü olan barış, istikrar ve bölgesel entegrasyon için bir gerekliliktir. Bölge halkları ve ülkeleri arasında normal ilişkiler ve bir arada yaşama, ancak Gazze’deki savaşın sona erdirilmesi, tüm rehinelerin serbest bırakılması, işgalin sonlandırılması, şiddet ve terörizmin reddedilmesi, bağımsız, egemen ve demokratik bir Filistin devletinin kurulması, tüm Arap topraklarındaki işgalin sona erdirilmesi ve hem İsrail’e hem de Filistin’e sağlam güvenlik garantilerinin verilmesiyle sağlanabilir.”

Burada amaçlanan entegrasyonun, 4 Haziran 1967 sınırındaki topraklar üzerinde egemen bir Filistin devletinin kurulması ve her iki devlete de sağlam güvenlik garantilerinin sağlanması koşuluyla, İsrail’in bölgedeki “tüm” ülkelerle normal ilişkilere sahip, tanınan bir devlet olarak bölgeye tam entegrasyonu anlamına geldiği açık.
Ancak burada önemli bir sorun yatıyor. Bölge hükümetleri, İsrail’e saldırılarını tekrarlamayacağına veya Filistin halkının tarihi haklarını iade edeceğine dair garantiler almadan, İsrail ile ilişkileri tam olarak normalleştirme ve düşmanlık aşamasını sona erdirme isteğini dile getiriyor.
Buna ek olarak deklarasyonda, İsrail’in bölgeye entegrasyonu, Filistinliler, İsrailliler ve tüm bölge için somut faydalar sağlamaya yönelik pratik adımlarla ilişkilendirildi.
Deklarasyon metninde, bu faydaların “ticaret, altyapı ve enerji alanlarında” yattığı ifade edilerek, bunların “tüm halkların haklarını ve tüm devletlerin egemenliğini destekleyen ve saygı gösteren bir bölgesel güvenlik mimarisine” yol açacağına dikkat çekildi.
Dolayısıyla İsrail’in bölgesel entegrasyonunun özelliklerinden biri, bölgenin İsrail’in güvenliğini garanti altına almasıdır ki bu, karşılıklı yükümlülüklerden ziyade bir taahhüde daha yakındır.
Deklarasyonun bir diğer özelliği de bölgesel güvenliği Filistinli mülteciler meselesiyle ilişkilendirmesi ve geri dönüş hakkını vurgulayarak, meseleye bölgesel ve uluslararası bir çözüm önermesi oldu.
Bu öneri, mültecilerin geri dönüş hakkını, yeniden yerleştirme ve yerinden edilmeyi kabul etme prosedürlerini içerebilecek belirsiz bir formül olarak görüldü.
Ancak bu seçenekler içinde geri dönüş hakkı vurgulanmakla birlikte, bu geri dönüşü daha zayıf bir seçenek haline getiren muğlak bir formüldür. Aynı zamanda, İsrail'in çıkarlarına hizmet eden bir başka noktadır.
“Bölgesel entegrasyon” teriminin geçtiği tüm yerlerde, bu terim amacını ve hedefini ifade eden diğer terimlerle bağlantılı olarak kullanıldı.
Bir bağlamda barış ve refah anlamlarıyla ilişkilendirilirken, diğer bağlamlarda bölge halkları arasında istikrar ve bir arada yaşama konularıyla ilişkilendirildi. Bu da onu işgal saldırılarının ötesine geçen bir talep haline getirdi.
Ancak bunun karşılığında, “ulusal kurtuluş” fikrini, kaderini belirleme ve haklarını elde etme çabasını da aşarak, bunları entegrasyon, barış ve refah meselesinin zıttı olarak gördü.
New York Deklarasyonu’nda ilk kez bu kadar açık bir şekilde dile getirilen bölgesel entegrasyon fikrinin, bunun İsrail’e “bedava bir hediye” ve karşılıksız bir ödül olduğu anlaşılıyor.
80 yıldır devam eden işgal, Filistin topraklarına el koyup, ardından kurtarılmış bölgelerin çeşitli bahanelerle yeniden işgal edilmesini içeriyordu.
Bu seferki saldırı “yedi cephede” gerçekleşti ve İsrail’in savaşı, bölgedeki dört egemen ülke olan İran, Lübnan, Suriye ve Yemen’i de hedef aldı.
Bu, Netanyahu’nun söz konusu ülkelerin halklarına sunduğu savaşa karşılık, asimilasyon ve entegrasyon hediyesini sunmak anlamına geliyor.
Direnişi sahneden silmek
New York Deklarasyonu metninde “direniş” kelimesi hiç geçmiyor, bu da kasıtlı olarak kullanılmadığını gösteriyor.
Ancak bu durum, Filistin sorununa çözüm sunan yerleşik uluslararası girişimlerin “direniş hakkını işgalle sıkı sıkıya bağlantılı bir hak olarak” nitelendirmelerine aykırıdır.
Bu, BM kararlarında ve uluslararası anlaşmalarında belirtilen bir husustur ve hatta BM ilkeleri içinde “halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinin temel ifadesidir.
Öyleyse New York Deklarasyonu direniş hakkını nasıl görüyor?
Deklarasyonun temel amacının, Filistin meselesinin “barışçıl çözümü” olduğu ortaya çıktı.
Böylece, deklarasyon işgale karşı her türlü direniş ve mücadeleyi yasadışı şiddet ve mücadele edilmesi gereken terörizm olarak nitelendirdi ve meşru direniş ile “kabul edilemez terörist şiddet” arasında ayrım yapmadı.
Sonuç olarak direnişi “terörizm” olarak nitelendirdi ve onu sadece İsrail’e karşı değil, bölgedeki tüm ülkelere yönelik şiddet olarak değerlendirdi. Bu da bölgesel entegrasyon mücadelesinde İsrail’in lehine olan bir başka hedef olarak ilan edildi.
Söz konusu deklarasyonda, direniş fikrine karşı resmi bir tutum benimsendi.
Bu bağlamda, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Filistin meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi için çaba gösterme, “şiddet ve terörizmi” reddetmeye devam etme, “silahsız” bir Filistin devleti kurma niyetini teyit etme ve uluslararası koruma sağlandıktan sonra güvenlik düzenlemeleri üzerinde çalışma taahhütleri memnuniyetle karşılandı.
Bu da açıkça, kurulması hedeflenen Filistin devletinin, tanınmış bir devlet kurma bahanesiyle İsrail adına direniş hareketlerine karşı güvenlik ve askeri roller üstleneceği anlamına geliyor.
Buna karşılık deklarasyonda, İsrail yönetiminin Filistinlilere yönelik şiddet ve kışkırtmayı sona erdirme, işgal altındaki topraklarda tüm yerleşim, işgal ve ilhak faaliyetlerini durdurma konusunda kamuoyuna açık bir taahhütte bulunması için çağrıda bulunmakla yetinildi.
Ancak İsrail’i bu eylemlerden kaçınmaya zorlayacak herhangi bir garanti sunulmadı.
Deklarasyonda bir yandan Filistin halkı, İsrail bu taahhüdü kabul etmezse işgale karşı “direniş” hakkından mahrum bırakıldı, diğer yandan Filistin halkını koruyacak ve haklarını geri verecek uluslararası bir garanti sunulmadı, ki bu tür durumlarda bu şaşırtıcı bir durumdur.
Deklarasyonda direniş suç sayılarak ve meşruiyeti ortadan kaldırılarak açıkça şu ifadeler kullanıldı:
“Uluslararası hukuka uygun olarak, şiddet veya terörizm yoluyla Filistin meselesinin barışçıl çözümü ilkesine aykırı hareket eden kuruluş ve kişilere karşı önlemler alınmalıdır.”
Bu da tüm direniş hareketleri ve direnişçileri, Filistin meselesinin barışçıl çözümü ilkesine aykırı hareket ettikleri için uluslararası adımların meşru hedefi haline getiriyor ve dolayısıyla onlara karşı uluslararası önlemler alınması, onları uluslararası suçlu veya terörist olarak kabul etmek mümkün oluyor.
Söz konusu deklarasyon, bu eğilimi birçok noktada pekiştirdi. Örneğin bunlardan en önemlisi, “gerekli silahsızlandırma, terhis ve yeniden entegrasyon sürecinin” tamamlanması gerektiği ve “Hamas’ın Gazze’deki iktidarını sona erdirmesi ve silahlarını Filistin Yönetimi’ne teslim etmesi” gerektiğinin açıkça belirtilmesiydi.
New York Deklarasyonu’nda bu eğilimi destekleyen başka hususlar da yer aldı. Bunlar arasında, İsrail’in saldırı, yıkım, kuşatma ve açlık politikalarını kınamak karşılığında Hamas’ın Aksa Tufanı operasyonunun kınanmasıydı. Yani, işgale karşı direniş eylemi ile işgalin kendisi eşit şartlarda değerlendirildi.
Bunun sonucunda Hamas’a tüm rehineleri serbest bırakması, Gazze’deki iktidarını sona erdirmesi ve silahlarını Filistin Yönetimi’ne teslim etmesi konusunda baskı yapıldı.
Bu kararlara göre “New York Deklarasyonu”, dünyayı asla gelmeyecek olan bir barış için yorup yıpratan uzun bir barışçıl çözüm arayışı sürecine katıldı.
Bu girişimler her zaman, İsrail’in nehirden denize kadar olan, birleşik Kudüs’ü başkenti olarak belirleyen ve İsrailoğulları dışında hiç kimsenin buna hakkı olmadığını iddia ettiği “Büyük İsrail Devleti” hakkındaki açık beyanıyla çakışıyor.
Bu iddialar, Netanyahu ve hükümet liderlerinin tüm konuşmalarında açıkça ve güçlü bir şekilde ortaya çıktı.
Hatta Netanyahu, “Batı Şeria’yı ilhak etme” yasasının çıkarılmasının ardından “Gazze’yi yeniden işgal etme” kararını açıkça ilan etti. Bunlar, New York’ta açıklanan deklarasyona verilen pratik tepkilerdi.
Herhangi bir barışçıl çözüm girişimi, Filistinlilerin tarihi haklarının yitirilmesi anlamına geliyor.
Şu anda ortaya konan şey, İsrail’i entegre etmek ve onunla toplu olarak normalleşmek için Filistinli direnişçilerin “boyunlarını” feda etme yönündeki bölgesel istektir.
Böylece, istikrar ve refahın hakim olduğu bir bölgede barış içinde yaşayan iki devletin kurulmasının önündeki engel ortadan kalkacaktır.
En azından bu, gerçekçi bir siyasi formülden ziyade uzak bir hayali temsil ediyor. En uç noktada ise, Filistinlilerin meşru direniş, geri dönüş, devlet, toprak ve barış haklarına yönelik en büyük tavizi içeriyor.








HABERE YORUM KAT