1. YAZARLAR

  2. Ayşe Hür

  3. Mustafa Kemal ve muhalifleri -4
Ayşe Hür

Ayşe Hür

Yazarın Tüm Yazıları >

Mustafa Kemal ve muhalifleri -4

21 Şubat 2007 Çarşamba 23:39A+A-

11 Ağustos 1923'te açılan 'muhalefetsiz' İkinci Meclis'in aldığı ilk kararlardan biri 13 Ekim'de Ankara'yı başkent ilan eden kanunu çıkarmak oldu. Rauf Bey'in kendi arzusuna aykırı olarak Meclis'in İkinci Meclis Başkanlığı'na seçilmesine kızan Mustafa Kemal'in çıkardığı bir kabine bunalımının ardından ustaca bir manevrayla 1921 Anayasası'nın devletin şeklini tarif eden 1. maddesi tadil edilerek 29 Ekim'de Cumhuriyet ilan edildi. Esas olarak Cumhuriyet Halk Fırkası içinde tartışılarak alındığı anlaşılan karar, kâğıt üzerinde 287 (veya 286) üyesi olan Meclis'in 158 üyesinin katıldığı oturumda 158 oyla alınırken Mustafa Kemal de cumhurbaşkanı seçilmişti. Mustafa Kemal böylece artık hem CHF Başkanı, hem TBMM'nin, hem de İcra Vekilleri Heyeti'nin (hükümet) doğal başkanı, hem Başkumandan, hem de Cumhurbaşkanı idi. Ardından Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ın üçü bir arada resimleri basılarak etrafa dağıtılmaya başladı.
Kabine bunalımından sonra küsüp İstanbul'a giden Rauf Bey olayı gazetelerden, Sarıkamış'tan dönerken uğradığı Trabzon'da bulunan Kazım Karabekir ise top atışlarından öğrenmiş, 30 Ekim gecesi, sabaha karşı 03.00'te Selimiye Kışlası'dan yapılan 101 pare top atışı ise olaydan haberdar olmayan İstanbul halkının büyük paniğe kapılmasına neden olmuştu. Rauf Bey, 31 Ekim günü Vatan ve Tevhid-i Efkar gazetelerine verdiği demeçle, kendisinin demokratik ilkelere bağlı kalındığı sürece rejimin ismi ile sorunu olmadığını, ancak Meclis'te ve hükümette yeterince tartışılmadan alınan bu kararın İTC'nin merkez komitesinin sorumsuz kararlarına benzediğini söyledi. O'na göre "Önce iyi düşünüp doğru dürüst bir Anayasa hazırlanmalıydı." (Nitekim Anayasa ancak 6 ay sonra hazırlandı). Trabzon'dan İstanbul'a gelen Kazım Karabekir ise ancak 10 Kasım'da konuştu ve "Cumhuriyet şeklinin memleketleri yükselten bir idare şekli olduğu şüphesizdir. Şahsi saltanatın aleyhindeyim" demekle yetindi.
10 Kasım'da Tanin'de İstanbul Barosu Başkanı ve Dersim Milletvekili Lütfi Fikri Bey'in, Cumhuriyet'in ilanından dolayı tedirgin olan Halife'nin görevinden çekileceği dedikodularına karşı yazdığı bir mektup yayımlandı. Lütfi Bey, "Efendimiz Hazretleri" diye başladığı mektupta yaygın bazı dedikodulara değinerek eğer Abdülmecid Efendi halifelikten kendi rızasıyla ayrılırsa, İslam dünyasına büyük hizmetleri dokunan Osmanlılar üzerinde büyük dış baskıların ortaya çıkacağından dem vuruyor, Halife Efendi'nin kesinlikle böyle bir şeye kalkışmaması için adeta yalvarıyordu. 12 Kasım'da Rauf Bey ve Kazım Karabekir ayrı ayrı Halife Abdülmecit Efendi'ye birer ziyaret yaptılar. 13 Kasım'da Halife'nin Karabekir için bir ziyafet vermesi, Cumhuriyet'in ilanı meselesini iyice Halifelik meselesine dönüştürmüştü.
15 Kasım'da Ankara'ya dönen Rauf Bey, tebrik etmek için Cumhurbaşkanı'nı ziyaret etti, ancak Mustafa Kemal rahatsız olduğu gerekçesiyle kendisini kabul etmedi. 22 Kasım'da toplanan CHF grubu Rauf Bey'i Cumhuriyet konusundaki görüşlerini öğrenmek için sekiz saat sorguladı. 5 Aralık'ta, İkdam, Tanin ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde boy gösteren bir mektup Ankara ile İstanbul Basını'nı karşı karşıya getirdi. Mektubu yazanlar Güney Asyalı Şii Müslümanların önde gelen liderlerinden Londra'daki İslam Cemiyeti'nin reisi Seyit Emir Ali ile İsmailiye Mezhebi'nin lideri Ali Ağa Han'dı. Kendilerini Türkiye'nin dostu ve gerçek destekçileri olarak tanıtan ikili, Halifeliğin şu andaki belirsiz durumundan ve Halife'nin Türkiye'nin politik yaşamından dışlanmasından duydukları üzüntüyü belirtiyordu. Hükümet mektubu almadığını iddia ederek, bu olayı bir komplo olarak niteledi. İki Hint soylusunun mektubuyla Türkiye'nin tehlikeye girmeyeceğini gayet iyi bilen Mustafa Kemal bu olayı muhaliflerini sıkıştırmak için kullanmaya karar verdi. İsmet Paşa Meclis'te ateşli bir konuşma yaparak konunun Hıyanet-i Vataniye Kanunu kapsamına girdiğini, olayı soruşturmak üzere bir İstiklal Mahkemesi'nin kurulması gerektiğini belirtti. İnönü'ye göre böylesi bir karar 'siyasette reculiyetin, erkekliğin alameti' idi.
Ateşli tartışmalardan sonra, 8 Aralık 1923'te, 156 milletvekilinin 134'ünün oyuyla Cumhuriyet Dönemi'nin ilk İstiklal Mahkemesi kuruldu. Birkaç gün sonra İstanbul'a giden heyet, hemen tutuklamalara başladı. Bunların sonunda beş ayrı dava açıldı.

'Cumhuriyet'in prensleri'
Davalarından ilkinde Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey yargılandı. Matbuat Davası denen diğerinde ise Ali Ağa Han ve Emir Ali'nin mektuplarını yayımlayan Tanin'in Başyazarı Hüseyin Cahit, İkdam'ın Başyazarı Ahmet Cevdet ile Mesul Müdürü Ömer İzzeddin, Tevhid-i Efkâr'ın Başyazarı Velid Bey ile Mesul Müdürü Hayri Muhittin Bey yargılandı. Her iki davada, sanık avukatları mektubun 'herzevekillikten' ibaret olduğunu söylemekle birlikte yayınları 'gazetecilik teknikleri ile' savunmaya çalıştılar.
Falih Fıfkı 'Çankaya' adlı eserinde durumu şöyle özetlemişti: "Yılın önemli olayları arasında İstiklal Mahkemesi var. Mahkeme Başkanı Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan ve savcı Vasıf (Rahmetli). Bizler duruşmaları izliyorduk. Basın "Cumhuriyetin prensleri" dedikçe gülüşüyorduk. Öyle anlar oluyordu ki, sanki yargıçlar yargılanıyordu. İstiklal Mahkemesi'nin hiçbir zaman [İstanbul'a] gönderilmemiş olmasını arzu ederdim..."
Sonuçta, İkdam, Tanin, Tevhid-i Efkar ve Vatan mensupları beraat ederken, Lütfi Fikri Bey, 5 yıl kürek cezasına mahkûm oldu, fakat altı ay hapis yattıktan sonra başvurusu üzerine TBMM tarafından affedildi. Ancak, bu meşrutiyetçi tavırlar İstanbul'da destek görüyor olmalıydı ki, Lütfi Fikri Bey, hapisten çıktıktan sonra yeniden Baro yönetim kuruluna seçildi. Yine de, Mustafa Kemal amacına ulaşmış, hem Rauf ve Kazım Bey gibi Hilafet makamına saygı gösterenlere, hem de İstanbul'un muhalif basınına gözdağı verilmişti.

Basınla barışma teşebbüsü
Mustafa Kemal İstiklal Mahkemesi ile sindirdiği basınla bir kez daha görüşmek istedi. 2 Şubat'ta İstanbul Basını'ndan bir heyet İzmir'de bulunan Mustafa Kemal'i ziyaret etmek üzere Altay Vapuru ile Bandırma'ya doğru yola çıktığında, Tevhid-i Efkar'da bu ziyaretin 'Mustafa Kemal'in arzusu ile yapıldığı' yolunda bir haber çıktı.
Mustafa Kemal, 4 Şubat'ta gazetecileri kayınpederi Uşakizade Muammer Bey'in Göztepe'deki köşkünde kabul etti, ancak Tevhid-i Efkar'ın sahibi Velid Bey'i toplantıya almadı. Toplantıda basından Cumhuriyet'in etrafına "çelikten bir kale örmelerini" isteyen Mustafa Kemal'i gazeteciler sessizce dinlediler, sadece Hüseyin Cahit Bey cevap vermiş ve 'esasta hiçbir ihtilafın olmadığını' ancak 'hürriyetlerin muhafazası için geniş bir müsamahakârlık istediğini' söyledi. Ancak, Halifeliğin en büyük savunucusu, Rauf Bey, hastalığını bahane ederek Almanya'ya gitmek üzere, 18 Şubat'ta Ankara'dan ayrıldığında, tüm muhalifler Halifeliği kurtarmanın artık mümkün olmadığını kavramıştı.
Nitekim, 3 Mart 1924'te Halifelik Makamı kaldırıldıktan sonra İstanbul basını haberi genel olarak olumlu bir dille duyurdu. 6 Mart tarihli Tevhid-i Efkar'da önce olayın 'emrivaki' olduğu yazıldığı halde, 18 Mart'ta "Türkiye Şark'a veda etmiştir" başlığı ile günah çıkarıldı. 8 Mart tarihli Resimli Gazete'de "Sultan Selim dahi hilafetin kaldırılmasından memnunluk duyardı" denilirken. Halifelik yanlısı Hüseyin Cahit Bey bile sesini çıkarmadı.


Halifelik kalktı, tartışmaları bitmedi
Halifelik, saltanatın ilgasından 16 ay sonra kaldırıldı. Pek çok araştırmacı 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Sait İsyanı ile halifeliğin kaldırılması arasında bağ olduğunu öne sürer

Saltanatın kaldırılmasından sonra 'uluslararası gücünden yararlanmak' için muhafaza edilen halifelik makamında, Abdülmecit Efendi oturmuştu. Halifelik kaldırılınca Abdülmecit Efendi de yurtdışına çıkarıldı.

3Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda, Urfa milletvekili Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve 53 arkadaşı bir önergeyle, halifeliğin hem ülke içinde, hem de dış ilişkilerde iki başlılık yarattığı, hanedanın yüzyıllardır bir felaket olduğunu ve Türk milletinin yıkımına sebep olduğunu, Halifeliğin bu açıdan Türkiye'nin bekası açısından yeni tehlikelere gebe olduğu söylenerek ilgasını istedi.
2. Meclis'in tek bağımsız üyesi Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey'in ve Dadaylı Miralay Halid (Akmansü) Bey'in itirazları şiddetli protestolar arasında yok oldu gitti. Adalet Bakanı Seyit Bey'in 2,5 saatlik konuşmasından sonra Hilafetin İlgası'na ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılması Hakkındaki (431 Sayılı) Kanun, oturuma katılan 158 üyenin 157'sinin oyuyla kabul edildi. (İtirazcılardan Halit Bey'in olumlu oy verdiği söylenir, ancak daha sonra CHF'den istifa etmesi, bu kişinin başkası olduğunu düşündürüyor.) Aynı oturumda daha önce Şer'iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekaleti'nin İlgasına Dair Kanun ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kabul edildi.

1 Kasım 1922'den 3 Mart 1924'e
1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılırken, uluslararası arenada gücünden yararlanmak amacıyla korunan halifelik makamının sonraki 16 ay içinde, siyasi gücünü tamamen yitirdiği ve sıkıntıların biçimsel sorunlardan kaynaklandığı açık iken, niye alelacele kaldırıldığı meselesi hâlâ cevap bekliyor. İngiliz yazarı Ph. Graves "Türk Cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayr-i Müslim devlet için her zaman güçlükler yaratabilecek bir kurumu ortadan kaldırmakla, böyle bir niyetleri olmadığı halde, Britanya'ya büyük iyilik yapmışlardır" derken, Rauf Bey, İsmet İnönü'nün 4 Şubat 1923'te Lozan görüşmelerine ara verilmesini fırsat bilip, 18 Şubat'ta Ege seyahatini yapmakta olan Mustafa Kemal'le Eskişehir'de buluşmasından sonra Halifelik aleyhine faaliyetlerin artmasını, İngiltere temsilcisi Lord Curzon'un Lozan'da İsmet Paşa'ya yaptığı 'laiklik' baskılarına bağlar. İngiliz Dışişleri belgelerini inceleyen Ömer Kürkçüoğlu ise İngiltere'nin Musul'daki bir görevlisinin Türklere sadece Halifelik bağı ile bağlı olan Kürtlerin durumunu düşününce bu olayın "Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel olduğunu" söylediğini aktarır. Nitekim, pek çok araştırmacı 13 Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Sait İsyanı ile Halifeliğin kaldırılması arasında bağ kurar.

Portre: Hüseyin Cahit Yalçın
"Hayatta en çok, mübârezeyi (düello) severim. En mesut günlerim, en şiddetle hücuma uğradığım, en şiddetle hücum ettiğim zamanlardır.
O zaman damarlarımda hayat veren bir ateş tutuşur, hayatın solukluğu silinir ve gözümün önünde bir gaye canlanır, mübarek ve muazzez bir gaye... Fenalığa karşı müsamahakâr, lakayd veya müsadekâr duranları sarsmak, hepsini bu mübâreze meydanına çekmek isterim. Yalnız fenâ olmamak kâfi gelir fikrinde değilim..."
Bu ateşli sözlerin sahibi olan Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957) eski bir İttihatçı idi. 1908'de yakın arkadaşları Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım'la birlikte kurdukları Tanin gazetesi, İngilizler tarafından götürüldüğü Malta'dan döndüğü 1922 yılına kadar dönemin en önemli siyasi platformlarından biri oldu.

Sürgünden Meclis'e
Milli Mücadele sırasında İttihatçı kadrolar birer birer Mustafa Kemal'in yanına geçerken, ne Ankara'nın yanında ne de karşısında yer aldı. Ancak inandıklarını savunmaktan da geri durmadı. 1923 yılında Halifelik meselesinden İstanbul İstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp beraat ettiği halde ikinci kez yargılanıp 1925'te Çorum'a ömür boyu sürgüne mahkûm oldu. Daha sonra aklandı ancak Mustafa Kemal'in ölümüne kadar siyasetle uğraş(a)madı, sadece Akşam gazetesinde yazdı, Fikir Hareketleri dergisini çıkardı. İsmet İnönü'nün daveti üzerine politikaya döndü ve 1939-54 yılları arasında Çankırı, İstanbul ve Kars milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1935-46 arasında Yedigün'de yazdı, 1943'te yeniden Tanin'i çıkardı. 1948'de CHP'nin yayın organı Ulus gazetesinde yazdı. Demokrat Parti döneminde hapse girdi. 18 Ekim 1957'de İstanbul'da vefat etti.

RADİKAL

YAZIYA YORUM KAT