1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. KİTAP

  4. Modernliğin kurucu sessizliği: Şiddet, yokluk ve bir dünyanın inşası
Modernliğin kurucu sessizliği: Şiddet, yokluk ve bir dünyanın inşası

Modernliğin kurucu sessizliği: Şiddet, yokluk ve bir dünyanın inşası

Modern düzen, kapsayıcı bir genişlemenin değil, dışlayıcı bir daralmanın ürünüdür. 

29 Aralık 2025 Pazartesi 00:41A+A-

Nuh Muaz Kapan / dunyabizim.com

Modern dünya, kendisini çoğu zaman gürültülü kavramlarla anlatır: ilerleme, akıl, özgürlük, temsil, hukuk. Bu kavramlar, Batı Avrupa merkezli bir tarih anlatısında modernitenin doğal ve kaçınılmaz sonucu gibi sunulur. Sanki insanlık, Orta Çağ’ın karanlığından modern çağın aydınlığına doğru kendiliğinden yürümüş; kurumlar, değerler ve siyasal biçimler bu yürüyüşün yan ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Oysa bu anlatının dikkatle bakıldığında taşıdığı en belirgin özellik, konuşmadığı şeylerdir. Modernliğin hikâyesi, çoğu zaman bir sessizlik üzerine kuruludur.

Şener Aktürk’ün Modern Dünyanın Kökenleri: Batı Avrupa’da Müslümanların ve Yahudilerin Yok Edilmesi adlı çalışması, tam da bu sessizliğe odaklanır. Aktürk’ün müdahalesi, modernliği “yanlış” anlatılmış bir tarih olarak değil; eksik ve bilinçli biçimde daraltılmış bir hafıza olarak teşhis eder. Modern dünya, ona göre, yalnızca yeni kurumların icadıyla değil; daha önce var olan toplumsal çoğulluğun sistematik biçimde ortadan kaldırılmasıyla mümkün olmuştur.

Ortaya koyulan bakış, moderniteyi açıklayan yerleşik sosyal bilim anlatılarını kökten sarsar. Çünkü modernliğin kurucu unsurları olarak sunulan demokrasi, sekülerlik, kapitalizm ve ulus-devlet; çoğu zaman çoğullukla, müzakereyle ve eşit yurttaşlıkla ilişkilendirilir. Oysa Aktürk’ün tarihsel çözümlemesi, Batı Avrupa’da bu kurumların ortaya çıktığı zeminin, çoğulluğun tasfiye edildiği bir alan olduğunu gösterir. Yaklaşık beş yüzyıllık bir süreçte, Müslüman ve Yahudi topluluklar Batı Avrupa’dan ya sürülmüş, ya zorla dönüştürülmüş ya da fiziksel olarak yok edilmiştir. Bu yokluk, modernliğin önkoşulu hâline gelmiştir.

Kritik olan nokta, bu sürecin ne rastlantısal ne de yalnızca “dönemin ruhu” ile açıklanabilecek olmasıdır. Aktürk, yok edici sürecin üç yapısal dinamik üzerinden işlediğini gösterir: Gregoriyen Reform sonrası güçlenen papalık otoritesi, Hristiyan olmayanları insanlık dairesinin dışına iten teolojik doktrinler ve Batı Avrupa’daki yoğun jeopolitik rekabet. Bu üç unsur birleştiğinde, hükümdarlar için dinî azınlıkları korumak siyaseten imkânsız hâle gelmiştir. Şiddet, bir istisna değil; yönetimin normu olmuştur.

Bu noktada modernliğin genellikle göz ardı edilen bir yönü açığa çıkar: Modern düzen, kapsayıcı bir genişlemenin değil, dışlayıcı bir daralmanın ürünüdür. Çok-kültürlü Orta Çağ anlatısının aksine, Batı Avrupa’da modernliğe geçiş, dinî ve etnik çeşitliliğin sistematik biçimde ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu durum, modern ulus-devletin doğasına dair yaygın kabulleri tersine çevirir. Ulus-devlet, çoğulluğu ortadan kaldıran bir aygıt olmaktan önce, çoğulluğun zaten ortadan kaldırıldığı bir toplumsal zeminde mümkün olabilmiştir.

Modernlik artık yalnızca “ne kazandık?” sorusuyla değil; “kimler yoktu?” sorusuyla da düşünülmek zorundadır. Demokrasi, eşit yurttaşların katılımı olarak anlatılır; ancak bu eşitliğin kimler arasında kurulduğu çoğu zaman sorgulanmaz. Sekülerlik, dinin kamusal alandan çekilmesi olarak okunur; fakat hangi dinlerin ve hangi toplulukların bu alandan tamamen silindiği görünmez kılınır. Aktürk’ün çalışması, modernliğin bu görünmez kurucu boşluğunu düşünmeye zorlar.

Yazarın düşünsel müdahalesi daha önceki çalışmalarından bağımsız değildir. Almanya, Rusya ve Türkiye’de etnisite rejimlerini karşılaştırdığı araştırmaları, Aktürk’ün uzun süredir devlet, kimlik ve şiddet ilişkisini tarihsel derinliğiyle ele aldığını gösterir. Modern Dünyanın Kökenleri, bu çizginin tarihsel düzlemde en radikal açılımıdır. Burada modernlik, yalnızca bir Batı başarısı değil; bir yok etme tarihinin sonucu olarak ele alınır. Modernliği bütünüyle reddetmeyi amaçlamaz. Aksine, onu mitolojik anlatısından arındırmayı hedefler. Aktürk’ün asıl itirazı, modern kurumların varlığına değil; bu kurumların ahlaki ve tarihsel bedellerinin görünmez kılınmasına yöneliktir. Modernlik, ancak bu bedellerle birlikte düşünüldüğünde dürüst bir kavramsal çerçeveye kavuşabilir.

Son kertede bu çalışma, yalnızca Batı Avrupa tarihine dair değildir. Bugün kendisini modern dünyanın parçası olarak konumlandıran herkes için rahatsız edici ama zorunlu bir soruyu gündeme getirir: Üzerinde yaşadığımız siyasal ve toplumsal düzen, hangi sessizlikler üzerine kuruludur? Modernliğin ilerleme dili, hangi yoklukları örtmektedir?

Belki de modern dünyayı gerçekten anlamaya başlamak, onun en çok sustuğu yerden konuşmaya cesaret etmekle mümkündür.

HABERE YORUM KAT