1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Kutsallaştırılan siyaset
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Kutsallaştırılan siyaset

11 Haziran 2008 Çarşamba 13:57A+A-

Haber, bir gazetenin internet sayfasında, "Türkiye'nin ilk tesettürlü spikeri başını açtı," diye veriliyor. Ardından ikinci başlık, "Artık türbanını değil saçını değiştiriyor."

Altında da "Yaşasın türbansız Türkiye"den, bunu kişisel bir tercih olarak görenlere, nihayet, "Demek ki yaşam tarzının gereği kapatmamış, yazık," şeklinde değerlendirenlere kadar farklı okuyucu görüşleri yer alıyor. Bu tür haberlerde dikkat çeken bir anlatım dili var. Kişinin inancı, hayat telakkisi, hatta güncel politik sorunlara nasıl baktığı gibi konular yok hükmünde. Odaklanılan nokta, başında ne olduğu. Türban varsa ne düşünürsen düşün bir sınıftasın, yoksa bir başka sınıftasın.

Bu ayırım çizgisini bu kadar net bir şekilde çekenler, ağırlıklı olarak, laikliğe stratejik anlamlar yükleyenler. Bir zamanlar başında türban olup sonradan çıkartanlar, neredeyse din değiştirmiş muamelesiyle karşılanıyorlar. Başı açıkken türban takmaya başlayanlar da kutsala küfretmiş, karşı kampa geçmiş hainler oluyor elbette. Bunun arkasında somut, açık, herkesin görebileceği bir sembol üzerinden yürütülen bir "kutsal mücadele" anlayışı var. Esasen aydınlanma çizgisi, akılcı gelenek ve pozitivizmle fikri bağları olması gereken, dolayısıyla mistik ve metafizik yaklaşıma mesafeli olduğu varsayılacak bir çevrenin türbanla ilgili böylesine mukabil bir kutsallaştırma ameliyesi içinde olması çok ilginç. Laikliğe ve sekülerliğe bunca vurgu yapan bir kolektif aklın türban karşıtı konumunu belirleyen acaba yine türbanın ait olduğu değer dünyasıyla "mücadelede" ancak bu şekilde sağlanan bir kolaylık ve ikna edicilik mi? Kutsalla mücadelede dünyevi aklın bıraktığı boşluk mukabil bir metafizikle mi dolduruluyor? Başındaki türbanı çıkartmış kişiye karşı gösterilen bu heyecan ve cezbe hali başka hangi kavram setiyle izah edilebilir, bilemiyorum. Buna karşılık türbanı Allah'ın emri olarak değerlendirenlerden bunu reşit insanların saygı duyulması gereken kişisel tercihleri şeklinde yorumlayanlara kadar "diğer cephe" bunu takmayı da çıkartmayı da "laik cephe" kadar kahrolarak ya da coşkuyla karşılamıyor. Türbanla ilgili her konu, artık neredeyse sınırları türban tavırlarıyla tayin edilmiş bir siyasal kadastronun üzerinde hayat buluyor.Bu çerçevede Anayasa Mahkemesi'nin kararına bakalım. Kendileriyle konuştuğum kimi insanlar, türbanı rejim için bir tehlike olarak tanımlayıp, velev ki anayasaya aykırı olsa bile Yüksek Mahkeme'nin vermiş olduğu kararın arkasında durduklarını söylüyorlar. Belli ki mahkemenin kararı onlar için hukuki olup olmamasından daha önemli bir nitelik taşıyor. Bir zamanlar son kale yakıştırması cumhurbaşkanlığı için yapılırdı, şimdi yargı, laik cumhuriyet için son kale olarak görülüyor. Elbette böyle bakıldığında da olağan yollardan iktidar ilişkilerine müdahil olunamadığında olağandışı yolların avantaj kazandıran usulleri, toplumun ortak değerlerine yönelik aşındırıcı sonuçlarına çok fazla aldırılmaksızın desteklenebiliyor.

Bir an için, cumhuriyeti korumak, laikliğin sinsice yıpratılmasına karşı çıkmak gibi tezleri unutalım. İktidar gücünü halktan almaya dönük mücadelenin dünyevi konular üzerinde yürüdüğünü, meşruluğun kaynağının da doğrudan halkın verdiği yetki olduğunu varsayalım. Böyle olduğunda, halk katında güçlerini kaybedenlerin "demokratik bir olgunlukla" mağlubiyete rıza göstermeleri, kendilerini iktidara götürecek yol ve yöntemler üzerine yine aynı zeminin meşruluk sınırları içinde kafa yormaları beklenir. Ancak meşru yollardan elde edilen güç ve yetki ne olursa olsun, bunlardan bağımsız bir şekilde kendisine "Cumhuriyetin sahipliğini" atfeden çevre, iddiasını buradan alan bir anlayışla "mutlaka iktidar olmalıyım" diye davranıyorsa, o zaman işte yol ve yöntemler farklılaşıyor. Önce sahip olunan hassasiyetler, ilkeler kutsallaştırılıyor, -çünkü bunları dünyevi kategoride görmek demek analitik muhakemeye açıklık demektir ki bu durum "niçin iktidar olmalıyız?" sorusuna anlamlı bir cevap üretmez- sonra "yüksek ahlaki amaçlar için her yol mubahtır" ilkesi yürürlüğe konuluyor. Bu tavır, yöntemin mahiyetinden kaynaklanan kafa karışıklıklarını, aynı camiadan olmakla birlikte farklı seslerin ortaya çıkmasını da önlüyor. Kutsallaştırılmış amacın sağladığı moral motivasyon, saflara kazandırdığı hayatiyet de hepsinin tuzu, biberi oluyor.

Önemli bir gelişme herhalde gözlerden kaçmıyordur. Türkiye'de iki kesim sadece siyasi açıdan birbirlerinden ayrılmıyorlar, artık değerleri, topluma atfettikleri anlam, genel kurallar karşısındaki pozisyonları itibarıyla da aralarına bir sınır çekiliyor. "İki kesim" deyince, burada laikçi cephenin adını net bir şekilde koyabiliyorsunuz, fakat hayli heterojen özellikteki karşı kesime uygun isim bulmak zor. Tam da bu zorluğun bize söylediği, burada, tek bir değerin ardında saf tutmuş "inançlı" insanların değil, bir arada yaşamanın ortak değerlerine emek harcamış, hayat telakkileri farklı olsa da birlikteliğin kuralları konusunda az çok mutabakata varmış bir çevrenin bulunduğudur. İşte bu iki çevre her bakımdan gitgide birbirinden uzaklaşıyor. Laikçi cephe adeta bir azınlık duygusu ile kurallı kuralsız olduğuna bakmaksızın siyasette ağırlığını artırmaya çalışıyor, diğer kesim ise hem farklı eğilimlerden kaynaklanan bir esneklik hem de demokrasi ve özgürlüklere yaptığı vurgu dolayısıyla oluşan müktesebatı nedeniyle ortak kurallar üzerinde daha hassas davranıyor. Hatta bunlar delinmesine rağmen mukabil fiili durumlar yaratma peşine düşmüyor.

Ekonomik farklılıklara ve bunun tekabül ettiği yaşama biçimlerine, kültüre dair ayrılıklara dayalı siyasi mücadele, ortak bilincin normatif müşterekleri varsa bir tehdit potansiyeli taşımaz. Fakat "kutsala" ait farklılaşmanın "amansız bir şekilde" iktidar mücadelesinin bir parçası haline getirilmesi, sürecin her aşamasında kesimlere dramatik bir şekilde bunun hatırlatılması toplumsal bütünlük bakımından ciddi bir tehlikedir. Öyle anlaşılıyor ki bugün taktik mücadeleye yönelik pür dikkat daha geniş bir bağlamda nelerin olduğunu görmeyi engelleyen bir perde rolü oynamaktadır.

Bu tehlikeli güzergâha rağmen Türkiye'nin şansı, laikçi cephenin hasım olduğu o heterojen kesimin yapısı ve süreç içindeki müktesebatının demokratik karakteridir. Onlar laikçilerle karşılaştırıldığında kutsala daha mesafeli duran akılcı ve dünyevi siyaset tasavvurlarıyla "gözleri kararmadan" her zaman toplumun birlikteliğini esas alan bir yaklaşımla davranıyorlar, öylece de yollarına devam edecekleri anlaşılıyor. Bu tutumda ortak hayatın potansiyelini keşfetmek yerine dayatma ve yıldırmanın yeni imkânlarını okumaya çalışanlar yanılırlar. Her halükarda demokratik bir Türkiye için farklı kesimlerin siyasetine ve gücüne ihtiyaç vardır. Bunu tasfiye edecek gelişmeleri kurtuluş olarak görenler, kazanan kim olursa olsun, geniş yığınların vesayet altına alındığı bir totaliter yapı ihtimalini hesaba katmalıdırlar.

Zaman Gazetesi

YAZIYA YORUM KAT