1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. 'Kürt sorunu'nda ne istiyoruz?
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

'Kürt sorunu'nda ne istiyoruz?

20 Mayıs 2009 Çarşamba 10:28A+A-

İnsanlar kendi bilgilerinin ve bilinçlerinin içinden dünyayı görürler. Ancak hayatın toplamına ilişkin gerçeklik duygularını yitirmemek için arada başkalarının, ötekilerin halleri üzerine de düşünürler.

Takdir edersiniz ki bu "düşünme" dışarıdan bakışın kendine has eksiklikleriyle maluldür. Aynı işi görme esası üzerine kurulu bürokratik hiyerarşinin çeşitli basamaklarında yer alan insanlar bile, zincirin diğer halkalarının aklını ve ilişkilerini tam kavrayamazlar. Böyle yerlerde akıllı kişi, kendi aklını başkalarının aklıyla destekleyen, onların akıllarını da icraatına katmasını becerebilen kişidir. Bu, özel bir çaba ve biraz da bürokrasinin o kendine has törensel yapısıyla çelişir şekilde "eşitlikçi" ilişkiler gerektirir.

Hayatın olağan halleri içinde "kendi bilincimiz", "başkalarının bilgisi ve bilinci", "onları da anlayarak hayatla daha sahih bağlar kurma" vs. gibi konular çok netameli değildir. Zengin-fakir, öğrenci-hoca, amir-memur gibi konumların "görme kusurları" üzerine (belki) daha rahat konuşabiliriz. Bu alanlarda farklı konumları anlama, onları kendi şartlarını dikkate alarak hesaba katma hususunda insanlar daha istekli olabilirler. Fakat iş, politikaya ve ideolojiye gelince bunların olması zorlaşır.

Partilerin birbirlerine bakışlarını düşünün. Uzun yıllara yaslanan siyasî rekabetin sadece aleniyette teati edilen sözlerden, jestlerden ibaret olduğunu kim söyleyebilir? Arka planda bazen "akılcı sözleri" bile kendisinin peçesine dönüştüren ortak evin "çatı katı"na atılmış ortak duyarlılıklar, okuma biçimleri, heyecanlar vardır. Bunlar, "öteki parti"nin aklını kavramakta bazen kendiliğinden bazen öyle olması gerektiği için engeller oluştururlar.

İdeolojik ayrılıklar ise bu konuda çok daha derin, aşılması güç uçurumlar oluştururlar. Çünkü partilerden farklı olarak ideolojik gruplar kendilerini ötekilerden bütünüyle ayrı toplumsal ve politik yapılar olarak görürler. İstediğiniz kadar "insan insana ne kadar yabancı olabilir ki?" diye düşünün, ideolojik gruplar yabancılığı derinleştirdikçe kendi kolektif birliklerini tahkim ettiklerini, kendi ortak var oluşlarının farkına vardıklarını düşünürler. "Ötekilerle kendilerini ayıran sadece birkaç tema değildir, hayır, hayata dair her şeydir." Benzerliğe ilişkin her tür kuşku tehlikelidir, var oluşları bakımından tehdit edicidir, o yüzden dil dahi ayrılığa hizmet eder şekilde karşıt anlamlarıyla birlikte repertuarlarda yer alır.

Amerika'da siyah hareketi 60'larda başkaldırırken "siyah güzeldir" demişti. Kölelikten beri gelen "zenci" kavramını tersyüz etmek istiyorlardı. Oysa gerçeklikte "zenci" diye aşağılamanın abesliğinden pay alan, genetik olarak aynı yerde duran bir mukabeledir bu. Bir direniş stratejisi "gerçek" diye anlaşılabilir, tüm siyahlar, sadece bu vasıflarını bile "güzel" olmak için bir kifayet unsuru gibi görebilirler. Irkçılığa itiraz etmenin soyluluğu, ezilenlerin yanında yer almanın haysiyeti "siyah güzeldir" sözünün tıpkı kar gibi tabiatın üstünü örten ve onları eşitleyen niteliğini ıskalamayı gerektirir mi? Geçmişte çekilenler adına bugünkü insanları mazur görmeyi içeren bir bilinçaltının desteklediği "siyah güzeldir", sürekli ve bilinçli bir mazeret kaynağına dönüşüp aslında siyahları tehdit etmez mi?

Bunca laf niçin? Beş DTP'li vekilin mahkemelerine ilişkin tartışma da yukarıda anlatmaya çalıştığımız "ideolojik farlılıklara dair" bağlama yaslanıyor. Görünürde hukukî bir mevzu ama beraberinde çağrıştırdığı çok söz, çok duygu, eski defterlere gönderme yapan hatıralar var. DTP, özellikle seçim sürecinde ve sonrasında kullandığı provokatif dilin dozunu artırdı. "Öcalan'a siz terörist başı mı diyorsunuz, biz de ona sayın diyoruz. Bu bir yargı konusu mu, buyurun yargılayın. Siz dağdakilere terörist mi diyorsunuz, biz de onlara gerilla diyoruz. Siz birlikten mi bahsediyorsunuz, biz de ayrılıktan bahsediyoruz, işte mahallî seçimler Kürdistan'ın sınırlarını çizdi. Siz PKK'yı gayri meşru mu görüyorsunuz, hayır, onlar Kürt halkının meşru taleplerini dile getiren bir örgüttür" vs... DTP "Kürt sorunu"nu daha da belirginleştirmek için devletin zihin haritasının bam tellerine dokunuyor. Ama bu dokunuş sadece devletle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda mukabil bir toplumsal ve politik teşekkülü de keskinleştiriyor. Kürt sorununa karşı taraftan bakan insanlar ise bu tabloyu "şımarma, haddini aşma, müsamahakâr tutumların teşvik ettiği bir baştan çıkma" olarak görüyorlar. Üstelik "demokratikleşme yolunda Kürt realitesinin kabulünden başlayarak kimi hakların kabulüne rağmen böyle yapılması" dolayısıyla kendilerini daha faza öfkelenmekte haklı buluyorlar. Atılacak yeni adımların benzeri şekilde "şımarıklığı" artırmasından, bunun "elbirliğiyle bir demokratikleşme" olarak değil, "kazanımlar zincirinin yeni halkaları" olarak görülmesinden, bu zincirin ise "ayrılığa kadar" uzanmasından endişe ediyorlar. Böyle bir tabloda beş DTP'li vekilin mahkeme önüne çıkartılması "hukukun ne dediğinden bağımsız olarak" stratejik bir anlam taşıyor. Bu gelinen noktada beş vekil mahkemeye çıksa da çıkmasa da aradaki mesafeyi derinleştirici, mukabil dilleri keskinleştirici bir durum yaşanacak.

Acaba toplum olarak kendimizi böylesine kritik olayların içinde mi buluyoruz, yoksa bu beraber çıktığımız yolun km tabelaları gibi sürekli karşımıza çıkan kaçınılmaz tezahürler mi? "Kürt sorunu"nu müzakere ederek bir hale yola koyacağımızı düşündüğümüz "birlik" içinde mi çözeceğiz, yoksa bilinçli veya henüz bilinç düzeyine çıkmamış bir "ayrılık" kastıyla mı davranıyoruz? Doğrusu niyet ne olursa olsun, özellikle şiddete ve gerginliğe dayalı gelişmeler birlik içinde çözüme hizmet etmiyor.

"Kürt sorunu" artık şişeden çıkmış bir cin. Cin, aynadaki suretini gördükçe heyecanlanıyor ve daha bir koşmak istiyor. Öte yanda ise "bildik ezberin" dışındaki her gelişmeyi "demokratik haklar ile şımarma, baştan çıkma" kategorilerinden hangisine koyacağından emin olamayan gergin, endişeli bir kudret. Üstelik mevcutları dahi sindirmekte zorlanmanın getirdiği bir ruh hali "yeni"lerini daha baştan mahkûm etmeye hazır bir şartlı reflekse güç veriyor. DTP'liler bu işte sürekli kendilerini maruz kalan, refleks veren, mukabele eden olarak görüyorlar ama aynı zamanda fail olduklarını, kimi zaman gelişmeleri tayin eden bir rol oynadıklarını da anlamalılar. Elbette "Kürt sorunu"na ilişkin "istemek" yetmiyor, bu isteğin uçurumun diğer yanındakilerde hangi gelişmeleri doğuracağını da herkesin iyi hesap etmesi gerekiyor. Bu muhasebede diğer tarafın aklı da mutlaka olmalı, "buradan görüldüğü biçimi"yle değil, kendi şartlarında, kendi bağlamında, kendi duyarlılıklarında...

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT