
Körfez'in "tehdit" haritası İran'dan İsrail'e evriliyor
"Komşuları ve Türkiye ile arayı düzeltmiş, çatışmalardan uzak, İran’la konuşan ve bu yolla kendisine gelebilecek tehditleri kontrol etmeye çalışan Körfez, bugün çapraz ateşte kalmış durumda."
Feyza Gümüşlüoğlu/Fokusplus
Körfez’de Hiç Olmadığı Kadar Dillendirilen Tehdit: “İsrail”
Bundan beş yıl önce veya Trump’ın ilk döneminde olsa bazı Körfez ülkeleri İran’ın vurulmasını ellerini ovuşturarak, keyifle izleyebilirdi. Ancak bugün, coşku ve mutluluğun yerini daha çok korku ve endişe almış durumda. Zira İran’ı vuran, bölgenin durdurulamayan yeni canavarı; İsrail.
Körfez’de yaşadığım yıllar boyunca, ilk başlarda beni şaşırtan en temel gözlemlerimden biri, Körfez ülkeleri için en büyük tehdidin İsrail değil İran olduğuydu. Gittiğim her toplantıda, katıldığım her sohbette bunu mutlaka duyardım. Körfez için başlıca tehdit İran’dı, İsrail değil.
Bu neden böyle? Kendilerince sebepleri var, bu yazıda detaylarına girmeyeceğim. Ancak, 7 Ekim’in en önemli sonuçlarından biri, bölgedeki tehdit algısını revize etmesi oldu. Bu, İran artık tehdit olarak görülmüyor demek değil, sadece öncelik sıralaması değişti. İsrail, kredibilitesini ciddi anlamda kaybeden Batı’nın/ABD’nin sonsuz desteğiyle büyüyen bir canavara dönüştü ve normalleşen ülkeler için dahi, önceden olmadığı kadar vahim bir endişe kaynağı haline geldi.
Çünkü, her şeyden önce İsrail’i durduracak bir güç yok gibi, tam tersi, ABD’nin İsrail safında savaşa girme ihtimali konuşuluyor. İkincisi, bölgesel bir savaş herkesi, en başta da Körfez’i yakar; zira ABD üsleri misilleme durumunda hedef olmaya müsait. Ayrıca, saldırılar nükleer müzakereleri de tehlikeye attı; oysa nükleer bir İran korkusunu herkesten çok duyan Körfez, bu ihtimali elimine edecek yeni ve makul bir anlaşma istiyordu.
Aslında zayıf bir İran, Körfez ülkeleri için her zaman arzu edilir olageldi. Ancak tahteravallinin öteki tarafında, durdurulamayacak kadar güçlü bir İsrail varsa tablo o kadar da arzu edilebilir olmuyor.
İzolasyondan diyalogla çevrelemeye
Oysa Körfez, Trump’ın ikinci dönemine, ilk döneminden çok farklı girmişti, bilhassa “azılı belası” İran konusunda. Trump’ın birinci başkanlık döneminde İran’a maksimum baskı politikasına destek veren, hatta bunun için lobi yapan Körfez ülkeleri, aradan geçen yıllarda yaşanan gelişmelerin etkisiyle politika değişikliğine gitmişti. Öyle ki, Katar’a ambargonun başladığı 2017 yılında o dönem ambargonun gerekçelerinden biri de Doha’nın İran’la yakın ilişkileri iken, yıllar sonra aynı Körfez ülkeleri bu sefer kendileri doğrudan Tahran’la ilişki kurmaya başlar oldu. Suudi Arabistan, Çin’in arabuluculuğunda yıllar sonra ilk kez İran’la diplomatik ilişki kurdu.
Yaşanan bu radikal değişim elbette İran gibi azılı bir tehdidin (bu ülkelerin gözünde) artık tehdit olmadığı şeklinde anlaşılmamalı. Yalnızca, tehdit algısı da zamana ve gelişmelere bağlı olarak değişebilen bir şeydir. Tehdit halen vardır, ancak bazı zamanlar eskisi kadar öncelikli hissettirmeyebilir. Tıpkı Müslüman Kardeşler’in Arap Baharı’nın ilk yıllarında bir numaralı tehdit olarak görülürken bugün gelinen noktada tehdit sıralamasında gerilere düştüğü gibi…

Körfez’in İran’ı izolasyon yerine diyalogla çevreleme stratejisi değişen zamanın ve pek çok gelişmenin sonucunda olmuştu. ABD, Suudi Arabistan’ı İran destekli Husilerin petrol tesislerine yönelik saldırılardan koruyamamış, bu hususta Körfez ülkelerini yalnız bırakmıştı. İddialı vizyon programları ışığında refah ve istikrara muhtaç olan Körfez ülkeleri (bilhassa Suud) kendisine yönelebilecek en ufak tehdide karşı savunmasızdı.
Öte yandan ABD’nin 2018’de nükleer anlaşmadan çekilmesi sonrası İran nükleer faaliyetlerine hız vermiş, bu durum da Körfez’in kaygılarını artırmıştı, zira bölgede nükleer güç sahibi bir İran herkes için daha da vahim bir tehditti. Nitekim Körfez ülkeleri, Trump’ın ikinci döneminde yeni ve daha iyi bir anlaşma yapılması için en büyük destekçiler oldular. İran’ı anlaşma yoluyla çevrelemek çok daha makul bir yoldu.
Geçmiş politikanın ters teptiğini gören, yeni yaklaşımın meyvelerini almayı uman Körfez ülkeleri için şüphesiz 7 Ekim sonrası İran-İsrail arasında tırmanan, 13 Haziran’dan sonra ise savaş boyutuna evrilen gerilim oldukça tatsız. 7 Ekim sonrasında yaşanan ikilem, 13 Haziran sonrası kendini çok daha güçlü bir şekilde tekrar hissettiriyor: İsrail yeni askeri hegemonik güç olarak hiç olmadığı kadar bölgeyi domine etme konumunda. Bombalarla hizaya sokulmaya çalışılan İran ise kaybedecek bir şeyi kalmazsa çok daha tehlikeli olabilir. Körfez için diyalog halindeki zayıf bir İran, kaybedecek bir şeyi kalmamış, marjinalize olmuş ve bu nedenle her şeyi yapabilecek bir İran’dan çok daha iyi. Bu yüzden bugünkü tablo kimse için el ovuşturarak izlenecek bir tablo sayılmaz.
Katar'ın oldukça etkili bir isim olan eski başbakanı Hamad Bin Jassim’in de ifade ettiği üzere, İran ve İsrail (ABD’yi de unutmamalı) arasındaki gerilimin, hatta savaşın sonuçlarına herkesten önce ve doğrudan maruz kalacak olanlar Körfez ülkeleri. Daha sıcak bir çatışma durumunda İran’ın hedefi haline gelebilecek ABD’nin bölgedeki üsleri ve küresel enerji ticaretinin kalbi olan Hürmüz Boğazı, söz konusu ülkeler için ciddi risk unsurları. Bölgesel entegrasyon ve ekonomik refah hayallerinin, turizm ve yatırım planlarının, artan şiddet sarmalı nedeniyle sekteye uğraması da cabası.
Geçmişte bölgesel gerilimlerin ana kaynağı olarak gösterilen esas suçlu İran’dı, ancak İran’a karşı derin bir güvensizlik ve rahatsızlık duyulmasıyla birlikte, 7 Ekim sonrası bölgede tırmanan şiddet ve gerilimin esas sorumlusu artık daha ziyade İsrail olarak görülüyor. Dubai merkezli “b’huth Araştırma Merkezi”nin direktörü Mohammed Baharoon ifadesiyle: “Şu anda elinde silah olan bir deli varsa o da İsrail, İran değil.”
Bu ifade, Körfez genelinde yaygın duygu ve düşünceyi yansıtıyor. Pek çok ülke, İran rejimine karşı besledikleri negatif duygulara rağmen, İsrail’in stratejik bir perspektiften tamamen yoksun, dizginlenemeyen bir canavar gibi hareket etmesinden endişe duyuyor. Dahası, İsrail’in nihai hedefi de belirsiz. Bu da onun nerede, nasıl duracağına dair ekstra belirsizliğe neden oluyor. Öte yandan, İsrail’in dizginlenememesi halinde El Kaide ve IŞİD gibi devlet dışı aktörlerin yeniden sahneye çıkması gibi bir risk de var.
Trump’ın ikinci döneminde, ultra harcamalar ve ilk dönemden bildikleri başka yöntemlerle ABD politikasına etki etmede kendilerini avantajlı gören Körfez ülkeleri, Trump’ı İsrail söz konusu olduğunda hiçbir şekilde etkileyemeyeceklerini açık biçimde gördü. Gidişat hızla, “İsrail’in dünyası” olarak nitelendirilebilecek, kendilerinin sadece izlediği bir dünyaya evrilirken, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler İsrail’i durdurma, hatta sadece yavaşlatma konusunda bile ABD’yi ikna etmekten tamamen aciz.
Komşuları ve Türkiye ile arayı düzeltmiş, çatışmalardan uzak, İran’la konuşan ve bu yolla kendisine gelebilecek tehditleri kontrol etmeye çalışan Körfez, bugün çapraz ateşte kalmış durumda. 7 Ekim’den sonra değişmeye başlayan ılımlı bölgesel hava, 13 Haziran ile birlikte yeniden savaş rüzgarlarına teslim oldu.
Körfez’in zayıflamış bir İran’ı görmeyi tercih ettiğine hiç şüphe yok, ancak bunun karşılığı çok güçlenmiş, bölgeyi istediği gibi dizayn edecek ve ABD’nin dahi söz geçiremeyeceği -hatta cesaretlendireceği- bir İsrail de kimsenin hayrına olmayacak. Bugün, Körfez’de yaşadığım yılların aksine, artık hiç olmadığı kadar çok ‘İsrail tehdidi’ duyuyorum ve bu tehdit belli ki daha uzunca bir süre etkisini hissettirmeye devam edecek…
HABERE YORUM KAT