1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. İslamcılık Sahih Midir?
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

İslamcılık Sahih Midir?

12 Haziran 2008 Perşembe 15:15A+A-

Hamza Türkmen’in Türkiye’de İslamcılığın Kökenleri ve Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri kitaplarının tartışıldığı programda Abdurrahman Arslan Hamza Türkmen’in kitaplarında Nurculuğun ve Süleymancılığın İslamcılık içerisinde değerlendirilmemesinin büyük bir eksiklik olduğunu ifade etmişti. Bu görüşler çeşitli açılardan irdelenip değerlendirilebilir elbette. Bu bakış açısının izini sürmek bakımından bu gruplara ait olan yazarların yazılarına bakmak en kestirme yollardan biri olarak önümüzde durmaktadır. İşte bu figürlerin popüler olanlarından Senai Demirci’nin Kalbimizi Yeniden Yazmak adlı deneme kitabında ortaya konulan İslamcılık perspektifsizliğini değerlendirmenin pek çok olası isim arasında yaygın bilinirliğini de göz önünde tutarak önemli olduğu kanaatini taşıyorum.

Senai Demirci, Kalbimizi Yeniden Yazmak  (Timaş Yayınları) isimli kitabında kendi perspektifinden Risale-i Nur’un çok katmanlı yapısına ışık tutarken İslamcılık’la şu yada bu düzeyde ünsiyeti olan her insanı kızdıracak türden sözleri, yaklaşımları ile dikkat çekiyor. Bunu yaparken de taraftarlık gibi bir başka popüler kültür göstergesini istihdam etmesinin başı başına bir sorun olduğunu belirtmeliyim önce.

Senai Demirci’yi önemli bir televaiz olarak görüyorum her şeyden önce. Öte yandan bununla birleşen bir yönü olduğu da kesin: Yazarlığı. Buna karşılık,bu güne kadar  düşüncelerinin, yazılarının herhangi bir önemi olmadı benim gözümde. Bu söylediklerine şimdi şaşıranlar varsa, onlara baştan beri açıklamaya çalıştığım çerçevede yazılarına dikkat kesildiğimi belirtmeliyim bu kısa okuma notunda.

Yazılarını dikkatle okudum elbette; ama söylediklerinden çok söylediklerinin arkasındakiler beni ilgilendirdi. Kitleleri etkilemek için doğru düşünmek gerekmediğini en azından teleerkil zamanların pek çok örneğinden biliyoruz. Gel gelelim, yazar İslamcılık konusunda yanlış ve alabildiğine tutarsız düşünceler ortaya dökse de, okuma, duyarsızlaşma, hodbin olma, hudâbin olma gibi noktalarda sezgi gücünden gelen bir haklılığı da ortada yazarın.  Onun için de satır aralarına dikkat kesilmek yazarın bütün emeğini kestirip atmaktan daha akıllıca bir seçim olur.

Öte yandan Kalbimizi Yeniden Yazmak’ı soldan sağa (hızla, yüzeysel biçimde) okunduğunda toptan kabullenilebilecek pek çok sözünde Senai Demirci’nin, yukarıdan aşağıya (ağır ağır, derinlemesine düşünerek) okunduğunda sorgulanacak alanlar da ortaya çıkıyor. Getirdiği tanıyı, önerdiği çözüm yolunu tümden Risale-i Nur’a bağlaması onun düşünsel tek boyutluğunu da olanca açıklığıyla ortaya koyuyor.

İslamcılık bağlamında dile getirdikleri yüzde yüz tepki görmesi gereken hususlar bence. Popüler olanların zihinlere egemen olduğu bir toplumsal yapıda, Senai Demirci’nin İslamcılık bahsinde ne söylediğine kilitlenmek bir kere daha önemli hale geliyor. Çünkü sürekli göz önünde bir figür. Ondandır, bu yaklaşımlara herkes kulak kesilmeli diye ısrar ediyorum. Ayrıca yazının girişinde ifade ettiğim tartışmaya da ufak bir katkısı olabilir bu yaklaşımın. Tabii Metin Karabaşoğlu, Mücahit Bilici gibi isimlerin nurcu habitusla ilişkilerinden  hareketle bu meyanda ortaya koydukları yaklaşımlarla bu kanaviçe genişletilip daha bütünlüklü bir okuma yapılabilir.

Eserin temel söylemini kitabın arka kapak yazısında yer alan şu ifadeler ortaya koyuyor aslında: “'Risale-i Nur, bir insan teki olarak, var oluşumuzdaki derin çelişkileri uyandırıyor, üzerine kül bastığımız temel acılarımızı tazeliyor. Her birimizi 'doğuştan Müslüman' kabul eden tarafgirlik kalıplarını hiç ciddiye almadan, 'elimizde hazır bulduğumuz' imanımızı dayanak yapmadan, sıfır noktasından hareketle, tüm insanları aynı kumaştan dokunmuş bilerek konuşuyor. Bizi tam da düştüğümüz yerden kaldırıyor.

Risale-i Nur, kalbimizi yeniden yazıyor.”

Mevlana’dan temellük edilen kıssalarla İslamcı, Müslümanlar, Müslüman kesim gibi adlandırmalar yerilirken en önemli sorunun Müslümanların ‘biz hakikatiz’ demeleri olduğunu ifade eder Demirci. İktidar tutkusunun bütün benlikleri sarıp sarmalaması noktasında haklı olduğu yerler elbette var. Ama eleştirinin şirazesi o kadar bozuk ki netlik anlamında olan bütün ayırım noktaları gri uğruna feda ediliyor. Bütün bunların çıktığı yol ise Risale-i Nur Külliyatı oluyor. Risalelerin muhatabının Müslüman’dan önce İnsan olduğu vurgulanırken ne demek olduğuna akıl erdiremediğim Müslüman olmanın ‘sahte güveni’ eleştirilir.

   Türkiye’de Müslüman olmak adına, İslamcılık denen özel bir taraftarlıkla yapılanların doğru ve yanlışları barındıran bir olgu olduğunu belirten Demirci’nin haklı olduğunu düşünmeye başlayacakken başka bir ifade geliyor ardından. İslam’ın bu topraklarda laik olsun Müslüman olsun herkesin ortak kimliği olduğu,  bundan dolayı da bu türden ayrıştırıcı kimlik tanımlamaklarının yanlış olduğunu ifade ediyor.

İşte tam bu noktada İslamcılığın ne kadar sahih bir adlandırma olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin Mete Tunçay kendini kültürel Müslüman olarak tanımlarken kesinlikle İslam’ı bu gün için anlamlı bir yaşam tarzı olarak benimsemediğini ortaya koymuş oluyor. Öte yandan İslam’ı hayatının merkezine koyarak asrın idraki içinde bir şeyler yapmaya çalışan kim olursa olsun İslamcı olarak anılıyor. Senai Demirci ise bütün bu ayırımları fark etmediğinden yani İslamcılığın bir ayağının  geçmişte bir ayağının  burada olduğunu fark etmediğinden İslamcılık kavramının hakikatle bağdaşık olmadığını, bu kavramın Kur'an,sünnet ve kadim gelenek içinde sahih bir karşılığının olmadığını olsa olsa şarkiyatçı bir yakıştırma olabileceğini ifade ediyor. Ardından Ali Bulaç’ın İsmail Kara’nın Muhammed Arkoun’un farklı yönsemelerle yaptıkları ama nihayetinde aynı kapıya çıkan İslamcılık eleştirileri yapılır. İslam’ın devletin Müslüman olmasını beklemediğini, İslam’ın devletten Müslümanlık değil hürriyet beklediğini ifade ederek pür liberal ve tarihselci bir yaklaşım ortaya koyar. Buradan hareketle Bediüzzaman Said Nursi’nin İslamcı olarak anılamayacağını çünkü onun devletin Müslüman olmasını talep etmediğini, insanları hür bırakmasını talep ettiğini ifade eder. Oldukça tartışılabilecek bu yaklaşımların Hamza Türkmen’in adı anılan kitaplarına dönük olarak Abdurrahman Arslan tarafından yöneltilen eleştirilerden birinin sağlam olmadığını ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Senai Demirci mihmandar, kılavuz, vaiz,  müteffekkir olmaya ne denli hevesli, bilemiyorum. O konu, onu ve onun peşinden gidenleri ilgilendirir. Ama ele aldığımız çerçevede oldukça sığ ve melankolik bir yaklaşım içerisinde olduğunu bunu da içtenlik gibi ucu bucağı olmayan bir kavram etrafında gerçekleştirerek eleştirme imkanını da oldukça kısıtladığını söyleyebiliriz. Postmodern söylemin vulgarizasyonu ile eklemlenen bir tür sufilik dili de denebilir Demirci’nin diline. Müslümanlar ile kafirler arasındaki ayırım noktalarının flulaştırılmasının  saadet-i uhreviye ile açıklanmaya çalışılması buna bir örnektir.

Zaten bizim düşünce dünyamızın İslamcılık bahsinde en sancılı konusu, henüz sapı samandan ayırma güçlüğünü aşamamış, ayıklama kıstaslarını geliştirememiş olmasıdır.

Son çeyrek yüzyıl içinde, kitap düzleminde Hamza Türkmen’in kitapları dışında bir özeleştirinin ortaya çıkmamış olması yeterince düşündürücü değil midir?

YAZIYA YORUM KAT