1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Irkçıların Fitnesi Başkası İçin Ağlayabilenlerin Seslerini Boğmasın!
Irkçıların Fitnesi Başkası İçin Ağlayabilenlerin Seslerini Boğmasın!

Irkçıların Fitnesi Başkası İçin Ağlayabilenlerin Seslerini Boğmasın!

Yaşadığım şey bir mucize gibiydi. Biliyorum. Son zamanlarda şahit olduğumuz o anlayışsız, merhametsiz, ırkçı sesler, sekiz yıldır mazlum, mağdur, mahcur insanlara kapılarını açmış, onlara ensar olmuş bir milletin sesleri olamazdı.

03 Ağustos 2019 Cumartesi 05:25A+A-

Yasin Aktay, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında ırkçıların Suriyeli muhacirlere yönelik oluşturduğu nefret kampanyasının bu halkın asli ve fıtratında olan ensar olma hasletini gölgelememesi gerektiğini örneklerle yorumluyor:

Mehmet Akif Ersoy’un yönettiği tartışma programında Suriyelilerle ilgili yükselen olumsuz algıları konu eden tartışma programının etkisi altındaydım. Sadece o program değil tabi, televizyonda, sosyal medyada son zamanlarda duyduğumuz sözler insanlığa dair benim bile iyimserliğimi tüketmeye doğru gidiyordu. “Benim bile” diyorum, çünkü felsefi ve siyasi olarak nasıl iflah olmaz bir iyimser olduğum sır değil.

Ta ki dün trafikte seyir halindeyken aldığım bir telefon… Baktım daha önce de aramış ama fark edememiş olduğum bilinmeyen bir numara.

Açtım, telefonda son derece üzgün, hüzünlü bir ses. Çok yabancısı olmadığım bir durum. Siyasetin içinde olmak itibariyle her gün bu türden çok telefon alıyorum. Çaresiz veya çaresizlik hisseden bir çok insan siyasetçiyi çare kapısı görüyor. En çok kendisi, çocuğu veya bir yakını işsiz olanların iş talepleri, uğramış olduğu bir mağduriyeti giderme arayışı, aile birleşimi kapsamında tayin talepleri dolayısıyla veya sadece dertleşmek için arayanlar. Herhangi bir beşerin bu kadar çok talebi karşılaması, hepsine yetişmesi mümkün değil. Ancak bazen sadece dert dinlemek bile yeterince hayra geçebiliyor.

Telefondaki sesin çok dertli olduğunu anlıyorum, uzun süre kendisini tanıtmadan, sorununun ne olduğuna da girmeden sadece nasıl bir çaresizlik hissettiğini anlatıyor. Ben her gün aldığım türden bir telefon zannediyorum, o aşinalığın oluşturduğu bir nebze rutin içinde dinliyorum bir süre. “Kendinizi bir tanıtsanız” diyorum, “Nedir meseleniz?”

Mevzuya giriyor:

Bir komşuları var, Suriyeli. Birkaç yıldır komşuluk yapıyor, ama mahalleye geldiğinden beri o kadar çok kaynaşmış mahalleliyle, o kadar çok herkesin hayatına değmiş ki, aileden biri gibi olmuş.

“Mesela ben hasta olduğumda kendi ailemden görmediğim ilgiyi ve yardımı kendisinden gördüm” diyor. “Suriye’de kendisi de yakınları de Esad zulmüne karşı da aşırılıkçı terör örgütlerine karşı da savaşmış. Kardeşi ölmüş, kendisi ise ayağından yaralanmış ve şimdi platin takılı. Gelmiş Türkiye’ye, kendisine bir şehirde yaşamak üzere oturum verilmiş yerleşmiş. Ama o şehirde geçimini sağlayamadığı için gelmiş İstanbul’a. O gün bugün aynı yerde yaşıyor.

Suriye’deyken hatırı sayılır bir işadamı, hali vakti yerinde, ticaretini yapan biri. Şimdi ise badana, boya, inşaatta ne iş bulsa yapıyor ama evde aç oturur hiç kimseye aç olduğunu, ihtiyaç halinde olduğunu asla söylemez.

Bütün mahalleli onu çok seviyor, onu kendilerinden biri sayıyor. Bir süre önce başlayan uygulamalar dolayısıyla evine kapanmış, çıkmıyor, çünkü kayıtlı olduğu ile gittiğinde hem burada kurduğu düzeni orada kuramaz, hem iyi kötü burada geçimini sağlıyor, orada ne yapacak? Biz mahalleliler olarak aramızda imza topladık, komşumuzu terk etmek istemiyoruz. Komşumuzu bizden almayın diyoruz.”

Kadın bütün bunları anlatırken sesi sonlara doğru daha ağlamaklı hale geliyor. Sonda da hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ne yalan söyleyeyim, ben de gözyaşlarıma hakim olamadım, sözcüklerim boğazımda tıkandı, yutkundum, bir süre tepki veremedim.

Yaşadığım şey bir mucize gibiydi. Biliyorum. Son zamanlarda şahit olduğumuz o anlayışsız, merhametsiz, ırkçı sesler, sekiz yıldır mazlum, mağdur, mahcur insanlara kapılarını açmış, onlara ensar olmuş asil bir milletin sesleri olamazdı.

İşte umudun tükenmeye yüz tuttuğu anda çıkıp gelen mucize buydu. Şimdiye kadar aşina olduğum, kendi bireysel dertlerini, taleplerini anlatan telefonlar arasında ilk defa böylesine beni şahit kılıyordu. Kendisi için bir şey istemiyordu bu ses, başkası için istiyordu. Kendine ağlamıyordu, başkasına ağlıyordu. Gerçi kendine ağlayana da asla kulak tıkamam, ama başkasına ağlayanın temsil ettiği etik seviyesi, insani seviye, eşrefi mahlukatın yücelerini gösteriyor bize.

Bir yandan da koca koca siyasetçiler, profesörler yekunu 4 milyona yaklaşan bir halk hakkında, hiçbir bireysel hayatı, hissiyatı, duyguyu dikkate almadan cansız bir nesneymiş gibi konuşuyorlar.

“Sürelim, gönderelim, defolsunlar, ne halleri varsa görsünler” seviyesinde bir söylemin giderek normalleşmeye yüz tuttuğu, normalleştikçe insanlıktan bir şeylerin yitip gittiği, üstelik neyin yitip gittiğini de çoğu kişinin fark etmediği bir karanlık atmosfer var.

Ayşe hanımın sesi bir anda o asil milletimizde bastırıldığını sandığım vicdanın, ahlaki güzelliğin bu karanlık atmosfere tekrar doğan güneş gibi ışımaya başladığını hissettim.

O güzel ses yine ağlayarak ve başkası için yalvararak “ne olursunuz, isterseniz o mahalleli komşularımızın imzalarını da size yollayayım, komşumuzu bizden almasınlar, biz onlara çok alıştık” diyor.

Komşu ya!

Suriyeliler muhacir olarak geldiler. Doğrudur. Muhacirlik ezeli bir durum değildir. Zaten bireysel olarak kimsenin hayatında muhacirlik özellikleriyle yük olmuş değiller.

Oysa şimdi bize komşular.

Komşunun kimin üzerinde ne hakkı vardı? Bunun vatandaşlıkla mı alakası vardı, ödediğimiz vergilerle mi? Onu bunu bilmiyorum. Ben Ayşe hanımın “komşusuna ağlayan” sesinde bütün insanlık için umut ışığını gördüm.

Başkası komşundur diyor. Başkası cehennem veya yabancı veya nesne değildir. Başkası komşundur. Nokta.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum