1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. İbn Arabi, Ömer Laçiner ve Fena Risalesi
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

İbn Arabi, Ömer Laçiner ve Fena Risalesi

20 Haziran 2008 Cuma 00:01A+A-

3-28 Mayıs tarihlerinde Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen Uluslar arası İbn Arabi Sempozyumu bir yandan BOP diğer yandan günümüz insanının haleti ruhiyesini anlamak açısından son derece önemlidir. Sempozyumun İstanbul kısmındaki çalışmaları İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü, Şam ayağındaki bölümü ise T.C. Kültür Bakanlığı’nın birlikteliği ile gerçekleştirildiğini bir not olarak aktaralım

Sempozyumda yer alan kimi başlıklar bu tezimizi doğrulayacak önemdedir: İbn Arabî’yle “Zaman’ın Ruhu”nu Okumak”, Hakîkatin temelleri ve Mârifetullahtaki rolü”, “Hayvanların İrfânı”,Zıddıyla Yazmak: İbn Arabî Düşüncesinde Özgürlük”, “Dinlerarası Diyalog: İslâmiyet ve Hristiyanlık; İbn Arabî ve Meister Eckhart”, “Modern çağda tahayyül gücünü yeniden keşfetmek: İbn Arabi’ye Göre Hayalin Ontolojik Ve Epistemolojik Gerçekliği”, “Nasr Hamid Ebu Zeyd’in İbn Arabî ve Modernlik Üzerine Görüşleri”, “Birleşmiş Bir Dünya Görüşüne Doğru: Kürenin Merkezi ve Merkezin Yokluğu”, “İbnü’l-Arabî’ye Göre Gerçek Mutluluğa Erişmenin Yolu: Kimyâ-yı Saâdet”

Yukarıda aktardığımız bildiri başlıklarının niçin konuşulduğunu düşünürken BOP’u düşünmemek elde mi? BOP sadece dışarıda olan bir şey mi acaba, sorularını düşünmemek mümkün değil. Dünya düzeninin bekçileri ve gardiyanları bir yandan İslâm dünyasında giriştikleri bir dizi sömürü, işgal ve zorbalığa karşı geliştirilen direnişleri “terör” yaftasıyla özdeşleştirerek gözden düşürmek istemekte, öte yandan da İslâmcılığa karşı da Mistisizmi-Tasavvufu  “Gerçek İslam” diye pazarlamaya çalışmaktadır. Öte yandan postmodern zihniyetle de başka bir bağ kurulabilmektedir.

Neden İbn Arabî ve nasıl bir tasavvuf sorusuna verilen cevap çoğu kez bu alana ilgi duyan kişinin dünya görüşüyle yakından ilgilidir. Ama aynı zamanda mevcut dünya gerçekliği ve zamanın ruhuyla ilintili olduğundan da özünde her zaman gizli ya da açık bir siyasi eda taşır. Oysa sufi çevreler başta olmak üzere çoğu kimse bu durumu ezilmişliğin verdiği haleti ruhiye ile sahip çıkıyor. Bunun yanında bilim ve sanat adamlarının, yazarların, düşünürlerin, yani genel olarak aydınların, bu eğilimin ve sembol isimlerinin yaygınlaşmasında inkar edilemez bir rolü de vardır. Kapitalizmin/Modernitenin değerleriyle biçimlendirilmiş arzu ile insanlığın temel var oluşsal meseleleri olan ölüm, yalnızlık, yoksunluk kavramları anlamlandırılamamaktadır. Artık yaşamın neredeyse sadece sağlık, güzellik, zenginlik, cinsel cazibe, güç kaygılarına dönüşmüşlüğü karşısında insanlar bir arayış içerisine girmektedirler. Yaşamın anlamı sorusu beşerin peşini bırakmamaktadır.

İslami olana uzak olan tamamen farklı dünya görüşü içinden meselelere bakan isimlerin bir tür maneviyat olarak adlandırdıkları tinsel bir yönelimle arayışlarını sürdürdükleri de bir başka gerçektir. Aydınlanmacılığın koyu materyalizmin eskimiş yaklaşımlarının terk ediliyor olması bir umut ışığı olarak da görülebilir. Yine meseleyi var oluşsal boyuttan çıkararak salt edebi bir düzlemde ele alan Orhan Pamuk adı da bu tartışmalarda önemlidir. Kendisiyle anılarının bir kısmından oluşan İstanbul kitabı üzerine yapılan bir söyleşide “Ben tasavvufi metinleri son derece din dışı edebi bir tutkuyla okudum. Onların manevi kısmından az edebi kısmından çok etilendim” diyerek bu yaklaşımını açık bir biçimde ortaya koymuştur. Tasavvufla salt edebi bir tutkuyla ilgilenen Orhan Pamuk zihni bir bölünme halini sürekli kılar. Susan Sontag’ın “köktenci strateji olarak adlandırdığı bir metni farklı amaçlar için kullanma tarzının en somut örneklerini verir. Burada, Mevlana ve İbn Arabî’nin yeni postmodern kimi felsefelere dönüşmesi, mistik tarikatlara temel yapılması ve bir anlamda Kürşat Atalar’ın deyimiyle modernitenin mistikleşmesi sürecinden de söz edebiliriz pekala. Yani gerçekte Allah’la, peygamberlikle, hesap günüyle ilgilenmeyen bir tür dünyevi maneviyat/tinsellik. Mevlana ve İbn Arabî’nin bu postmodern şekilde algılanması sürecine genel olarak muhafazakar tavrın olumlamasında gördüğümüz tutumu William Chittick de de görürüz: “Mevlana ve İbn Arabî ile tanışmaları yine de hiç tanışmamalarından iyidir. Yoksa bu gidişle post modernizm mücadeleyi tamamen kazanacak, çünkü karşısında alternatif olmayacak. Bunların verilmesi hiç olmazsa popüler kültüre, postmodern görüş açısına, akademik dünyaya bir seçenek sunar.”

Biz bu umut ışığının nasıl bir ışık olduğunu “Etik”i ahlâktan, “tin”i maneviyattan öte bir anlamda kullanan Ömer Laçiner’in Özgün İrade dergisinin Mayıs 2008 tarihinde yayımlanan Cumhuriyet Devrimleri Sivil - Asker Egemen Statüsünü Kurmaya Yönelik başlıklı söyleşisinde yer alan kimi yargılardan hareketle  saptamaya çalışmadan önce biraz Ömer Laçiner’in kimliği üzerinde duralım. Laçiner 1975 yılından itibaren adı Birkimle özdeş hale gelmiş bir isim. Onun dinle İslam’la ilgili pek çok değerlendirmesi yayımlandı Birikim dergisinde. Tasavvufla ilgili önemli bir yazısı ise (inceleme nesnesine uyup uymadığı ayrı bir konu)  Fethullah Gülen’in, elitin, Osmanlıca tabiriyle havass’ın, yani seçilmişlerin sadece marifet mertebesine ulaşabileceklerini kabul eden tasavvufun seçkinci boyutlarına değindiği Postmodern Bir Dinî Hareket: Fethullah Hoca Cemaati (Birikim Sayı: 76) başlıklı yazısı anılmaya değer. Adı geçen dergide Laçiner öncelikle dine ilişkin bakışını ortaya koyuyor. Bunu da Birikim çevresinin yaklaşımı olarak deklare ediyor: Biz ‘Birikim’ olarak, dinin öncelikle köklü bir zihniyet dünyası olduğunu kabul ederiz. Modernizm öncesinin zihniyet dünyasıdır bu. Gayet özetle ifade edilecek olursa, dini düşünüş, insan(lar)ın varlığının üstünde ve ötesinde onun kaderini belirleyen, davranışlarını yönlendiren, insanın da uymasını gerektiren bir iradenin, gücün var olduğu inancından yola çıkar. O ifade ve gücü tek tanrı veya çok tanrı olması ikincildir. İnsana şunu veya bunu önermesi, şöyle veya böyle bir toplum düzeni, ibadet öngörmesi de.” Memet Fuat ve daha pek çok isim gibi Kur’an’ın din tanımından habersiz bir bakışın sonucu olan bir değerlendirmedir bu aynı zamanda.(Merak edenler Metin Önal Mengüşoğlu’nun Kimliğin Fotoğrafsız Yaprağı’nda yer alan bu yazıyı bu yazıyla paralele okuyabilirler) Diğer yandan modernizm öncesi zihniyet dünyası derken dini bir tür ‘kalıntı’ olarak algıladığı ama bu ‘kalıntı’ya toleranslı yaklaştığını da sezinliyoruz. Neresinden tutarsanız tutun illa bir yanı elinizde kalan bir yanlış bilinç durumunun taneleri bu sözler.

Konuşmasının devamında dinin insanın özgürce bir var oluş ortaya koyması önünde ciddi bir engel oluşturduğunu da söylemeden edemez. Konuşma ilerledikçe gayba inanmadığını ama mistik yorumlara duyduğu yakınlık ve yatkınlığı da aşikar kılmadan edemez: “Öte dünyaya inanmıyorum, iyi, yetkin bir insan olmam için öte dünyanın mükafatına da ihtiyaç duymuyorum. Ben dünyada, yaşadığım sürece iyi-yetkin olmanın kendisi yetiyor bana. Bu düşünüşümün, bütün dinlerde var olan kimi mistik yorumlarla, özellikle de İslam tasavvufunun en güçlü damarlarından biri olan - avami - insan-ı kâmil amaçlı akımlarla, “En el Hak” diyebilenlerle paralelliğinin çoktan beri bilincindeyim. Gerçi onlar çok daha dingin bir insan, kendi yetkinliği ile iktifa edebilen bir varoluş öneriyorlarken, biz çok daha dışa dönük, yetkinliği eylem ve ilişkilerin genişleyen, içeriğinde arayan bir anlayışa sahibiz. Ama aynı tarihsel çizgi üstünde yer alıyoruz. Biz bir sosyalist olarak, insanın –aklı da içeren– zihni kapasitesinin sonsuz, sürekli genişleyen, derinleşen niteliğine inanırız. Ama bu kapasitenin sınırları olduğunu, özellikle ahlaken onu yönlendirecek bir üstün irade –Tanrı– olması gerektiğini inananları da anlarız. İnsani zaaflardan kaygılanan, iyilik, dürüstlük, hakkaniyet gibi ahlaki kriterleri önemseyen insanların, halin ve geleceğin belirsizlikleri karşısında, bu kaygı ve kriterleri gözeten bir Tanrı kavramına yaslanmaları anlaşılabilir bir ihtiyaçtır. O yüzden bu insanlarla Tanrı var mıdır–yok mudur gibi bir tartışmaya girmek, bu bahsi temel bir ayrım noktası saymak benim açımdan hem gereksiz, hem de saptırıcı bir yoldur

Gerçi Laçiner doğrudan İbn Arabi adını anmıyor. Onu havas mı avam mı gördüğünü de bilemiyorum. Ama İbn Arabi’nin Laçiner’in bu yaklaşımları karşısında afallayacağını -onun tüm dalgalı yapısız yersiz yurtsuz yaklaşımlarına rağmen – sezebiliyorum. Fena Risalesi’nin bu noktada önemli katkıları olacaktır. İbn Arabi’nin çok sayıdaki küçümen risalelerinden biri olan bu risale tasavvuf yolunun incelenmesine ve metafizik bilgi alanına bir giriş olarak okunabilir. Tasavvufu çeşitli yaklaşımlara karşı savunan bu risale bilgi olarak bilgi yöntemi olarak keşfi ön planda tutar. Bundan dolayı da zahiri bilginler olarak andığı isimlerin hadis yaklaşımlarını topa tutar. Bu kişiler nazarında sahih olan hadislerin tarikat ehlinin keşf yaklaşımıyla sahih olmayabileceğini anlatır. İbn Arabi’nin tasavvuf yolunu din dışı kişilerin anlamakta çektikleri zorluklardan söz eden satırlarını okurken yukarıdan beri özetlemeye çalıştığım ‘din dışı’ zihniyet dünyasının kabulleriyle bu alanın yaklaşımlarına sahip çıkan edebiyatçıların ve düşünürlerin varlığı karşısında İbn Arabi’nin Fena Risalesi’nin fena halde yanıldığını söylemek sanırım pek yanlış bir düşünce olmaz.

Hem bu yolun kadim yolcularına hem de tasavvufu bir tür kalp demokrasisi olarak onayan anorkosendikalistlerden Birikim’in Ömer Laçiner’ine değin oldukça geniş bir evlekte bulunan muhibbanı sufiler için bir hatırlatma olması bakımından Fena Risalesi’nin son üç cümlesi ile bitirelim bu yazıyı:

“Hakikati; ancak Allah söyler!

Doğru Yolu, ancak o gösterir!

Melik ve Vehhab olan Allah’a hamd olsun!”

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum