1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Hangi Gazetecilik?"
"Hangi Gazetecilik?"

"Hangi Gazetecilik?"

Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı yazıda ideal gazetecilik ile Türkiye'ye hâkim olan gazeteciliği kıyaslıyor, Türkiye'ye hâkim olan gazeteciliğin toplumun değerleriyle sürekli savaş hâlinde oldduğunu söylüyor.

07 Ağustos 2015 Cuma 14:04A+A-

Ali Bayramoğlu - Hangi Gazetecilik? / Yeni Şafak

Gazetecilik mesafe değil, etkileşim mesleğidir. "Anlama-kavrama mekanizmaları”, “toplumla temas”, “değer sistemlerini bilme” günümüz gazetecisinin olmazsa olmazlarıdır.

Kemalist, modernist ve kurucu bir formatlamaya sahip Türk basınının soğuk savaş döneminden askerî vesayet evresine kadar en önemli eksiği bu olmuştur.

Bizdeki hâkim gazeteci modeli toplumun hâkim değer sistemiyle kavgalı, dolayısıyla toplumsal dip akıntıların ve beklentilerin iç yüzünü kavramaktan ve yansıtmaktan uzak, asıl önemlisi diğerleri içinde dar ve belli bir değer sistemini temsil eden, bunun egemenliğinde ve bunun egemenliği için faaliyetini etik kurallara bulayarak yapan bir aktör tipidir.

Bu gelenek öylesine derindir ki, bugün kendisine bağımsız gazeteci diyenler bile, meslekî varlıklarını bu çerçevede sürdürürler. Üstelik bunu ideal gazetecilik tanımı ve duruşunu tekellerine alarak, kendilerine mâl ederek yapmaya çalışırlar.

Bu gazeteciliğin bugünkü versiyonunun öne çıkan iki özelliği var.

İlki, ülkenin kritik her eşiğinde egemen düzenle hemhâl olarak direnci temsil etmesidir. Bu anlayışın sol ya da sağ versiyonunun arasında fark bulunmadığı gibi, bunların yerleşik düzenle çelişkilerinin de bu açıdan bir önemi yoktur. İstemedikleri, makbul bulmadıkları toplumsal, siyasal kesim ve değerlerden gelen her tür yeni talep, istek, bu gazeteci anlayışının şüphe ve tepkiyle karşıladığı bir durum olmuştur.

28 Şubat dönemi ve muhtırası iyi bir örnektir.

Bu gazeteci türü 1990'lı yılların işaret ettiği toplumsal hareketliliği, dönüşümü, bunun yarattığı kıvılcımları görmediği gibi, ağırlığını bunlara karşı koymuş, 28 Şubatçıları desteklemeyi tercih etmiştir. Yıllar sonra, bu dönem tarih, demokrasi, ülke tarafından mahkûm edilip, bir darbe olarak tasnif edilince, dil ve sıra değiştireceklerdir.

Ermeni soykırımı meselesi de böyledir. Trene ancak gerektiği, “post-mortem” aşamada arkadan ter içinde koşarak atlamışlardır.

Aynı şey, 2002 sonrası başlayan değişim süreci için de geçerlidir. Önce mızmızlanmışlar, sonra destek dalgasının baskısına girmişler, ancak bu sürecin, değişimin ne ve ne istikamette olduğunu hiç kavramadan ilk aksaklıklarla, kabalıklarının oluşmasıyla birlikte ön safhalarda tepki vermiş, gazeteciliği bunlara indirgemişlerdir.

Sıfır risk, sıfır katkı, sıfır temsil…

İkinci özellik anlama işlevinden yoksun bu gazeteciliğin bir pozisyon gazeteciliği olmasıdır. Keyfîleştirilmiş ve siyasallaştırılmış kimi etik ilkeleri içeren vitriniyle pozisyon gazeteciliği, tek doğru, mono ses, sabit bakış ve bunların oluşturduğu bu boşluğun içini muhalif takıntılarla dolduran bir gazetecilik türüdür. Suruç saldırısı sonrası örneklerini vermiştim. Bu gazetecilik anlayışının bağımlısı da bağımsızı(!) da daha ilk andan itibaren Suruç'taki patlamayı AK Parti'ye, Tayyip Erdoğan'a mâl edebildi. Olayları böyle haberleştirip, öne çıkaracakları haberleri böyle seçti. Anlamak, görmek gibi bir meseleleri hiç olmadı.

Pozisyon gazeteciliği her gelişmeye bir pozisyon alma nesnesi olarak bakar. Referansı mutlak doğru kabul ettiği ve kabul ettirmeye çalıştığı kendi pozisyonudur. Temel olarak bunu kendi siyasî pozisyonuyla belirler. Kendisine uzak olduğu oranda iktidara mutlak mesafenin tek kural, hatta angajman olduğu bu habercilik faaliyeti, aslında gerçeklerle kavga eder. Ve bu durum bile kendi başına bir iktidar odağı oluşturur.

Bu anlayışın sağı da vardır, solu da, muhafazakârı da seküleri de…

Ancak sol ve seküler kesimde törpülenmiş, objektif görünümlü mutlaklık baş döndürücüdür. Doğan Akın ve çevresi bu açıdan vasat ama iddialı bir prototip oluştururlar. Kendi kendisini alkışlayan bir çevreye hitap ettiği oranda, karşı kutuplarında yer alan diğer keskin inançlılar gibi, "daralmış gerçekler" üretir, karalama hedefli düşkün tarzlarını araştırmacı gazetecilik olarak satmaya çalışırlar.

Ancak, şükür, bu diyar bunlardan ibaret değil, üstelik uzun süredir...

1990'lar bu açıdan dev bir kırılma oluşturdu. Basından üniversiteye yeni bir anlayış filizlenmeye başladı. Toplumsal aktör ve hareketleri içinden anlamaya çalışan, demokratlığı çok-kültürlülük ya da kimlikler çokluluğu, çoğulculuğu içinde tanımlayan, kültürel olanı merkeze alan, ütopya fikrini reddederek yarının belirsizliğini mihenk taşı yapan bir anlayıştı söz konusu olan.

Demokrasinin ve demokratlığın bir “prosedür ya da araç” olduğu fikri reddediliyor, köktenci bir duruş, hatta bir değer olduğu düşüncesi benimseniyordu.

Temel bir araç vardı bu yolda: Anlamak… Esas olan, bir dönüşümün ancak zihniyet değişim ilişkisi çerçevesinde olabileceğini görmekti. Değişimin diğer kimliklerle etkileşim içinde ama esas olarak her kimliğin kendisinden doğacağını bilmekti...

Aradan yaklaşık 25-30 yıl geçti.

Bugün bu anlayışın gazetecileri, aydınları, akademisyenleri var. Pozisyon gazeteciliği ile bu anlayışın devamı olan temas gazeteciliği arasındaki fark, evet, derindir.

Doğan Akın bir cümlesine beni ve Etyen'i kastederek şöyle başlıyor: "Hep birlikte berbat ettiğiniz gazeteciliği ...".

Doğru… Biri bu işi berbat ediyor, ama kim?

xxxx

Son söz: T24 benim yazılarımı yayınlarken yanıt vermeyi de eksik etmemiş. Akın'ın Cumhuriyet ve Milliyet yazı işlerinde hiç çalışmadığını söylemişler. İç işleri, dış işleri, yazı işleri bilemem. Künyeler öyle demiyor. Sınıf arkadaşlarından reklam desteği aldığını çevresine Akın anlatıyor. İnkâr eder, etmez, onu da bilemem. Ancak yıkanma ihtiyacı açık. Nitekim "daraltılmış gerçek" ve "ahlaksızlık" ilişkisini hâlâ anlamamış durumda. Benim MT söyleşimi yayınlıyorlar ama nedense, itiraz ettiğim yazılı özeti es geçiyorlar.

Akın'la işim bitti.

İlhan Selçuk ne demişti: “Her herkes kendi heykelini yontar…”.

Cümle eksik, kimisi yontar, kimisinin ki yarım kalır…

HABERE YORUM KAT