1. YAZARLAR

  2. M. HASİP YOKUŞ

  3. Halep’in özgürleşmesi: Türkiye’nin güvenlik ve insani sorumlulukları
M. HASİP YOKUŞ

M. HASİP YOKUŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Halep’in özgürleşmesi: Türkiye’nin güvenlik ve insani sorumlulukları

05 Aralık 2024 Perşembe 16:18A+A-

2010 yılında Muhammed Bouazizi’nin yaktığı meşale, Ortadoğu’da yaşayan insanlar için iktidarın
kötüye kullanılmasına, yolsuzluğa, işsizliğe, adaletsizliğe karşı ve bu despotik rejimlerden kurtulma
umudu olarak topyekûn bir isyan dalgasına dönüştü. Tunus’ta başlayan bu isyan dalgası, Libya, Mısır,
Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye’ye sıçradı.

dik, Milano gibi kentlere yayılan ve “Halkların Baharı” olarak isimlendirilen olaylara benzerliği
sebebiyle Batılı ülkeler tarafından “Arap Baharı” olarak isimlendirilen olaylar, başka bir deyimle
bahar, yerini çok uzun bir kışa terk etti. Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi ülkelerin her biri
farklı siyasal ve toplumsal sonuçlarla karşılaşarak farklı yönlere savruldu. Suriye’de halen devam eden
bu süreçte yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu.

Suriye’de Sokak gösterileri şeklinde başlayan ve daha insanca bir yönetim talebinin dillendirildiği
gösterilere, Baas yönetimi alışık olduğu tarz ve yöntemlerle müdahale edince işin boyutu değişmeye
başladı. 2013 yılına gelindiğinde Suriye topraklarının yaklaşık üçte ikisi muhaliflerin kontrolüne
girmişti. Sahip olduğu dini, etnik ve mezhebi yapısıyla Ortadoğu’nun adeta bir minyatürü gibi olan
Suriye’de intifada süreci boyunca olayların gelişim seyri ve bu olaylara küresel ve bölgesel güçlerin
müdahale biçimi, bu söz konusu güçlerin aynı zamanda Ortadoğu siyasetine de mercek tutması
açısından son derece öğretici olmuştur. İlave olarak 13 yılı geride bırakan Suriye iç savaşı başka bazı
gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Bu gerçeklerden mutlaka çıkarılması gereken dersler vardır.

Birincisi, İran’ın mezhep taassubuna dayalı yönetim anlayışı ve bu anlayıştan neşet eden dış politikası,
İslam coğrafyası için mezhepsel taassubun aktifleştirdiği fay hatları ve tetiklediği düşmanlık sebebiyle
büyük bir istikrarsızlık ve tehdit kaynağıdır. Şii hilali olarak tahkim etmek istediği Afganistan, Irak,
Yemen, Lübnan ve Suriye’deki vekil güçleri, hâlihazırda o ülkelerde en temel istikrarsızlık kaynağına
dönüşmüşlerdir.

Özellikle Suriye’de tamamen bir zulüm ve katliam şebekesi olarak iş gören Baas rejimine verdiği
destek, insanlık tarihine bir kara leke olarak geçmiştir. Hiçbir ulvi amaç, gaye veya siyasi çıkar böyle
bir vahşet ve katliama destek vermeyi izah etmeye kâfi gelmez. Esed gibi seküler ve insanlıktan da
nasibini almamış eli kanlı bir katile Kudüs davasının neferi rolünü giydirmek, ancak ve sadece ihanet
veya insanlıktan nasibini almamış olmakla izah edilebilir.

Suriye’de insanların en temel hakları için verdiği mücadeleyi dahi “direniş ekseni zarar görmesin”
veya “mezhep savaşına kapı aralamayalım” şeklinde duyar kasanlar, hâlâ bu bakış ve yaklaşımlarını
muhafaza ediyorlarsa onlara hayret etmek dışında söyleyecek söz yok. Madem mezhep savaşı
olmasın şeklinde bir hassasiyetiniz vardı, İran ve Esed el birliği içerisinde Rusya’yı da yanlarına alarak
Suriye’yi enkaza dönüştürdüğünde; Kasım Süleymani, dünyanın farklı bölgelerinden topladığı
Fatımiyun, Zeynebiyun, Haşd-i Şabi ve bilumum Şii çeteler eliyle Suriye’yi kan gölüne çevirdiğinde;
Hizbullah milisleri Lübnan’dan gelip Sünni şehirleri abluka ve açlığa mahkûm ettiğinde niçin bu
hassasiyeti göstermediniz? Yeri gelmişken bir kez daha soralım: Yerinden yurdundan muhacir olmuş
yaklaşık on milyon Suriyeli Sünni için çözüm öneriniz nedir?

İkincisi; Suriye Kürtlerini yekpare bir topluluk olarak PYD’nin hanesine yazmak büyük bir yanılgı ve
stratejik hatadır. İşin başında İran ve Suriye, takip eden süreçte de ABD’nin tahkim ettiği bu örgütün

Kürt bölgelerinde otoriteyi tümüyle ele geçirmesi, savaş koşullarının ve bölgeye dair farklı ajandaları
olan bazı aktörlerin hesaplarına bağlı olarak gerçekleşen arızi bir durumdur. PYD'nin Suriye
muhalefetini DAİŞ ile ilişkilendirerek, Türkiye’yi de benzer şekilde DAİŞ destekçisi olarak tanımlaması,
aynı zamanda Suriye Kürtlerini, Suriye’deki Sünni muhalefetle karşı karşıya getirerek düşmanlaştırma
stratejisi, büyük ölçüde ideolojik takıntılar, Alevilikle ilişkili asabiyetler ve/veya ABD ve İsrail gibi dış
güçlerin çıkarları tarafından şekillendirilen, Kürt halkına zarardan başka bir şey sağlamayan fasid bir
politikadır. PYD politikalarına yön verenler unutmasın ki, bu gün sizi kendi çıkarları için bölgenin asıl
sahibi güçlerle karşı karşıya getirme pahasına kullanmak isteyenler, yarın çıkarı değiştiğinde size
arkalarını dönüp gidecek, siz yine bölgenin bu asıl sahipleriyle baş başa kalacaksınız.

Suriye muhalefetinin Tel Rıfat ve Şeyh Maksut operasyonları sonrasında medyaya yansıyan bazı
görüntülerle ilgili Türkiye’deki bazı sağcı/muhafazakar kesimlerin “Kürtler” şeklinde, tahkir edici
tarzda faşizan ve genellemeci bir dil kullanmaları ahlak, edep ve hikmetten mahrum olmanın
göstergesidir.

Üçüncüsü, Türkiye’deki ulusalcı/kemalist/alevi bazı kesimler uzunca bir süredir Suriyeliler üzerinden
kışkırtıcı bir dil kullanarak provokatörlük yapmaktadır. Mütemadiyen bu insanların “ülkelerindeki
savaştan kaçıp ülkemizde keyif çattıkları” mottosu üzerinden tevzirat yapıyorlar. Halep’in
özgürleştirilmesi sonrasında bu kesimlerin ağız birliği içerisinde muhalifleri “cihatçı/terörist” şeklinde
nitelendirmeleri, esasında bu kesimlerin bilinçli, planlı, programlı bir kirli siyasetin içimizdeki
temsilcileri olduğunu göstermektedir. Bu kesimler nezdinde muhaliflerin göç etse korkak, savaşsa
terörist damgası yemek dışında bir karşılıkları yok.

2011 yılından bu yana, Suriye halkı özgürlük, adalet ve daha insanca bir yönetim arzusuyla büyük bir
direniş sergiledi. Bu mücadelelerinde ödenmesi gereken her bedeli, canlarıyla ve her şeyleriyle
ödediler. Suriye halkının bu kahramanlığı ve destansı direnişi, sadece Suriye’de değil, tüm
diktatörlüklerin egemen olduğu ülkelerdeki mazlum halklar için de ilham kaynağı olacak.

Son olarak, Türkiye, daha işin başında Esed’e karşı muhaliflerle daha yakın bir işbirliği içerisinde ve
Suriye’de daha proaktif bir siyaset izleyerek, bu kokuşmuş zulüm düzeninin çok daha erken bir şekilde
sona ermesini sağlayabilirdi. Sınırımıza can havliyle gelen insanlara açık kapı politikası, büyük bir vefa
ve fedakârlık örneğidir ve her türlü takdiri fazlasıyla hak etmektedir. Ancak, hemen yanı başımızdaki
bu yangına müdahalenin sadece insani yardımla sınırlı tutulması, buna karşılık İran, Rusya, Hizbullah
ve ABD’nin Suriye’ye aktif bir şekilde müdahil olmaları, hem Suriyeli muhaliflere hem de Türkiye’ye
büyük bedeller ödetmiştir.

ABD öncülüğünde sınırımızın hemen ötesinde PKK öncülüğünde bir teritoryal bölge oluşturulmak
istenmesi, Türkiye’de sayıları 3-4 milyon civarında olduğu ifade edilen Suriyeli mültecilere ilave olarak
5 milyon civarında muhalifin İdlib’te adeta açık hava hapishanesi koşullarında yaşamaya mahkûm
edilmesi, Türkiye açısından sürdürülebilir bir politika değildi. Esed, İran ve/veya Rusya’nın daha evvel
defalarca yaptıkları gibi bu İdlib şehir merkezine yönelik yapacakları kapsamlı bir hava harekâtı, bu
insanların da sınırımıza dayanmalarına neden olacak.

Bu durum, Türkiye’nin güvenliği, insani sorumlulukları ve bölgedeki istikrar açısından bundan sonraki
sürecin yapılandırılması noktasında daha fazla rol ve sorumluluk üstlenmesini zorunlu kılmaktadır.

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum