1. YAZARLAR

  2. BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

  3. Gerçekle Yüzleşebilenlerin Devrimi…
BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

Yazarın Tüm Yazıları >

Gerçekle Yüzleşebilenlerin Devrimi…

12 Şubat 2011 Cumartesi 14:09A+A-

Sömürgecilik döneminin sona ermesinden sonra işbirlikçi rejimlerin örtük sömürgeciliği devreye sokulmuştu. Örtük sömürge sistemi Batı emperyalizmi tarafından kurgulanmıştı. Bu kurgunun sonucu olarak Arap dünyasında kimi aşiretlere birer krallık hediye edilmesi kimi bölgelerde ise sözde cumhuriyetler tesis edilmesiydi. Oysa tüm tumturaklı yaldızlı sıfatlara rağmen gerçek çok açıktı. Batı işbirlikçisi bir tek adam ya da kadro hukuk tanımayan birer dikta inşa etmişlerdi “uygar” dünyanın izniyle! Sokaktaki adamın iradesinin hiç hükmünde olduğu bu toplumlarda elbette düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, halk iradesi, sosyal adalet gibi kavramlar sadece bir rüyaydı.

Soğuk Savaş döneminde özellikle ABD cephesi, krallıkları beslerken, Sovyet cephesi daha çok, “sözde cumhuriyet”leri destekledi. Ulusalcı ve askeri diktalar “Halk cumhuriyeti” “Arap cumhuriyeti” gibi yaldızlı etiketlerle ayakta tutuldu.

Soğuk Savaş döneminin en önemli özelliği ulus devlet formunun en zirvede olduğu dönem olmasıydı. Ulus devlet kapitalist ve sosyalist versiyonlarıyla toplumu tepeden tırnağa şekillendirmeye, kontrol etmeye ve güdümlemeye dayalı bir toplum tasarımıdır. Kapitalist ulus devletler bu tasarımı serbest piyasanın çıkarları doğrultusunda yaparlar, sosyalist ulus devletler ise daha çok ideolojik bir dayatma/beyin yıkama/ajitasyon propagandası üzerine toplumu tepeden tırnağa kontrol/tasarlama ve yönetme yoluna giderler. (Orwell’ın 1984 Romanı konuyla ilgili en iyi edebi tasvirdir.) Bugün bunun yaşayan en iyi örneği Kuzey Kore ve Çin Halk Cumhuriyetidir.

Maalesef, Soğuk Savaş döneminde teori ve pratiklerini üretmiş olan birçok İslâmi hareketin devlet algısı da yukarıda bahsettiğimiz devlet algılamalarından etkilenmiştir. Özellikle ideolojik Stalinist devlet anlayışının yoğun biçimde yeşile boyandığını görmekteyiz. Örneğin Libya diktatörü Kaddafi’nin “Yeşil Kitab”ı ve “İslâm Sosyalizmi” tezi ve bununla beraber 60’lı yıllarda gündemleşen “Üçüncü Dünyacı İslam Sosyalizmi” söyleminde çok net biçimde gözlemlemekteyiz. (Ki biz bunu İslam Sosyalizminin Serancâmı başlıklı başka bir çalışmamızda irdelemiştik.)

Hilafet kurumunun son bulması ardından geliştirilen İslam devleti tezlerinde de yine Stalinist ulus devlet tasavvurunun genel hatlarıyla İslam devleti algısına yansıtıldığını görüyoruz. (Örneğin Hizb-ut Tahrir’in İslam devletine dair metinleri ve anayasa taslakları okunduğunda birçok örnek bulunabilir.)

Yine örneğin ideolojik devletin egemen olduğu bölgede yaşayan tüm insanların özel hayatlarına kadar kontrol edebilmesi, ideolojik denetim güçlerinin gerek kolluk güçleri olarak (ahlak polisi gibi) gerekse de yargı eliyle her türlü muhalefeti denetleme, susturma, yok etme yoluna gidebilmesi gibi pek çok karakteristik özelliğin aynen iktibas edildiğini söyleyebiliriz. Modern ulus devletteki her şeyi denetleme ve tasarlama özelliğine bir de Sünni ve Şii devlet geleneklerindeki hatalı tasavvurlar eklenince bölgedeki pek çok İslami hareketin kafasındaki İslam devletinin yukardan aşağıya doğru topluma vesayet eden bir ideolojik kontrol devleti olduğu ortaya çıkıyordu. Böyle bir devletin Allah adına ve İslam adına olması durumu zaten her türlü muhalefetin ve farklı sesin ötekileştirilmesi ve dinsel suçlamalarla (fitneci, fasık, baği, mürted gibi) mahkum edilmesinin de önünü açıyor.  Devlet terörüne cübbe giydirmek de diyebileceğimiz bu durum kimi zaman mezhebî yorumların da etkisine giriyor. İran’da, Afganistan’da vb. yerlerde yaşanan sorunların kökeninde de bu algı hatası yatıyor.

Bu algı hatası elbette Müslümanların devrim anlayışlarına da yansıyor. Devrim denince akla hemen bir kadro hareketinin önderliğinde yükselen ideolojik bir ayaklanmanın mevcut sistemle şiddet içerikli bir çatışmaya gireceği, sistemin tamamen yıkılıp yerine yukarıda bahsini ettiğimiz yeni ideolojik sultanın tesis edileceği varsayılıyor. Bunun için de İran örneğinden hareket ediliyor.

Oysa gerçeklik yukarıda bahsini etiğimiz sol-sağ ya da yeşil toplum mühendisliği projelerine uymuyor. Gerçek olan kurguyu her zaman bir şekilde etkisi altına alıyor. Gerçeklik insanların kendi iradelerine sahip çıkmaları, hukuk ve adaleti talep etmeleri ve bunun zıddı her türlü tasarıma rengi ve etiketi ne olursa olsun isyan etmeleriyle sonuçlanıyor.

Bunun içindir ki İran’da 1979’daki devrim halkın iradesi, sosyal adalet ve düşünce özgürlüğü talepleriyle gerçekleştirilmişti. Bunun anlamı cumhuriyet ve hukuk demekti. Ve İran halkı bu taleplerin ancak İslam ile gerçekleşebileceğini düşünmüş bu sebeple “İslam cumhuriyeti”ne onay vermişti. 79 devriminin Soğuk Savaş dengelerini gözeten ve bu dengeler üzerinden ilerleyen bir hareket olması maalesef onun sonunun bu talepler olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü devlet algısındaki yanlışlık haklı taleplerin bastırılmasına yol açmıştı. Tıpkı Fransız Devriminde ve Ekim Devriminde olduğu gibi…

Bugün Tunus ve Mısır’da gerçekleşen olguyu da bu çerçeveden okumak gerekiyor. Ama burada farklı olan şu ki Soğuk Savaş sonrası gerçekleşen ve hiçbir ideolojik vesayet olmaksızın olmuş olan “doğaçlama bir halk devrimi”yle karşı karşıyayız. Bence asıl önemli olan şey de İran’da düşülen hatadan Mısır İslami hareketinin ders çıkartmış olmasıdır. İhvân-ı Muslimin ve Nahda ideolojik bir vesayetçi olarak değil tam da bu doğaçlamayı anlayan ve onunla birlikte hareket eden bir pratik ortaya koydu. Mısır halk devriminin her noktasında aktif görev almasına rağmen İhvân iktidara oynamadı. Aksine halkın fıtri taleplerinin sözcüsü oldu. Neydi bu talepler?

-          Halk iradesinin tesisi

-          Herhangi bir vesayetin değil sadece hukukun üstünlüğü

-          İnsan haklarına saygı

-          Sosyal adalet

Bugün kim bu taleplerin yanında durur ve bu taleplere vesayet etmek yerine onun sözcüsü, yoldaşı, emektarı olursa o gerçekle, sokağın sesiyle uyumlu bir hareket olur. Ayakları yere basmak ya da hayatın fıkhını kavramak dediğimiz de işte budur. İhvân bunu başararak gerçek bir feraset ve olgunluk göstermiş, artık Soğuk Savaş koşullarında ve dengelerinde yaşamadığımızı bize hatırlatmıştır. Böylelikle yukarıdaki taleplerin İslâmî/fıtrî talepler olduğunu dolayısıyla hedeflenen şeyin ceberut bir devlet değil bilinçli şurâ toplumu olduğunu da ifade etmiş oldu.

Bugünün dünyasında elbette doğaçlama halk devrimlerinden nemalanmak isteyen küresel güçler olacaktır. Bu durum bu devrimlerin o güçlerce yaptırıldığı anlamına gelmez. Halklar bu konuda da uyanık olmalı, ABD’nin ve Batının ikiyüzlü politikalarının da farkında hareket etmelidirler.

Bugün gerek diğer Arap ülkelerinde gerekse de Türkiye, İran ve Pakistan gibi diğer bölgelerde de aynı talepleri dillendiriyor halklar.

Selam ve dua ile…

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum