1. YAZARLAR

  2. MURAT AYDOĞDU

  3. Fıkıh Toplumu ve Hareket Fıkhı - 1
MURAT AYDOĞDU

MURAT AYDOĞDU

Yazarın Tüm Yazıları >

Fıkıh Toplumu ve Hareket Fıkhı - 1

30 Eylül 2010 Perşembe 11:58A+A-

TANIM ve İÇERİK

“Fıkıh, ayırma bölme yoluyla veya bir aralık, boşluk ya da gedik meydana getirmek maksadıyla bir şeyi açmaktır” (Lexicon)

Fıkıh sahip olunan bilgiyi görme, açıklama gibi duyusal verilerle analiz ederek (çözümleyerek) kavrayış ve algıya dönüştürür. Günümüz dilinde anlayış olarak kullanılır.

Gazali duyulan bir haberin tahlili (analizi) ile zannı ilmi, bilgiyi fıkhetmeye dönüştürür.

“Haberi işiten bir kimsenin haberin doğruluğuna inanması için karineler gereklidir. Delillerin bir araya gelmesi ile ilim oluşur. Delillerin anlaşılması ise birtakım tesirler ve işaretlerle tezahür eder. Örneğin babası ölen bir çocuğun evinden boynu bükük, yalınayak, üstü başı perişan ve dövünerek çıkması alınan haberin karinesi’dir.” (Gazali, el Musatasfa)

Delilleri bilmek, özüne inmek ve açıklama fıkhın tamamlayıcı öğeleridir. Sadece dil bilimsel olarak kelime, özüne inme anlamlı “fehm/belletme”, illetleri (İllet: mana, nitelik, alamet, gösterge ve sebeplerde benzerlik) bilme ve açıklama ile bütünleşince “fıkıh” oluşur.

“Fıkıh kitaplarının en az üçte biri dilbilim üzerinedir.” (M. Abid Cabiri)

“Derhal onu Süleyman’a bellettik (fehm).” 21/79

Allah, Elçisi Süleyman’a (a) doğanın, hayvanların ve cinlerin dillerini anlama kabiliyeti vermiştir.

“Yedi gök, yer ve onların içinde kim varsa O’nu tesbih eder. O’na hamd ederek, tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız/fıkıh.” 17/44

Ayrıca son zamanlarda fıkhetmenin amaçlarından biri olan “maslahat” kavramı da çıkarcılık anlamı yüklenerek küçümsenmeye başlanmıştır. Maslahat ilkelerin, kaynakların algılanması ve pratiğidir. Maslahat; muslihlerin amelidir, salihat olmadan neyi nasıl değerlendiriyoruz?

“Allah’ın hükümlerini illete bağlı görenler, illetin insana bir fayda kazandırmaya ve bir zararı kendisinden uzaklaştırmaya sebep olan vasıf olduğunu söylerler.” (Fahreddin Razi)

“Fıkıhtaki hükümlerin illetleri akıl ile idrak edilen maslahatlardadır.” (İbn-i Cinne)

Fıkıh, gelenek ve yenileşme üçlüsünün karşılıklı ilişki ve etkileşimidir. Fıkıhta kıyas illete, illet de maslâhata dayanmaktadır.” (Hayrettin Karaman)

“Allah düzeltenden (muslih), bozanı (müfsid) ayırt etmesini bilir.” 2/220

“Halkı, ıslah eden (muslih) kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.” 11/117

Kuran’da “fikir/tefekkür” ve “temenni/arzulamak” kelimelerinin olumlu ya da olumsuz kullanıldığı örneklere karşılık, “akıl” kelimesinde olduğu gibi “fıkıh” kavramı da Kur’an’da tamamen olumlu anlamlarda kullanılır. Tefekkür ve temenni tutarlı ve eylemsel zeminde oluştuğunda fıkıh oluşur. Fıkıh yoksunu tefekkür ve temenni de kuruntudan başka bir şey değildir.

“Şeytan onlara vaat eder, onları boş kuruntu (temenni) ve uzun emellerle oyalar şeytanın onlara vaat ettiği sadece aldatmadır/seraptır.” 4/120

“Onu sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o düşündü (tefekkür) ve karar verdi. Kahrolası nasıl da karar verdi.” 74/18

“Düşünce ve kıyasların yollarını aydınlatmak aynıdır. Mantığın aklın delillerine göre durumu, aruzun şiire, Nahivin (dil bilgisinin) cümle yapısına göre durumu gibidir. Kim mantığı, fikri meselelerde mizan ve ölçü olarak benimsemezse, ölçüyü kaçırmış, ziyan veren kişi olmuştur. Fıkıh konusundaki araştırmalar da, akli konulardaki araştırmalardaki düzen, şartlar ve ölçüler açısından aynıdır, fark sadece öncüllerin kaynakları açısındandır.” (El-Gazali, Miyaru’l-ilm)

Fıkıh aklın da tamamlayıcısı ve zemini, bir açıdan ön koşulu ve tamamlayıcısıdır. Fıkıh bir kararın verilmesinde sistematik “Bilgi kullanma melekesidir”. Bu anlamı ile fıkıh taklit kabul etmez. “Akıl” doğru olanı görme ve ona tabi olan, var ya da yok olarak tanımlanan bir kavramdır. Fıkıh ise varlık yokluk anlamından daha öte, kemiyet (çokluk/azlık) gibi geliştirilebilir ya da gerileyebilen özelliğe sahiptir. Akli/doğru bir sonuca varmak için iyi bir fıkhetme gerekliliği kuşkusuzdur. Bunların yanında zemine ve şartlara bağlı oluşması da fıkhı değişken kılar.

Tanımlamayı basit bir örnek üzerinden açalım:

Estetik, temizlik ve rahatlık yönünden iyi durumda, ama motor, dayanıklılık gibi işlevsel yönden kötü bir arabayı düşünelim ve şöyle bir soru soralım:

“Bu araba iyi mi?”

Birbirine zıt iki cevap gelsin. Birinci şahıs estetik yönden değerlendiriyor yani fıkhediyor ve “iyi” diyor. İkinci şahıs işlevsel yönden “kötü” diyor.

İlk bakışta ikisi de akli olarak doğru karar vermiştir. Ama burada aklın olumsuzu olmadığını ve doğru’nun tek olacağını düşünürsek fıkhetme kavramı önem kazanır.

Sorunun zeminini araştırıyoruz, soruyu soran:

“Uzun yola çıkacağım” diyor.

Ve diyoruz ki:

“Kötü, diyen kişi fıkhi olarak hata yapmıştır ve sonuç da akli değildir.”

 

TARİHSEL SÜREÇ

İslam tarihinde Mutezile (Tevhid ve Adalet Ehli), Ebu Hanife ve Şia’nın Zeydiye kolu gibi, “fıkıh usulü” konusunda iz bırakan akımlar olmuştur. Bunlar özellikle fıkhın toplumsal ve mücadeleci yönlerini birleştirerek, iktidarların vesayetlerine direnç göstermişlerdir. Bu vesayet kabul etmeyen yapıları nedeniyle de eserleri bir çeşit takibatlar ve imhalara uğramış, asıl itibarı ile günümüze çok az kısımları ulaşmıştır. Her ne kadar ilk iki akımın kaynakları yağmalanmışsa da kuvvetli fıkıh anlayışlarının izleri tarihten tümüyle silinmez.

Mutezili fıkıh anlayışını kullanan Zeydi Kadı Abdülcabbar bu konuda oldukça ilginç tespitlerde bulunur. Ona göre fıkıhta illet/benzerlikler asli değil zannidir. Zannın asli olması için makul olması ve değişkenliğinin de göz önüne alınması gerekir. Bu açıdan Kadı Abdülcabbar, özellikle Şafii ekolünün “Şahide dayanarak gaibi çıkarma” yöntemini, yanlışlığın baş sebebi görür.

“Şahidin her zaman kendisinden önce olan bir benzerine delalet etmesi için her şeyin kadim olması gerekir. Hâlbuki kadim olan sadece Allah, âlem ise hadistir (sonradan olma ve değişken)” (Kadı Abdülcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif)

Fıkhın sadece fakihler adı altında bir sınıfa mahsus bırakılması, bu sınıfın fetvalarına indirgenmesi, kavramı toplumdan koparır. Klasik fıkıhta da sadece hukuk ve ilmihal olarak sınırlandırılması içeriğini sınırlandırmıştır. Bu problemler süreç içerisinde İslam toplumunun en önemli durağanlık sebebidir.

Diğer yandan etkenler zamana bağlı değişeceği için de her asrın/çağın ve ortamın fıkhı da farklıdır. Bu dinamik bir fıkha sahip olmamız gerektiğini gösterir. Bir ortamın ve çağın fıkhının kalıcılaştırılması da “fıkıh despotluğu” olarak tanımlanan yanlışlığa yol açar.

Daha önce fıkhın taklit kabul etmeyeceğini söylemiştik. Kur’an toplumsal fıkıhtan söz eder, bu nedenle toplumsal taklit de yerilen bir durumdur. Topluluk hesap sorduğu, denetlediği ve katıldığı oranda İbrahim (a)’ın “Al-i İbrahim’i”, İsa (a)’ın “Havarileri”, Muhammed (s)’in “Ashabı”, Seyyid Kutub’un söz ettiği “Kur’an Nesli”, Ali Şeriati’nin bahsine konu “İmamet Mektebi” olarak “fıkıh toplumuna” dönüşür.

 

HAREKET FIKHI – (Seyyid Kutub ve Ali Şeriati’den)

Seyyid Kutub, klasik fıkhın “Dar-ul Harb”, “Dar-ul İslam” tanımlamalarının yeni durumu karşılamadığını görür. O, üretken bir fıkıh ile bunların yerine “cahiliye toplumu” tanımlamasını getirir. İslami davet ve cahiliye arasındaki ilişkilerle alakalı olarak nazil olan ayetler hakkında yaklaşımı ile “hareket fıkhı”nın çerçevesini çizer. Seyyid Kutub, Tevbe 122 ayetinin açıklamasında “fıkıh” bahsi üzerinde detaylıca durur ve “hareket fıkhının oluşmasında dinamik sürece dikkat çeker.

“İslam fıkhı hiçbir zaman donuk sayfaların arasından yazılarak kalıplara dökülmüş ve öylece kurulmuş değildir. Pratik hayatın gelişmesinden uzak bir hükümler yığını olmamıştır. Bunun içindir ki İslam fakihleri, hem dinde vukuf kazanmış bilgi sahipleri idiler, hem de hareketli birer İslam mücahidi idiler. Dindeki derin bilgileri, onunla birlikte harekete katılmış olmalarından ileri geliyordu. Canlı ve dip diri bir İslam toplumunun pratik hayatına uygun faaliyet yapmalarından ileri geliyordu. Onlar, bu din ile birlikte yaşıyor, bu din uğrunda cihada girişiyorlardı. Ve bu pratik hayatın hareketliliği sebebiyle gelişmekte olan fıkhi hükümleri de birlikte yürütüyorlardı.

Hareketli İslam düzeni; beşeri olayları, bu olaylara denk hatta daha üstün bir hareketle, çeşitli merhaleler ve daima yenilenen araçlarla karşılar. ‘İslam toplumu’ ile ‘cahiliye toplumları’ arasındaki ilişkiler hakkında gelen son hükümler, değişen her merhaleye uygun hükümlerin geldiğini gösterir.

Hareketin planını çizmekle, sayfaların arasından hükümler vermek arasında çok, hem de pek çok fark vardır. Hareketten uzak sadece sayfaların arasından dini hükümler veren kişi hareket halindeki ihtiyaçları göz önünde bulunduramaz ve hesap edemez. Çünkü o harekete katılmamış ve hareketin zevkine erememiştir. Ama dini hükümleri bizzat harekete girişerek, öğrenip araştırmaya gelince; İşte o zaman kişi, cahiliyetle aşama aşama, adım adım ve durak durak karşılaşır ve hükümleri bu karşılaşılan hareket halindeki durumlara göre tespit eder ve uygular. Ve konulan hükümler bütünüyle hareket halinde karşılaşılan durumlara cevap verecek mahiyette olur. Ona cevap vermekle de kalmaz, gelişen hadiselere hakim olur ve o yenilendikçe hareket tarzı da kendiliğinden yenilenir."

“Tevbe Suresi’nde geçen son hükümlerin hepsi de, İslam toplumunun o anki hayatı ve çevresinde yer alan cahiliyet toplumuna karşı takınılması gereken tavrı açıklıyordu. Her ikisi için de böyle davranmaktan ve bu hükümlere başvurmaktan başka çare yoktu. Ancak; gerek İslam toplumunun, gerekse çevresindeki cahiliyet toplumunun hayat şartları bunun dışında bir hareket tarzını gerektirirse o zaman önceki surelerde daha önce gelmiş olan hükümler tatbik edilir. 

İslami hareket cahiliyenin içinde yaşadığı hayata sadece birtakım teorilerle karşı çıkmaz. Devamlı yenilenen ve değişen bu hayata donuk birtakım yöntemlerle karşı koymaz. Kur’an-ı Kerim'de yeni hükümler, durumlar değiştiği zaman ve bu yeni durumlara uygun olarak iniyordu. Eski hükümler yeni durumlara uygulanmaz. Bu, İslam fıkhının hareket fıkhı olduğunu gösterir.

İslami hareket merhaleli bir harekettir. Bu merhalelere uygun hareket tarzı olması gereklidir. Çünkü İslami hareket ciddi bir harekettir. Değişen durumlara uygun olarak hareket tarzının değişmemesi ciddiyetle bağdaşmaz. İslam'ın birtakım kendisine mahsus hareket merhaleleri ve devreleri, her devrenin de istek ve ihtiyaçlarını karşılayan birtakım vasıta ve yolları vardır. Her merhaleyi bir sonraki merhale takip eder.

İslam, olaylara yalnız teorilerle cevap vermediği gibi her merhaledeki ihtiyaç ve isteklere de aynı şekilde değişmeyen klişeleşmiş yollarla karşılık vermez. Cihat konusunda Kuran'dan deliller göstererek, bu dinin metodunu anlatmak isteyenler bu özelliklere dikkat etmiyorlar. Bu sistemin takip ettiği merhalelerin tabiatını ve muhtelif nasların her merhale ile olan ayrı ayrı ilişkilerini bilmiyorlar. Çok kez büyük hatalara düşüp İslam'ın cihat metodunu yanlış kılıklara sokuyorlar. Delilleri sonsuz kural ve prensiplerin ihtimali dışında olan şeylere yorumlayarak, Kuran'ın her delilini bu dinin en son kaide ve prensipleriymiş gibi kabul ediyorlar." (Seyyid Kutub, Fizilalil Kur’an ve Yoldaki İşaretler’den)

En verimli çağında Seyyid Kutub’un şehadeti önemli bir kayıptır. Yaşadığı Mısır coğrafyasının durumu, gerçekten tek partili Türkiye dönemi ile önemli oranda örtüşür. Özellikle son dönemdeki reel şartlar etrafındaki tartışmalar, Kutub’un vurgularının önemini hissettiriyor.

Ali Şeraiti “hareket fıkhı” tanımlamasını da kapsayan bir “ümmet” ve “imamet kavramları etrafında hareket öngörür. İmameti klasik Şia düşüncesindeki metafizik çerçevesi yerine “rehberlik mektebi” olarak tanımlar. Bu nedenle de durağan fakihler (!) tarafından aforoz edilmiştir. Günümüz İran’ında Ali Şeriati’nin dinamik fıkıh çerçevesindeki imameti ile mollaiların “din adamı” sınıfı haline getirdikleri imamet anlayışı tartışma halindedir.

Rehberliği diktatörlükten ayıran şey form değildir, içeriktir. Açık ve his­sedilen toplumsal gerçekliklerdir. Güçlerin varlığıdır; rejim­lerin doğumu ve ölümü, kurumlar, toplumsal ilişkiler, sınıfsal durum, siyasî tavırlar, ideolojik yön, dilin, kültürün, hayatın, üretimin, dağılımın, şartların, imkânların, faydalanılanların, hatta dilin, kültürün hayatın vs. vekili olan ‘adamların’, hatta "başka adamların" mevcudiyetidir. Anayasa kitaplarında yazı­lı olanlar değildir.

İmamet kavramı tümüyle aydınlatıcı bir işleve sa­hiptir. Aynı şekilde ümmet, sübut ve hareketin oluşturduğu iki ilke ve iki seçenek arasından (Sübut, halkın huzurunu ve ra­hatını sağlayan, onları tehlikeden, zarardan ve hastalıklardan koruyan toplum idaresi anlayışıdır. Hareket ise ilerleme ilke­siyle düşünsel, toplumsal ve itikadı ilişkileri değiştirmek, top­lumu, toplumun ruhunu ve beynini kemale doğru sürüklemektir) ikinci şıkkı seçer.

O halde ümmet, bireylerin onda rahatlık ve durağan bir mutluluk hissedecekleri bir toplum değildir. Sorumsuzluğu, başıboşluğu, rahatlığı, huzuru, tüketim düşkün­lüğünü, refahı, hedefsizce kof bir güzel hayatı, hayatın ölçüsü yapmaz. Rehberin -imamın, imamet ve rehberlik ilkesinin-hedefi, yalnızca halkı korumak, gözetmek, halka özgürlük ve rahatlık duygusu hissettirmek değildir. Birey, ümmetin içerisi­ne girdiği an, birlikte yolculuk yapacağı bir gruba katılmış olur. Hareket, bu terimin bünyesinde ve ruhunda vardır. İkin­ci olarak onun ümmet içerisindeki hayatı, özgür ve rahat bir hayat değil, yükümlülükle ve sorumlulukla dolu bir hayattır. Üçüncü olarak birey, kendisini ümmetin üyesi olarak kabul et­tiği an, bu ümmetin İmametini de kabul etmelidir. (Önce tanı­malı, sonra kabul etmelidir). İmamet de toplumu durağanlık içerisinde tutup idare etmez. Onun ilk ve en önemli sorumlu­luğu, -yani imamet şeklindeki siyasî felsefesi- hükümet esası­na dayanarak, toplumun hızla kemale doğru sürüklenmesi sı­rasında bireyler rahatsızlık ve huzursuzluk duysa bile, toplu­mun en hızlı şekilde ilerlemesini, değişmesini ve tekamülünü sağlamaktan ibarettir. Durgun, sıradan mutlu bir hayatı, o ha­reketten ve tekamülden daha çok beğenen bazı kimseler çık­sa da bu tür kişilerin tercihlerinin herhangi bir yeri olmaya­caktır. Çünkü İmamet, hedefini, avamın beğenisine ya da ha­vasın faydasına göre belirlemez. Misyonunu, hedefini ‘masla­hata’ göre değil, hakikate göre, ‘olması gerekene’ göre be­lirler. Peki hangi hakikate göre? Ümmetin bireylerinin inan­makta olduğu ideolojinin ve öğretinin (mektep) gösterdiği ha­kikate göre.

Ümmet, aşkın mutlak yönünde ebedî bir ‘olmak’ ve ‘gitmek’ hali içerisinde olan bir toplumdur. ‘Ümmet’i ta­nıdığımız zaman, ‘imamet’i ve onun toplumsal konumunu kolay ve açık bir şekilde anlayabiliriz. Binaenaleyh, ‘imamet’ ümmeti bu yolda yönlendiren, bu yolda götüren rejimdir.” (Ali Şeriati, Rehberlik ve Diktatörlük)

Şeriati’nin formlardan öte içeriğe, yasa kitaplarına değil de güçlere dikkat çekmesi önemlidir. Klasik kurumlar ve yapılar üzerinde tanımlamalar yerine, o kurum ya da yapıların işlevlerine göre tutum alınmalıdır.

“Basit insanlar kişileri, önemli insanlar fikirleri, münevver insanlar ise fikirleri oluşturan etkenleri ve değerleri konuşur. Bu ise apaçık bir fıkhetmedir.”

Güncel bir tartışmayı buna örnekleyebiliriz. “Dar-un Nedve ve “Şirk Meclisi” tanımlamaları bir dönem hepimizin İslami kimlik belirlememizde önemli rol oynamıştır. Allah Elçisi Mekke’de Kureyş kabilesinin meclisi olan “Dar-un Nedve”ye hiç gitmedi, buna karşılık Arabi/Bedevi kabilelerin meclisi olan “Yevm-ul Arube” günü İslam siyasasının mihenk taşı olan “Cuma”nın ortaya çıkış dinamiğidir. Kur’an, Kureyş Suresi’nde seslenilen, davet edilen ve hatta “İlaf” vurgusu ile Kusay b. Kilab’ın kuruluş dönemindeki Dar-un Nedve’yi överken, putçu vesayet işlevselliği yüzünden de ‘şirk meclisi’ olarak tanımlar. “Yevm-ul Arube” ise vesayet dayatmayan sosyal yönü ile şirk meclisi olarak algılanmadı ve kimse “Yevm-ul Arube cahili bir adettir ve bunun Cumalaşması nebevi bir metot değildir” demedi.

Şimdi “Meclislere ve kurumlara karşı tavrımız, hareket fıkhımız ne olmalı?” sorusu yine o meclis ve kurumların işlevleri, konumları ve içerikleri ile irtibatlıdır.

“Bütün şer’i hükümlerin, kendilerini kapsayan ve kendileri için tespit edildikleri maksatları olmalıdır. Halifelerin Kureyş’ten olması, Allah Elçisinin akrabaları veya nesebinden olmalarından ya da kutsanmışlıkla alakalı değildir. Asıl sebep sadece, himaye ve yardımlaşmanın gerçekleşeceği asabiyet/dayanışma duygusundan kaynaklanır. Bu o dönem için Kureyş’ti. Tarihçiler taklit yüzünden kendilerinden öncekilerin maksatlarını bilmediler ve ilmin amaçlarını tahlil edemediler.” (İbn Haldun, Mukaddime)

Kutub “Kur’an Nesli”, Şeriati “Önce Düşüncelerde Gerçekleşen Devrim” tanımlamaları ile toplumsal anlayış/fıkıh konusunu merkeze oturtmuşlardır.

Her toplumun yaşanılan her aşamada ve ortama karşı değişimin yeni şartlarına uygun fıkhını üretmesi gerekir. Hazıra konmanın olmadığı bu sürecin sürekli yenilenmesi, bulunduğumuz toplum için de gereklidir.

 

(Devam edecek…)

YAZIYA YORUM KAT

12 Yorum