1. YAZARLAR

  2. Orhan Miroğlu

  3. ‘Dua edecek bir mezar taşı olsun’
Orhan Miroğlu

Orhan Miroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Dua edecek bir mezar taşı olsun’

21 Ocak 2012 Cumartesi 06:39A+A-

Fahriye Bulut kayıp kardeşini arıyor.. Yaşadığı acıyı Taraf’a şu sözlerle anlatmış:

“Dua edecek bir mezar taşını bulana kadar vazgeçmeyeceğim. Kardeşim Baki Akdemir, 1981 yılında nisan ayında gözaltına alındığında daha 20 yaşındaydı. Gencecik delikanlıydı, deli doluydu. Askerler tarafından götürüldüğü Diyarbakır cezaevinde 15 gün boyunca işkenceye maruz kaldı. Ayak tabanlarını jiletle kesip tuz üzerinde yürüttüler kardeşimi. Bunları bize kendisi anlattı serbest bırakıldığında. Tam bu acılar geçti derken, serbest bırakıldıktan iki üç ay sonra bir anda kayboldu ortalıktan. Tam 31 yıl geçti ve kendisinden haber alamadık. O dönem toplu gözaltı olayları yaşanıyordu. Ben kardeşimin bu süreçte yeniden gözaltına alınıp kaybedildiğini düşünüyorum.” Saraykapı’daki kazıları duyduğunda acılarının bir kez daha tazelendiğini belirten Fahriye Bulut şöyle anlatıyor duygularını: “İHD’ye gelip başvurduk. Benden DNA alıp test yapsınlar yetkililer. O kemiklerden biri belki de kayıp kardeşime ait. Yüreğimin bir yanı o kemikler kardeşime ait olmasın istiyor. Ben hep yaşıyor diye umut ettim, dua ettim. Her kapı çalışta belki odur diye umudum yeşerdi. Ama bir yanım da artık kemiğini olsun bulayım, dua edecek bir mezar taşımız olsun diyor.

Saraykapı’da insan kafatasları bulunması üzerine başlatılan ve hafta sonu ara verilen kazı çalışmaları, devam edecek.

Kayıp yakınlarını umutlandırdı bu kazılar. O kadar ki 1981 yılında kaybedilenlerin yakınları şimdi ortaya çıkan kemiklerden elde edilecek DNA sonuçlarını bekliyorlar.. 12 Eylül’de Diyarbakır’da Kurdoğlu adı bir işkence merkezi olarak biliniyordu. Askerlerin kontrolünde bir merkezdi Kurdoğlu.. İnsanlar gözaltına alınan ve haber alınamayan yakınlarının buraya götürüldüğünü ve bu işkence merkezinde sorgulandığını biliyorlardı. Ben 12 Eylül günlerinde orada üç ay kadar kaldım. Gözlerimizi sürekli olarak bağlı tutuyorlardı. Kalın ve hiç ışık sızdırmayan bir kumaştan yaptıkları gözbağlarını yüzümüze bağlıyor ve bu gözbağını hiç çıkarmıyorlardı. Sorgulananların yüzü gözü yara bere içindeydi, Sonraları, başka işkence merkezlerinde bu gözbağlarının sadece sorgu sırasında kullanıldığını duyduk. Ama Diyarbakır’da gözlerimiz gece gündüz bağlıydı, hem sorgu sırasında hem sorgudan sonra..

Daha sonraki yıllarda Kurdoğlu’na benzeyen başka işkence merkezleri oluşturdular Diyarbakır’da..Şehrin içinde ve bugün kazı yapılan Saraykapı’da JİTEM’in kullandığı sorgu merkezleri vardı.. 1995 yılında gözaltına alındığım zaman, bu işkence merkezlerinden birine götürüldüm.. Gözlerim yine bağlıydı.. Bir minibüse bindirdiler beni ve yola çıktık. Seyahat halindeki araçlardan gelen seslerden, şehrin içinde bir yerlere götürdüklerini anlamıştım.. Dışarıdan korna sesleri işitiliyordu.. Anladım ki, artık Diyarbakır’da sadece bir Kurdoğlu yok, Diyarbakır’a sadece bir Kurdoğlu yetmemiş, bu kadim şehre yeni Kurdoğlular, yeni işkence merkezleri kurulmuş.. O gün götürüldüğüm işkence merkezinin, dışarıdan gelen kalabalık insan seslerinden yola çıkarak, muhtemelen Bağlar’da bir yer olduğunu tahmin etmiştim.. Çünkü Bağlar Diyarbakır’ın en kalabalık ve hareketli semtiydi o yıllarda.. Ama bu tahminim doğru olmayabilir, belki de ben o gün Saraykapı’daki JİTEM merkezine götürülmüştüm.. Şu kazdıkça insan kemiklerinin çıktığı işkence ve sorgu merkezine.. Orada fazla kalmadım.. Dışarıda akıbetimle meşgul olan milletvekili ve bakan düzeyinde akrabalarım ve dostlarım vardı.. Gözaltına alındığım andan itibaren işin peşini bırakmadılar.. Savcılıkta ifadem alındığında, o adliye binasından tek başıma çıkmaya korktum.. Dostum Mehmet Vural’ı aradım savcılık kaleminden ve Mehmet’e beni gelip almalarını söyledim..

Şimdi o bölgede kazılar yapılıyor ve insan kemikleri çıkıyor.. Ortada bir hakikat komisyonu çalışması filan yok.. Arkeolojik bir kazı yapılıyor ve o kemiklere tesadüfen ulaşılıyor. İşkence edilerek öldürülmüş sayısı bile, belli olmayan insanlar. Benim kişisel tahminim ve inancım o ki, bu insanların arasında, bir zamanlar faili meçhul cinayetlerde kullanılmış bir çok samimi itirafçı da var.. Bunları Diyarbakır cezaevinde 1980’li yıllarda yetiştirdiler ve çok değil, on yıl sonra da JİTEM’in işlediği cinayetlerde tetikçi olarak kullandılar..

Türkiye bugün bu haliyle 30-40 yıl öncesinin Şili, Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerini hatırlatıyor.. Ortaya çıkan dehşet verici haberler, toprağı kazdıkça ortaya çıkan kemikler, toplu mezarlar, yakınlarını bu mezarlarda arayan acılı insanlar, ve hâlâ şiddet üzerinden seyreden bir siyasi hayat.. Türkiye bir iç savaş yaşadı ve bu iç savaşın koşulları bugün de devam ediyor..

İnsanların bütün bu zulmü onlara kimin, hangi örgütün yaptığına dair doğru dürüst bilgileri bile yok, ya da olması istenmiyor..

Perşembe günü Hrant’ı andık.. Onbinlerce insan Taksim’den Hrant’ın vurulduğu AGOS’un önüne yürüdük. Mahkemenin aldığı karar Hrant’ı vuran örgütü gizlemişti. Ve bu davada en önemli gerçek aslında buydu.. Onbinlerce insan Hrant için yürüdü perşembe günü.. Sevgili Karin Karakaşlı hariç, bir tek insan bile, Hrant’ı vuran örgütün, yani Ergenekon’un adını söylemedi. Bu örgüte karşı bir tepki yükselmedi, bir tek slogan atılmadı. Hrant’ı faşizm vurmuştu, AKP de vuranları koruyordu.. Hepsi bu!.. Ne acı ve ne ayıp! Bu ayıbı örten bir slogan dolaşıyordu ortalıkta: Katil Devlet Hesap Verecek!.. Solun bu ülkedeki tarihiyle yaşıt bir sloganın, orada, o kalabalıkta Hrant’ın gerçek katillerini gizleyen bir slogana dönüşmüş olduğunu görmek çok acı ve trajikti..

***

NOT: Çarşamba akşamı yeni çıkan kitabım Silahları Gömmek için Everest Yayınevi’nin verdiği kokteyli lütfedip onurlandıran dostlarıma ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Sağolsunlar, varolsunlar.

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT