1. YAZARLAR

  2. SEZAİ ARICIOĞLU

  3. Demokrasinin Mumu (2)
SEZAİ ARICIOĞLU

SEZAİ ARICIOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Demokrasinin Mumu (2)

11 Mayıs 2011 Çarşamba 00:38A+A-

Bilhassa RP’nin Hükümet deneyiminden sonra ve ondan önce de yerel idarelerde RP kadrolarının gösterdiği başarıların ardından halkın artık iyiden iyiye İslami taleplerle siyaset sahnesine çıkması, İslam’ın insanların sosyal siyasal ve ekonomik hayatlarındaki belirleyiciliğinin artması (özellikle 11 Eylül sonrası) ABD’nin birinci tehdit olarak karşısına İslam’ı koyması halkın Türkiye’de iktidarı ellerinde bulunduran Kemalist seçkinlerden yüz çevirmeye başlamaları halkın gözündeki desteğini yitiren partilerin (bilhassa merkez diyebileceğimiz partiler DP-AP-DYP-ANAP) halka dönmek yerine umutlarını üniter devletin şefkatinde sürdürmeye çalışmaları kısaca Anadolu sermayesi diyebileceğimiz orta üst sınıfın oluşarak TC’nin kuruluşundan nemalanmış sermaye ile boy ölçüşemese bile bir alternatif olmaya başlamaları Susurluk kazası ile Siyaset-Bürokrasi-Mafya ilişkilerinin ortaya saçılması ve Marmara depremi ile çöküşü kesinleşen “merkez” in 2000 ve 2001 ekonomik krizleri ile dibe vurmaları Kemalist rejimin kontrolden çıktığının göstergeleriydi.

Bilhassa 28 Şubat sonrasında direkt olarak hedefe Müslümanların konması Müslümanlarda bir geriye dönüş yaşattı. RP tecrübesi ile özgüvenleri had safhaya çıkan İslami kesim meşhur MGK toplantılarına Rektörlere, medyaya, yargıya, sermayeye direnemediler. Altı buçuk milyon üyesi ile övünenler karşı bir irade oluşturamadılar. Müslümanların üzerine öyle bir gelindi ki İslami kesim de ilk anda ne olduğunu fark edemedi. Suya atılan taş misali en büyük cemaatlerden en marjinaline kadar tüm müslümanlar bu süreçten yara aldılar.

Yaşanan tüm bu gelişmeleri getirip bugüne kadar dayandıracak değiliz fakat şu var ki içinde yaşadığımız kurum ve kuruluşlarıyla ilginç bir kendisini koruma refleksine sahip devlet aygıtı konumuzdan da hareketle demokratik uygulamaların dozajını hep kendisi ayarlamak istemiş ve bu genellikle böyle olmuştur. İlk olarak andığımız II. Mahmut’tan 2000-2001 krizinde ABD’den ekonomiyi kurtarsın diye getirilen Kemal Derviş’e kadar olan biten şey bir şekilde “yaratılan karizmalar” marifetiyle vesayet rejiminin yürütülmesi ve sürdürülmesidir.

Batıdan ithal edilen “demokrasi” kavramı daha algı aşamasında sorun oluşturmuş “halkın kendi kendini yönetmesi” diye ambalajlanan şey tek parti totalitarizminde de darbelerde de pekala üstüne basa basa vurgu yapılarak kullanılan bir kavram olmuştur. Demokrasiden medet uman kesimlerin rejimin dayandığı temelleri tanıyamadıkları her darbe döneminde ortaya çıksa da 28 Şubat’a kadar bu bir türlü algılanamamıştır.

Bunun sebebi Kemalist cumhuriyete kadar Jön Türkler ve İttihat Terakki eliyle devam ettirilen Batıya yaranmacı politikalar, halkın okur-yazar olmayışı, toplumdaki kanaat önderlerinin silikleştirilmesi(sağcılaşması) Kemalist cumhuriyetle beraber ise halkın dilinin dininin tarihinin her şeyinin baskı ve dayatma ile kökten değiştirilmeye çalışılmasıdır. Bunun köklerini daha iyi anlamak için daha doğrusu “demokrasi”nin işleyişini daha iyi kavramak için ordu-siyaset ilişkisinin de iyi anlaşılması gerekmektedir.

Asker-Siyaset İlişkisi

M.Kemal döneminde ordu siyasetin tam ortasında her şeyi belirleyen karar alan uygulayan bir konumdaydı ve bunun başı da Elbetteki “ebedi şef” M.Kemal idi. Tek parti döneminde ordu zaten CHF bünyesinde kadrolaştığından demokrasiye müdahale gereksinimi olmamıştı.2.Dünya savaşı ordunun dünyaya bakışında değişikliklere yol açtı. Askerler daha modern daha güçlü bir ordu için DP aile CHP arasında çelişki yaşadılar. Totaliter rejimlerin de bağımsızlık mücadeleleri karşısında yenilgiye uğramaları TC’nin aklına  “demokrasiyi” getirdi. İlk on yıllık süreç zaten Başbakan ve iki bakanın asılmasından da anlaşılacağı gibi karşılıklı hamlelerle geçti. Her ne kadar demokrasi sıkça tekrarlanan bir kavram olsa da özde kimsenin halkı yönetime karıştırma gibi bir niyeti de yoktu.

Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olarak 1961’de kurulduktan sonra adeta askerin siyaset üzerindeki gölgesi gibi durdu. Asker her gerek gördüğünde MGK kararları marifetiyle siyaseti ve siyasetçileri hizaya çekti. Aldığı kararlar önceleri “Bakanlar Kurulu’na bildirilir” iken 1971’de “Bakanlar Kuruluna tavsiye eder” şekline 1980 de ise  “Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” şekline dönüştürüldü. Asker daha önce de belirttiğimiz gibi en son 27 Nisan’da bile hala siyasete etki etmeyi denemiş fakat bu siyasi iradenin hamlesi ile geri tepmiştir. Bu anlamıyla 27 Nisan bir ilktir diyebiliriz.

Asker bu ayrıcalığını hiç şüphesiz meşhur iç hizmet kanunu 35.maddeye dayandırıyor gibi görünse de aslında bilhassa cumhuriyet sürecinde ekonomisinden hukukuna kadar her şeyini toplumdan ayrıştırarak (Oyak-Askeri Mahkemeler-Askeri Lojmanlar-Ordu pazarları v.b. gibi) bu süreci bilerek kendisi hazırlamıştır. Hep toplumun ve siyasetin dışında imiş gibi görünmüş politikacıların tüm planlarını alt üst etmiş dengelerini bozmuş (hatta Anasol-M hükümetinde asker bir işaret çakmadan Hükümetin bir cümle bile kuramadığı söylenir) fakat hiç yıpranmamıştır.

Bu yüzden de hep halkın gözünde “son umut” olarak kalmış halk işler karıştığından ordunun müdahale edebileceği fikrine alıştırılmıştır. Bu nedenlerle ordunun demokrasi ile münasebeti hep sıcak ve yakından olmuştur.

Son süreç ve Sonuç

Özellikle 2007 sonrası (27 Nisan e-muhtırası) orduda ortaya çıkartılan ard arda darbe planları (özellikle de balyoz) yolsuzluklar gayrimeşru işlere olan düşkünlük ordu’nun bugün artık elini kolunu kıpırdatmaktan aciz duruma getirmiştir. AKP’nin uyguladığı özgürlükçü açılımlar ordunun hiç işine gelmese de sesini çıkartamaz hale gelmiştir. Demokratik yeni bir anayasa söylemi bugün çok daha gür bir sesle dillendirilmektedir.

İşler geriye döner mi süreç tersine işler mi bilinmez ama “zinde güçlerin pek takati kalmamış gibi görünse de bu işin “demokrasi” ile olacağına inandıktan sonra Kemalist seçkinlerin bunu formüle etmek için herkesle işbirliği yapabilecekleri de ortadadır.

YAZIYA YORUM KAT