1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Bir Sen Eksiktin Mahmud Erol Kılıç!
Bir Sen Eksiktin Mahmud Erol Kılıç!

Bir Sen Eksiktin Mahmud Erol Kılıç!

İran’ın İslam coğrafyasındaki mezhepçi politikalarının ayyuka çıktığı bir süreçte Türkiye’de onun mezhepçi yönünü örtbas edip tüm pisliklerini “İngiliz emperyalizmi” gibi ne idüğü belirsiz bir şeye bağlama yarışına son olarak Mahmud Erol Kılıç eklendi.

06 Kasım 2016 Pazar 14:21A+A-

HAKSÖZ-HABER

İran’ın çokça sevdiği resmi söyleminde kaynağı zayıf ve tartışmalı olan tarihî bir olay veya rivayete dayanarak İngilizlerin mezhep savaşı çıkardığı söylenir. Mahmud Erol Kılıç da yazmaya yeni başladığı Yeni Şafak gazetesindeki ilk iki yazısında bu söyleme yaslanmakta, mezhepçi politikalarının İslam beldelerinde yol açtığı yıkımın aşikâr olduğu İran’ı aklama sevdasına düşmüş görünmektedir.

Oysa açık olan şu ki; başta Suriye ve Irak olmak üzere birçok İslam beldesinde ve hatta kendi ülkesinde Sünnilere kan kusturan bir İran gerçekliği söz konusudur ve İran bunu da mezhepçilik dinamiğiyle yapmaktadır. Mahmud Erol Kılıç’ın sık sık gidip gelmekten mi kaynaklanıyor bilmiyoruz ama İranlı yetkililer hakkında onları gözetip koruyan üslubu gerçekten dikkat çekici. Ayetullah Hamaney’in fetvasından bahseden Erol Kılıç Hz. Ömer’e lanet okuyan meddahların sinezenlerin Hamaney’in baş köşesinde yer almasını, Hamaney’in meclisinde bulunmalarını ve yine onun tarafından Besiç ve Hizbullahi gençliğin motive edildiği gerçeğini niçin görmüyor? Mahmud Erol Kılıç devamlı gidip geldiği Kum’da birazcık araştırırsa bunu da öğrenebilir.

Evet, mezhepçilik kötüdür, mezhep savaşları saçmadır ve ahmakça bir olaydır, mezheplerden dolayı Müslümanların birbirini öldürmesi çirkin bir hadisedir ama kendi yapıp ettiklerinin üzerini örterek suçu (İngilizler gibi) başkalarına bağlamak daha da çirkindir! Haydi diyelim ki sınırlı sayıda insana hitap eden İngiliz destekli Şii kanalları var; peki, Kasım Süleymani de mi İngilizlerin adamı? Kasım Süleymani kimin adamı Sayın Erol Kılıç, bir de buna cevap verseniz?

Demek ki neymiş? İbn Arabi güzellemelerinin böyle bir arka planı da varmış! Tarihte olan bir kez daha oluyor. Hiçbir bilgi boşuna serdedilmiyor orta yere.

*

Mahmud Erol Kılıç’ın Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bahse konu yazıları şöyle:

İngiliz Sünniliği Ve İngiliz Şiiliği Arasında Sıkışan Anadolu İrfanı

Yeni Şafak / 30 Ekim 2016

Allah'ın adıyla ve Merhabalar diyerek ilk köşe yazımızı sizlere sunmak istiyoruz muhterem okuyucular. Nasip olursa bundan böyle her Pazar “kendi zaviyemizden” bazı gözlemlerimizi ve yorumlarımızı bu köşede sizlerle paylaşacağız. Kendi zaviyemizden dedik zira kuantum fiziğine göre üzerinde gözlem yapılan şey gözlemcinin durduğu yer ve bakış açısına göre anlam kazanır. Yani zaviyenize göre veyahut Frenkçe tabirle perspektifinize göre olayları yorumlar ve böylece onlara anlam giydirirsiniz. Zira içinde bulunduğumuz bu yaratılmış dünyanın bohça katları gibi sarmalanmış çoklu yapısına bağlı olarak anlam katmanlarının veyahut eskilerin tabiriyle 'mana mertebeleri'nin oluşması tabiidir. Mamafih bu durum felsefede sübjektif-objektif bilgi ayrımı konusunu tartışmaya açar ama şunu da unutmamak lazımdır ki ananevi (tradisyonel) bilgelik sürecinde esas olan ferdin (süje) asaletidir. Maalesef modernite objektivite uğruna çağımızda ferdi bilgiyi ezdi yok etti. Bunun sonucunda meydanı farklı düşünmeye tahammül edemeyen zorbalar kapladı. Hele bu üslup din sahasında hakim tavır olmaya başlayınca ortalık ötekinin cezasını kesmeyi en büyük zevk olarak gören yargıçlara kaldı. Oysa ki anane bize; “Hakka giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir” düsturunu öğretmişti. Veyahut “Vahdet'in kesrette temaşası” demişlerdi erenler. İşte aziz dostlar “bizim zaviyede” bu ananenin ihyası en önemli eylem planı olduğundan dilimiz döndüğünce sizlerle dertleşeceğiz tabir caizse. Belki de bu dert Niyazi'nin dediği gibi dermanımız olur bize.

Bir hatıramı anlatıp oradan bugün için bir hisse çıkarmak istiyorum müsaadenizle. Hatırlayanlarınız olacaktır 1982 yılında Müslümanlığı seçen meşhur Fransız düşünür Roger Garaudy kısa bir müddet sonra da Türkiye'ye gelmişti. Bir cumartesi günü Taksim'de bir otelde konuşma yapacağını öğrenen bir üniversite öğrencisi olarak bendeniz büyük bir merakla kendisini dinlemeye gitmiştim. Üzerinden yaklaşık otuz sene geçmiş bir konferansın tam olarak muhtevasını bugün sizlere nakledemeyebilirim belki ama peşinden bir gazetecinin kendisine sorduğu soru ve aldığı cevap hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Sorsanız biyolojik evrimi belki de saatlerce size savunacak bir gazetecinin entelektüel tekamülü hiçe sayan sorusu şöyle idi: “Biz sizi tanıyoruz Bay Garaudy. Önceleri Marksist-Leninist ve ateist idiniz. Sonra Maoist oldunuz. Daha sonra Sovyet veyahut Çin eksenli devlet Marksizmini tenkid ederek Avrupa Komünizmi (Eurocomunism) yaklaşımını benimsediniz. Bir müddet böyle devam ettiniz. Bu arada Budizm'e ilgi duydunuz ve ben Budist bir Marksistim dediniz. Sonra Katolik kökenlerinizi keşfettiniz ve Hristiyan bir Marksistim dediniz. Latin Amerika'da bir elinde İncil bir elinde Das Kapital tutan bir papazın başlattığı 'Özgürlükçü İlahiyat' akımına sempati duydunuz, onları destekleyen yazılar yazdınız. Sonra Marksizm artık bitmiştir dediniz ve Marksizm ideolojisinden ayrıldınız. Bir müddet sonra Vatikan ve Hristiyan ilahiyatı ile de ters düşmeye başladınız ve oradan da koptunuz. Şimdi ise Müslüman oldum diyorsunuz. Size sorum şu: Bundan sonra ne olmak istiyorsunuz?”.

Yeni Müslüman olmuş ve de ülkemizi ziyarete gelmiş bir misafire böyle terbiyesizce bir soru sorduğu için biraz da gençliğin verdiği heyecanla çok kızmıştım o gazeteciye. Ama aldığı cevap karşısında o tatmin oldu mu bilmiyorum ama ben çok keyiflenmiştim. Bir müddet süren o tefekküri sessizlikten sonra Garaudy; “Evet arkadaşım bu saydıklarınızın hepsi doğru. Ama şunu bilmenizi isterim ki defineciler aradıkları hazineyi buluncaya kadar önce yatay olarak yüzeyde dolaşırlar. Oraya kadarki ellerindeki cihaz üstünde durdukları yerin altında kıymetli bir maden olduğu sinyalini kendilerine verinceye kadar. Ondan sonra satıhta dolaşmayı bırakırlar ve kazmaya başlarlar. O ana kadar yatay devam eden arayışları artık dikey hale gelir. Benim hikayem de böyle. Her nereye gittimse samimi olarak ontolojik yerimi arıyordum. Ama nereyi kazdımsa altından o çıkmadı. Şimdi ise bir yere geldim, çok canlı hissediyorum ayağımın altı kaynıyor. O noktanın adı İslam. Ama arayışım bitmeyecek. Şimdi de onun dikey katlarında kendimi aramayı sürdüreceğim, merak etme…”.

Bu müthiş cevap karşısında salon alkıştan yıkılmıştı. Ve aynen dediği gibi de yaptı rahmetli. Vefatına kadar sonraki otuz yıllık hayatını İslam maneviyatı platformunda dikey olarak kendini aramakla geçirdi. O arayışın yapısı gereği olan münzeviliğini zaman zaman insanlık ahvali üzerine yaptığı yorumlarla bozdu. Aydın sorumluluğuna sahip birisi olarak halvetini encümende yaptı. Görüşlerini yazdığı pek çok kitapta dile getirdi. Ama bir tanesi var ki bugün için çok mühim ikazlar ihtiva ediyor. Adeta bir çığlık var, bir haykırma var o kitapta. Fransızcası Entegrizm olan ve Türkçesi mütercim tarafından daha güncel bir kelime tercih edilerek tercüme edilen bu kısa eserde (Garaudy, Yobazlıklar, trc. Cemal Aydın, İstanbul 2016) modern insanın nasıl tek düze ve dayatmacı bir anlayışa geldiğinin analizi yapılmakta. Hususen ananeden kopan Müslüman'ın nasıl seviyesizleştiğinin anlatıldığı 3. bölüm hakikaten üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren cesur tespitler içeriyor. Tespitin özeti muazzez İslam dininin nasıl bir ceza hukuku alt dalı haline indirgendiğinin içsel dinamiklerini anlamanın lüzumu diyebiliriz.

Günümüzde bir taraftan İngiliz Sünniliğinin diğer taraftan İngiliz Şiiliğinin nasıl Ariflerin İslamını öldürdüğünü anlamak istiyorsanız bu kitabı tavsiye ederim. O ariflerin “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” sözlerindeki ikazı ve “dağ başı”nın neresi olduğunu anlamak istiyorsanız tavsiye ederim. Anadolu irfanı nasıl yetim kaldı, yerine tekfirci yaklaşım nasıl geçti anlamak istiyorsanız bir kere daha tavsiye ederim. Maateessüf! Batı tıp fakültelerinde hala kaynak kitaplardan birisi olan Tıp Kanunları kitabının, Ariflerin Makamları'na dair meselelerin, Namazın Sırları'na dair risalenin yazarı büyük bilge İbn-i Sina'nın, Erdemli bir Medeniyet nasıl inşa edilir derdinde olan bir Uzluk oğlu Farabi'nin yedi asırdır bu topraklarda yaşayan alimler tarafından ancak eserleri üzerine şerhler, haşiyeler yazılırken yedi asır sonra gelen yeni yetme molla özentileri tarafından tüyler ürpertici bir mantıkla nasıl kafir ilan edildiğini merak ederseniz hararetle tavsiye ederim. Okuyun, sonra hal-i pür melâlimizin sebepleri üzerinde sizlerle dertleşmeye nefes verilirse bu köşede devam edelim.

*

Yekvücûd Olabilmek Mümkün mü?

Yeni Şafak / 6 Kasım 2016

Hatırlarsanız geçen haftaki yazımda bir taraftan İngiliz Sünniliğinin diğer taraftan İngiliz Şiiliğinin günümüzde nasıl âriflerin İslam'ını sahadan sildiğinin sebepleri üzerinde derin düşünmek gerektiğini vurgulamış ve çağımızın önemli bir düşünürünün bir kitabına özellikle atıfta bulunmuştum.

Malum olduğu üzere, bütünden parçaya inme yöntemi âriflerin dergahında öğretilen bir varlık felsefesi idi ama o mektebin siyaset mevkiindeki takipçileri siyasi analizlerini de buna göre yaparlardı..

Binaenaleyh bugün Ortadoğu'da olup bitenleri anlamak için her şeyden evvel çok yüksek ölçekten bir harita çıkarıp sonra derece derece inerek daha dar ölçekli haritalar üzerinde çalışma yapmak gerekir. Fakat o kadim gelenekten uzaklaştığımızdan beri sadece parça üzerinde duran, günlük, gazeteci tarzı diye tabir edilen analizler öne çıkar oldu. Ne mahzuru var ki diyebilirsiniz fakat idari hayatın aşırı bürokrasisi içerisinde okumaya, dinlemeye, tedebbür etmeye vakti olmayan yönetici sınıfının dış siyaset vizyonlarında bunların tesirlerinin çok mühim neticeler doğurabildiğini de unutmamak gerekir. Her ne kadar bunların arasında az dahi olsa yüksek ölçekten daha dar alana inen tecrübeli, Orta Asyalı değişiyle “ak sakallı” analiz sahipleri bulunmaktaysa da itibar buna değildir artık. Manevi iktisadın arz-talep dengesi “Mârifet iltifata tâbidir, müşterisi olmayan mârifet de zâyidir” kuralıyla işler.

Şunu hiç hatırdan çıkarmamalıyız ki emperyalist zihniyetteki devletlerin uluslararası ilişkilere bakışlarının temel dinamiği olan ötekini “köleleştirme”, “gurkalaştırma” niyetlerinde bir değişiklik yoktur. Dil ve üslub daha diplomatik olmuştur hepsi bu kadar. Efendi kölesiyle diyaloğa bile girmez. İşte bu zihniyeti devam ettiren güçlerin bölgeyi kendi dinamiklerine bırakmamak üzerine kurulu çok yönlü projelerinin nasıl faaliyette olduğunu bilmemiz gerekiyor. Zira iyi biliyorlar ki kendi öz kaynakları bir gün yeniden ihya edilirse onları parçalamak artık mümkün olmaz. 2009 yılında vefat eden İranlı âlim Ayetullah Munteziri'nin Hâtırât'ında çok mühim bir gözleme rastladım (C.I, s.82), belki bize bazı ipuçları sunar diye sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyor ki: “Osmanlı Devleti kudretli ve de mühim bir devlet olduğundan İngilizlerin bu devleti parçalama, tasfiye etme kararları vardı. Tahran'daki Osmanlı Sefareti'nin yakınında bir mescit bulunmaktaydı. Ekserisi sünni mezhebinde olan sefaret görevlileri çoğu zaman sabah namazlarını o mescidde kılıyor sonra işlerine gidiyorlardı. Fakat söz konusu bu camide bir hafız, bir kasidehan peyda oldu ve her sabah namazdan sonra 'Rövzey-i Hazreti Zehra' okumaya başladı”.

Bizde kaside, mevlit, naat, mersiye gibi bazı dini günlerde okunan metinlerin bir benzeri olan bu rövzelerin sadece Hz. Fatıma'nın vefatında okunanına İran'da bu ad verilir. Bazı mersiyehanlar bunu yüksek sesle okurlarken bu arada güya Hz. Fatıma'nın düşük yapmasının müsebbibi olarak gördükleri Hz. Ömer'e beddua da ederlerdi. Neyse ki 2015'te Hamaney'in verdiği bir fetva ile bu merasim bugün yasaklandı.

Munteziri şöyle devam ediyor; “Cemaatten birisi sadece yılda bir kere okunma adeti olan bu mersiyeyi bu adamın mütemadiyen her sabah aynı mescidde okumasına bir anlam veremedi ve bir gün ona; 'Sen başka rövze bilmez misin, her gün aynısını okuyup duruyorsun?' diye sordu. Adam 'Başkalarını da bilirim' dedi. Bunun üzerine; 'Peki o zaman neden her gün hep bu rövzeyi okuyorsun?' diye sorunca o mersiyehan; 'Bu işi bana birisi sipariş etti. Yarım tümen karşılığında her gün sadece bu rövzeyi burada okumamı istedi, ben de öyle yapıyorum' der. Bunun üzerine bu işten daha da kuşkulanan cemaatten o kişi; 'Peki bu işi sana kim sipariş etti?' diye sorar. Adam caddenin karşısındaki bakkalı işaret eder. Adam hemen o bakkala gider ve neden böyle bir şey istediğini kendisine sorar. Aldığı cevapla meselenin aslı anlaşılır: 'Valla doğrusunu söylemek gerekirse bunu kendim istemiş değilim. Dükkanıma şu ilerideki bahçeli binadan gelen bir beyefendi o mescidde her gün hep bu rövzeyi okutturmam için bana gün başına 2 tümen teklif etti. Ne yalan söyleyeyim ben de 1.5 tümenini kendime tutup yarım tümenini o mersiyehana vererek bu işi ayarladım. Adam bu sefer; 'Bana o binayı bir gösterir misin?' diye sorar. Gider bakar ki kapısında İngiltere Sefareti yazıyor.” Munteziri meseleyi şöyle noktalar; “İşte kardeşlerim Şii-Sünni arasındaki ihtilaf ateşi her gün daha kızışsın diye böyle projeler yaptılar ve hala yapıyorlar”.

Bugün sabah akşam sahabeye söven bazı gulât-ı şii tv kanalları var. Yayın merkezleri Londra. (Bu arada bu kanalların Tahran büroları kapatılmıştır). Diğer taraftan “Şiiler Yahudi'den beterdir ve onları öldürmek sevaptır” diye yayın yapan başka bazı gulât-ı sünni tv kanalları var. Onların da yayın merkezleri Londra. İlginç değil mi sizce?

İslam bugün Abdülvahhab versus Şirazi kıskacından acilen kurtarılmalıdır. Bunun için ithal reçeteye de hiç gerek yok. Anadolu ârif/âlim tipinin zirvesi Yunus'un dört dereceli din yorumu bizim elimizde olduğu sürece düştüğümüz yerden kalkmasını biz biliriz. Lakin bunu İslam alemine ihraç etmek lazım.

Yukarıda Munteziri'nin Hatırat'ından naklettiğimiz o kısım bana Mahatma Gandi'nin kendi hatıralarında naklettiği bir başka olayı hatırlattı. Gandi diyor ki; “Hind alt-kıtasında Hindular ve Müslümanlar ne zaman İngiliz kolonyalizmine karşı ortak hareket etmeye başlasalar hemen birileri bir gece bir inek kesip ölüsünü Hinduların geçtiği yola atardı. Bunun üzerine insanlar onları bırakıp birbirlerine saldırırlardı”. Gandi en samimi arkadaşı Abdülgaffar Han ile beraber uzun yıllar halkını bu konuda uyandırmaya çalıştılarsa da avami dindarlık her zaman kötü niyetlilerin elinde malzeme olmaya devam etti ve maalesef ediyor.

Hasıl-ı kelam; Şiiler ve Sünniler hep birlikte emperyalizme karşı yekvücûd olmadan hakiki imana eremeyeceklerdir, bunu bilsinler.. Hindu ve Müslüman inançlarının farklılığından daha mı uzaklar birbirlerinden?..

Sokağa inek başını kimin attığını görmek için ârif mi olmak lazım?…

HABERE YORUM KAT

7 Yorum